Yeni Harman Dergisinin Nisan 2010 sayısında yayınlanmıştır.
ABD’nin düşün ve politikasını, toplumsal hareketlerini, sanatını, felsefesini ve tüm yönleriyle hayatını derinden etkileyen en büyük savaş, 1960’ların başlarından Nisan 1975’e kadar süren Vietnam Savaşı’dır (ABD 63’te dahil olmuştu). Öte yandan ABD’de yaşayan Yahudi nüfus da göz önüne alındığında özellikle II. Dünya Savaşının ve Yahudi Soykırımının da ülkeyi etkilediğini göz ardı etmemek lazım.
Vietnam Savaşı, coğrafya koşullarının çetinliği ve ideolojik bir savaş olmasının da etkisiyle dünyanın en korkunç savaşları dendiğinde en başlarda yer alıyor. Vietnam Savaşı aslında Doğu Bloğu ülkeleriyle işbirliği yapan Kuzey Vietnam’ın ABD ile işbirliği yapan Güney Vietnam’la olan savaşıdır. Vietnam Savaşı sırasında milyonlarca Vietnamlı hayatını kaybetti (sadece Kuzey Vietnam’da 1 milyon ölü 600 bin yaralı), sakat kaldı, evsiz, yersiz yurtsuz bırakıldı; 10 binlerce ABD askeri öldü, sakat kaldı, geri dönenlerin neredeyse tamamı aklını kaybetti. Vietnam Savaşı, Amerika tarihinin en büyük anti-militarist hareketi ve Beat Kuşağı’nın devamı olan Hippie Hareketi’ni ve Çiçek Çocukları doğurdu, daha doğrusu düşünce yapılarını şekillendirdi. Anti-militarizm, çığ gibi büyüyen bir felsefeye dönüştü ve uzun yıllar savaşsız bir geleceğe şekil vermeye çabaladı.
Jimi Hendrix, Bob Dylan, Bruce Springsteen, Johnny Cash, Stevie Wonder, John Lennon, Rolling Stones, David Bowie, Joan Baez, The Doors gibi isimler 1960’lardan itibaren savaşa dair onlarca şarkı yazdılar. Bu isimler büyük çoğunlukla sadece birer şarkıcı değil, birer aktivistti ve konserleri de sıradan konserler değil, politik eylemlerdi. Savaş bittikten sonra işin içine sinema da dahil oldu. 60’lı ve 70’li yıllarda haber kanalları savaş alanlarından canlı yayın yapamıyordu. Binlerce savaş fotoğrafının ve videosunun paylaşıldığı internet ve youtube yoktu. Sadece az sayıda fotoğraf ve makale vardı. Savaşın yıkıcılığının sinemaya taşınması önemli bir fenomendi. Francis Ford Coppola, Brian de Palma, Oliver Stone gibi şimdinin en kariyer sahibi, en ünlü yönetmenleri o zamanlar bağımsız yönetmenlerdi ve savaşı beyaz perdeye taşıdılar. Vietnam Filmleri ve şarkıları, bir kuşağın bir savaşa dürüstçe karşı duruşuydu. Sahiciydiler. Ama kapitalin her zaman yaptığı gibi Anti-Militarist sinema zamanla ticari bir türe dönüştü ve bu türde onlarca iyi ya da kötü örnek verildi.
Hippiler ABD ideolojisini yeterince etkileyememiş olacaklar ki, 2001’deki İkiz Kuleler saldırılarından beri ABD bu kez de Afganistan’da ve Irak’ta bir savaş yürütüyor. İki ülkeyi de fiili olarak işgal etti ve 100 binlerce kişinin ölümüne sebep oldu. Ne var ki bu yeni savaş, ABD’nin yeni nesillerini pek etkilemişe benzemiyor. Yeni nesil sahici Anti-Militarist filmler, gerçek sinema eserleri görmek birkaç cesur yönetmen ve sanatçı hariç neredeyse imkansız. Ve bu birkaç cesur yönetmen de ne yazık ki gerekli kamuoyunu oluşturmaktan çok uzaklar. Kitleler sakin ve hareketsiz. Görünüşe göre hippilerle birlikte “Savaşın Anlamsızlığı” da tarihe karışmış…
Bu yıl Nisan ayında Vietnam Savaşının bitmesinin üzerinden 25 yıl geçmiş oldu. Irak İşgali ise 8. yılında. Geçtiğimiz ay 82. Oscar ödülleri dağıtıldı ve ipi dünyanın en pahalı filmi Avatar’ı da sollayarak Anti-Militarist bir film olma iddiasındaki The Hurt Locker göğüsledi. The Hurt Locker en iyi film ve yönetmen de dahil 6 ödül aldı. Filmin yönetmeni Kathryn Bigelow, Oscar tarihinde en iyi yönetmen ödülünü alan ilk kadın yönetmen olarak tarihe geçti. Böyle bakıldığında bir kadın yönetmenin hem de çektiği anti-militarist filmle ödülleri toplaması oldukça umut verici bir gelişme gibi duruyor. Ancak ne yazık ki bu çok can sıkıcı bir yanılsama.
Anti-Militarist Sinemanın Bazı Özellikleri
1. Anti-Militarist sinemanın en büyük özelliği, ana karakter ya da karakterler aracılığıyla savaşın felsefesinin sorgulanmasıdır. Bu yüzden ana karakter, savaş sırasında filmin başından sonuna kadar köklü bir değişim, bir içsel yolculuk yaşar.
2. Anti-Militarist sinema, hangi savaşı konu ediniyor olursa olsun, asıl hedefi doğrudan savaştır. Bu yüzden aslen I. Dünya Savaşını anlatan bir romanı alıp Vietnam Savaşına ya da başka bir savaşa uyarlayabilir.
3. Savaş karşıtı filmlerin en öne çıkan özelliklerinden biri de vurgulanan iletişimsizlik ve böylece ortaya çıkan yalnızlık ve düşmanlık duygusudur. Savaşmaya gidilen ülkenin halkıyla, bazen hayatı kurtarılmaya çalışılan bir çocukla, bazen de birlik içindeki askerler arasında… İletişimsizlik zaten savaşları yaratan yegane nedenlerdendir ve bu noktada Anti-Militarist sinema, savaşın iletişimsizliğe ve düşmanlığa çözüm olamayacağını ortaya koyar.
4. Anti-Militarist sinemanın “Neden buradayız?” ya da “Neden savaşıyoruz?” isyanı vardır. Ana karakter ya da karakterler (en cesur ve en savaşmaya meraklı olanları da dahil), neden orada olduklarını sorgularlar ve hiçbir zaman gerçek bir neden bulamazlar. Çünkü savaşın hiçbir zaman bir nedeni yoktur, olamaz.
5. “Neden buradayız?” isyanını yaşayan askerlerin gözünden çarpıcı detaylarla işgal edilen ya da savaşılmakta olan ülkenin durumu sunulur seyirciye. Açlık, yokluk, sakat çocuklar ya da fahişelik yapan gencecik kızlar olabilir bu ayrıntılar. Bu sunuşta ülkenin bu durumda olmasının sebebinin savaş olduğuna muhakkak vurgu yapılır. İnsanları bu koşullara iten savaştır.
6. Anti-Militarist sinema, kazanmayı da kaybetmeyi de anlamsızlaştırır. Asıl önemli olanın insanların ölmekte olduğu gerçeğine odaklanır. Kazanılmakta ya da kaybedilmekte olan savaş, ölen ya da yaralanan askerlerin savaşı değildir, hiçbir zaman da olamayacaktır.
7. Bir önceki maddeyle bağlantılı olarak, savaştan dönebilenlerin hikayesini anlatan filmlerde, kabuslar ve ruhsal bunalımlarla boğuşan ve belki bacaklarını, belki gözlerini kaybetmiş bir savaş gazisinin hayatı üzerinden; savaşanların savaştan herhangi bir somut ya da soyut zaferle dönmediklerinin altı çizilir. Savaş bitmiş, savaşanlar unutulmuş, bir zamanların savaş naraları atan politikacıları seslerini kesmişlerdir. Savaşın kazanılmış ya da kaybedilmiş olması yeni yetişenleri ilgilendirmemektedir. Savaşı tek hatırlayansa, bir parçasını savaş meydanında bırakan yalnız ve hafiften çatlak askerdir. Ve savaşın uluslara getirdiği tek şey de budur, yaşayan yaralar…
THE HURT LOCKER (A Film by Uncle Sam)
Bir savaş anti-propaganda filmi, aynı zamanda pekala da propaganda filmine dönüşebilir. Anti-militarist sinema örnekleri, hele de iyiyseler, aynı zamanda militarizmi körükleyebilirler. Amerikan Rüyası halüsinasyonunda boğulan ve anlatacak hiçbir hikayesi, ya da hiçbir varlık sebebi olmayan yığınları, kendi çözümlerini ve kendi içsel yolculuklarını gerçekleştirecekleri bir büyük savaşa katılmaya özendirebilirler. Bu, az da olsa bir ihtimaldir. Ama propaganda filmleri, asla anti-propaganda filmlerine dönüşmezler! The Hurt Locker, en katışıksız haliyle bir Amerikan Ordusu propaganda filmidir ve bu yıl en iyi film Oscarını kucaklamak suretiyle Amerikan Militarizminin cüretinin geldiği son noktayı göstermektedir.
“War is a drug” (Savaş uyuşturucudur). Film bu alıntıyla açılıyor ve bunu anlatacağını vaat ediyor. Aslında belli ölçüde de savaşın nasıl bir uyuşturucu olabileceğini anlatıyor. Ancak görünen o ki film bu uyuşturucuyu üretenler tarafından, bu uyuşturucuyu pazarlamak için çevrilmiş!
The Hurt Locker; bir ülkeyi amansızca işgal eden, Felluce’de, Bağdat’ta çoluk çocuk 100 binlerce sivilin ölmesine (pek çok kaynağa göre 1 milyondan fazla), sakat ya da evsiz kalmasına, hatta yeni doğanların bile sakat doğmasına neden olan Amerikan Ordusunun kahraman bomba imha ekibinin maceralarını anlatıyor. Film, bu haddinden fazla cesur Amerikan askerlerinin çölün orta yerinde Irak’ta ne aradığına dair en ufak bir ipucu dahi taşımıyor. Hatta ABD’nin işgalci taraf olduğunu çok başarılı bir şekilde gizliyor. Sanki orası Texas’ın kızıl-sarı düzlükleri ve Iraklıların işgali altında! Görünüşe göre ortalık durduk yere kendini patlatan Iraklılarla, oraya buraya gizlenmiş bombalarla dolu ve yağız ABD askerleri, bu tekinsiz ortamda dillerini anlamadıkları bu tuhaf görünüşlü çöl insanlarının hayatlarını kurtarmak için kendilerini helak ediyorlar. Filmin bu son derece küstah söylemi, Atlantik’in diğer yakasında oryantalist bir savaş macerası gibi algılanıyor olabilir. Belgeselleri aratmayacak kadar gerçekçi görsellik, bu oryantalist duruşu destekliyor olabilir. Ancak film, Irak’ta olup bitenlere yakın duranların bulunduğu buralardan bakınca en hafif söylemle mide bulandırıcı. Zira film; bırakın savaş karşıtı olmayı, bir kendini temize çekme denemesi bile değil. “Buradayız çünkü…” gibi bir sağlaması yok. Film, bir açıklama yapma gereği duymuyor bile. Aksine, “Buradayız ve işimizi yapıyoruz” alt metnine sahip; “İşimizi yapıyoruz, çünkü biz olmasak bu insanlar birbirlerini patlatıp duracaklar”…
Gerçekte Irak’ta bu işi yapacak daha çok askere ihtiyaç olduğundan mıdır nedir, film savaştan bir türlü kopamayan bir askere odaklanıyor. Savaş onun uyuşturucusu ve durmadan bombaların arasına geri dönüyor bu cesur asker. Bu cesur asker aracılığıyla ABD ordusu, nam-ı diğer Sam Amca (Uncle Sam) ne diyor; “I want you for US Army”. Yani seni orduya istiyorum. Yani tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer kürkçü dükkanıdır. Yani ne yaparsan yap savaştan kopamayacaksın, savaşmak senin kanında var. Bunu istiyorsun… Ben de seni istiyorum…
The Hurt Locker kanımca, “Amerikan Anti-Militarist Sineması”nın ve aslında küstah ABD Halkının nereden nereye geldiğini açıkça ortaya koyuyor. Bir zamanlar hippiler çayırlara çimenlere yayılır, huzur içinde ot tüttürür ve sevişerek savaşa karşı olduklarını dillendirirdi. O zamanlar muhafazakar Amerikalılar, hem uyuşturucuya, hem de sevişmeye karşıydılar. Ancak şimdi uyuşturucuyu savaş şeklinde (War is a drug), belirli ölçülerde ve düzenli olarak tüketmeye başlamışlar.
Oscarını alırken Kathryn Bigelow ödülü Irak’ta ve Afganistan’da savaşan ABD askerlerine adadı ve sağ salim evlerine dönmelerini diledi. Ben bu dileğe katılıyorum. Bir an önce işgal ettikleri topraklardan çıkıp dosdoğru evlerine dönsünler! Hem de derhal!
Amerikan Anti-Militarist Sinemasından Sahici Başyapıtlar
APOCALYPSE NOW (1979)
Francis Ford Coppola’nın en önemli filmlerinden olan Apocalypse Now (Kıyamet), The Doors’tan “The End” ile açılıyor. Sinema tarihinin belki de gelmiş geçmiş en güzel açılış sahnelerinden birine sahip film. Bazı yazarlar, bu filmin Vietnam Savaşı’nı neredeyse sürreal bir üslupla anlatan çok özel bir film olduğunu aktarıyorlar. Bazı sinema yazarları ise filmin gelmiş geçmiş en iyi Vietnam filmi hatta en iyi (anti)savaş filmi olduğunu iddia ediyorlar. Film, Joseph Conrad’ın 1899’de yayınlanan kolonizasyonla ilgili romanı Heart of Darkness’tan (Karanlığın Kalbi) uyarlanmıştır. Roman, bir zamanların büyük yalanı “koloni kurarak medeniyet götürme” meselesini tartışır. Filmde ise bu sefer mekan Vietnam’ın karanlık bir nehridir. Ordunun gözden çıkardığı depresif bir asker ve emrindeki diğer askerler nereye vardığı kestirilemeyen bir nehirde, Vietnam’ın damarlarında hedefe doğru akarlar. Ormanın ve nehrin derinlerine indikçe delirir, cinnet geçirir, insanlıktan sıyrılırlar. Av ve avcı birbirine karışır. Film, savaşın insan zihni üzerindeki etkilerini, ormanda ilerledikçe vahşileşmesini muhteşem bir görsellikte sunan sinema tarihinin en önemli filmlerindendir.
THE DEER HUNTER (1978)
Michael Cimino’nun yönetmenliğini yaptığı The Deer Hunter, Amerikan Sinemasının gelmiş geçmiş en iyi örneklerinden biri olduğu gibi, aynı zamanda son derece edebi bir filmdir. Film, Erich Maria Remarque’nin I. Dünya Savaşından bir kesit anlattığı Drei Kameraden (Üç Yoldaş) adlı romanından esinlenmiştir. The Deer Hunter, bir zamanlar geyik avcısı olan Rus kökenli Amerikalıların, kendi küçük kasabalarının kahramanlarıyken Rus Ruleti metaforunun etrafında Vietnam’da yok olmalarını anlatıyor. Bir zamanın kahramanları birilerinin kumarında kaybolup gidiyorlar. Film aslında savaşların insanları kahraman değil ucube yaptığı önermesinin üzerine kurulu. Bu yönüyle terse doğru işleyen bir kahraman filmi. Filmin sonunda bir masanın etrafına oturmuş ve üzerlerinden Vietnam Savaşı geçmiş olan bir grup insan, kederli bir sesle “God bless America”yı (Tanrı Amerika’yı korusun) söylerler. Ancak bu temenninin ironisi yüzlerinde gizlidir. Ayrıca Robert de Niro’nun ve Christopher Walken’ın oyunculukları ise, tez konusu olabilecek kadar başarılıdır.
The Deer Hunter (Geyik Avcısı), zamanı için son derece cesur ve başarılı bir sinema örneği. Özellikle de savaşın psikolojik derinliğini sunma konusundaki başarısı ele alındığında. Ayrıca The Deer Hunter’ın bir diğer başarısı ise, Vietnam Savaşının hem orada savaşan askerlerin, hem de onların yakınlarının psikolojik durumlarını ve savaşın Vietnam’a neler yaptığını ucundan kıyısından da olsa göstermesinde gizlidir.
HAIR (1979)
Hair, 1968 tarihli aynı adlı Broadway oyunundan sinemaya uyarlanmış bir rock müzikalidir. Vietnam Savaşına katılmak için birliğine doğru seyahat eden romantik duygularla yüklü bir askerin yolda uzun saçlı hippilerle, LSD ve marihuana ile tanışmasını anlatır. Milos Forman tarafından çekilmiştir. Hair, sadece bir Vietnam filmi ya da Anti-Militarist bir film olmaktan öte, her türlü otoriteye, kurallara, delilik boyutundaki düzen ve tertip takıntılarına bir başkaldırı, bir çığlıktır. 68 Kuşağının sembolü saç; savaş karşıtlarının, hippilerin ve özgürlüğün de sembolüdür. Saç uzar ve kısa saçlı otoritenin karşısına durur. Hair, insanın doğasına ve sevgiye dönüşün şarkısıdır.
Hair, dünya sinema tarihinin Vietnam ve genel anlamda ABD’nin savaş politikasını özetleyen en güzel repliğe sahiptir: “The draft is white people sending black people to make war on the yellow people to defend the land they stole from the red people” (Olay; kırmızı adamlardan çaldıkları toprağı koruması için sarı adamlarla savaş yapmaya siyah adamları yollayan beyaz adamlardır)
PLATOON (1986)
Platoon (Müfreze), pek çoklarınca Oliver Stone’un tek başyapıtıdır. Babası ve dedesi de asker olan genç bir askerin Vietnam’daki hikayesini anlatır. Ama asıl anlattığı savaşın genç ve hayatı tanımayan tecrübesiz bir bölük asker üzerindeki etkisidir. Onun da ötesinde barış yanlısı askerlerle savaş yanlısı çavuşun çatışmaları filmin sürükleyici yanını oluşturur. Platoon’u (anti)savaş filmleri arasında değerli bir yere koyansa yönetmen Oliver Stone’un da bizzat Vietnam Savaşına katılmış olmasıdır. Platoon, psikolojik yanı son derece başarılı, epik bir anti savaş filmidir.
Oliver Stone, Platoon’dan sonra 1989’da bir başka Vietnam filmi olan Born on the Fouth of July’ı (Doğum Günü Dört Temmuz) çekti. Film, bir Vietnam gazisinin ülkesine dönünce yaşadığı hayal kırıklıklarına, kaybettiklerine, romantik bir savaş gönüllüsüyken yaşadığı değişime odaklanır. Başrolde Tom Cruise vardır ve diğer filmlerine nazaran oldukça başarılıdır. Vietnam ormanlarında geçen pek çok savaş filminin aksine, savaşın orada bitmediğini gösterir.
FULL METAL JACKET (1987)
Dünya sinemasını derinden etkilemiş Amerikan yönetmenlerini düşündüğümde aklıma ilk olarak hep iki isim gelir. Alfred Hitchcock ve Stanley Kubrick. Ve belki de dünyanın en aykırı, en cesur ve sarsıcı Anti-Militarist filmi Full Metal Jacket’tir. Çünkü militarizmin insan ruhlarına yapılan apaçık bir taciz olduğunu yüksek sesle söyleyen ender filmlerdendir. Full Metal Jacket, militarizmin tacizini, insanların nasıl öldürme makinelerine çevrildiklerini Vietnam Savaşına asker hazırlanan bir kampta yaşanan sapıklıklar üzerinden anlatıyor. Bunu da sinemanın sınırlanırını zorlayarak yapıyor. Ayrıca Full Metal Jacket, sinema tarihinin en çok alıntı yapılan filmlerinden biridir.
Stanley Kubrick’in 1964’te çektiği Dr. Strangelove’ı (Dr. Strangelove or: How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb), Amerika ve Rusya arasındaki soğuk savaşa değinen bir başka savaş karşıtı film ve Kubrick’in bir başka başyapıtıdır.
BIRDY (1984)
Bilenler bilirler, Alan Parker sinemasının kendine has bir dili vardır. Birdy, Alan Parker sineması içinde bile özel bir yere sahip olan, tüm zamanların gelmiş geçmiş en başarılı Anti-Militarist filmlerinden biridir. Birdy, uzun zamandır arkadaş olan Al ve Birdy’nin hikayesini anlatır. İkisi de Vietnam Savaşına katılırlar ve savaştan yara alarak dönerler. Al’ın yaraları bedenindedir, ancak Birdy’nin yaraları çok daha derinlere gizlenmiştir. Çocukluğundan beri kuşlara özel bir ilgisi olan Birdy, savaşta tüm yaşadıklarından sonra, kendini kuş sanmaktadır.
Birdy, sinema tarihinin en derinlikli ve en büyülü psikolojik filmlerinden biridir. İzleyen bünyelerde sadece savaştan değil, her türlü otoriteden nefret etme ve kurallara isyan etme etkisi yaratır. Yarattığı uçma arzusu ise fenomendir. Filmin müziklerini Peter Gabriel yapmıştır.
E.A.
yeniHarman Dergisi: http://yeni-harman.blogspot.com
Bazı noktalara tam olarak katılmasam da,
çok güzel bir yazı olmuş
Bu yazı vesilesiyle daha önceden de izlediğim ”Full Metal Jacket”la ”The Hurt Locker”ı aynı gün izledim. Sonuç Full Metal Jacket hala etkileyici ve çarpıcı. ”The Hurt Locker” ne anlatmak istiyor belli değil, nerede çarpıcı savaşın dehşetini gösteren sahneler (Bkz. Er Ryan’ı Kurtarmak). İlla anti-militarist-militarist, milliyetçi-anarşist vs… duruşu olmasına gerek yok ama ”The Hurt Locker”ın neden yılın en iyi filmi seçildiğine anlam veremedim.
Oscarları izlerken uykuya dalmışım.Uyandığımda Hurt Locker’ın yönetmeninin oscarı aldığını gördüm.Gerçekten rüya sandım kendime geldiğimdede oscarlar benım ıcın bıtmıstı.Bıdahada izlemem.
Tamam hadi district 9’u fln geçtim ( bence oscarıda hak ediyodu ) bari pek bir numarası olmasada avatara ver.Hıc bır derınlığı olmayan bır savas fılmının oscarı kazanması benı gercekten üzdü.
Yönetmenın yarattığı biz bu ınsanları kurtarıyoruz ımajı gerçekten iğrençti , butun doğuda yaptıgınız gıbı o ınsanları o hale getıren sızsınız deseydi bırıde kalkıp :D
Yahu ”Avatar” niye bu kadar küçümseniyor her yerde anlamıyorum. Sanki adam almış amatör kamerayla 15 dakikalık film çekmiş. Bu kadar basit mi oldu eleştirmek yoksa insanların teknolojiyle gözü doydu da hiç bir şey beğenemez mi oldular artık?
Avatar anti militarizmden aşk filmine dönen güzel ama amacına ulaşamadığına inandığım bi film bu da banayönetmenin bütün sinemacılarla dalga geçme biçimi gibi geldi filmin son sahnesinde çıktım sinirlenip.
Herşeyden öte Kathryn Bigelow’un oscar’ı aldıktan sonraki cümleleri tek keliymeyle saçmalıktı.
hurt locker abartılı görsellerle kamufle edilmeye çalışılan berbat bir film amerikan yayılmacı politikasını demokrasi savaşçıları gibi tanıtan ırak halkını 3 sınıf yaratıklar olarak gören bir profili var tabi her zamanki şehit amerikan askerleri ve bunun psikolojik acılarını yaşayan arkadaşlarını unutmamak gerek amerika nın yaptığı ucuz mağdur edebiyatı insanı sarıyor şayet tarafsız ve sağlıklı bir analiz yapmadımı düşünüyorsanız michael moore a ait belgesel nitelikli filmleri izlemenizi öneririm
Hurt Locker’ın tek amacı vardı o da kadın yönetmenlerin Oscarsız kalma ayıbını sonlandırmak; bokum gibi bir film.