Bilimkurgu Sineması’nın turnusol kağıdının, içerdiği “teknik” denetim olduğuna dair genel bir yanılgı vardır. Bilimkurgu Sineması, özü icabı, teknolojiye en çok yaslanan türdür çünkü diğer filmlere kıyasla hayal gücünü ete kemiğe büründürmek için teknik öğelere en fazla ihtiyaç duyan türdür. “Kurgu”sal niteliği; yapım tasarımı, set, dekor ve teknolojik düzeyle bütünleşmek zorundadır. Örneğin, film uzayda geçiyorsa, seyircisini hikayenin uzayda bir yerlerde geçtiğine inandırmak zorundadır. 2300 yılında geçiyorsa, seyircisini 2300 yılında geçtiğine inandırmak durumundadır. Peki, bu yeterli midir? Maalesef, değildir.
Bilimkurgu Sineması’nın turnusol kağıdı, hayal gücüdür. Tıpkı diğer türlerde olduğu gibi, iyi bir bilimkurgu da hikayesinin gücü ölçüsünde ayakta kalır. Yani bir bilimkurgu filmini överken sadece “görsel efektleri iyiydi”, yok efendim “iyi değildi” şeklindeki değerlendirmeler son derece sığ kalır. Sinemanın zamana direnen en önemli öğesi, öyküsüdür.
Ben, bilimkurgu filmlerini fantastik sinema içinde değerlendirmenin yanlış olmadığı kanısındayım. Sonuçta; bilimkurgu filmleri, düş gücünden yararlanıp, kendilerine has, benzersiz, örneklenemez, ispatlanamaz nitelikte bir dünya kurarlar. Çoğunlukla (henüz) olmayan ya da açıkça kanıtlanamayan birşeyleri var-sayarak, bir yapı inşa ederler. Çekildikleri tarih itibariyle kuramsal öğeler barındırırlar. Bazı post-apokaliptik (kıyamet-sonrası) filmler, teknolojik bir geri-kalmayla sonuçlanmış dünyalarda geçiyor gibi görünse de, en azından yakın gelecekte geçtikleri varsayımına dayanırlar. Yaşanmamış bir zamana ait olduklarını öne sürmek hata olmaz. Paralel evren, zamanda yolculuk gibi öğeler ise zamansal parabol yaratırlar, bunları fantastik sinema sınırları içinde tutan öğe ise, kanıtlanamaz ve tekrar örneklenemez oluşlarıdır.
Amerikan Sineması eskiden beri, bilimkurgu öğeleri taşıyan fantastik filmlere ilgi göstermiştir. Öte yandan; hem bu işe Japonların, Rusların ya da Almanların harcadığı kadar para harcamaktan çekinmişlerdir hem de senaryolarını kolayca başka bir ‘form’a yedirebilecekleri herhangi bir felsefi ağırlığı olmayan, ucuz, basit ve hayal gücünden yoksun hikayeler üzerine bina edegelmişlerdir. Elalem “Metropolis” ve “Godzilla” çekerken, saçma sapan uçan daire ve uzaylı filmleriyle sinema salonlarını işgal eden Amerikalı filmcilerin bu konudaki görüşlerini kökten değiştiren, bugün bile ağırlığını koruyan, büyük, önemli ve çığır açıcı bir film vardır.“Forbidden Planet” (1956).
İlk bakışta; “Forbidden Planet”i (1956) oluşturan türlerarası yapılar (komedi, aşk, macera, bilimkurgu, cinayet soruşturması, romantizm, gizem, korku, dram vb.), yeraltı mezarlarındaki kemikler gibi karışık bir yığında toplanmış gibi dururlar ama tüm o karman çorman yığının içinde, antik çağlardaki bir tahta çıkma töreninde giyilmiş nadide eserlere benzeyen sürprizler de (zeka, hayal gücü ve samimiyet) vardır. Hikaye, iki farklı noktada ve topu topu birkaç dakikada öyle iki seyir değişikliği yapar ki, sıradan bir bilimkurgu filmi olmanın çok çok ötesine geçer.
Bunlardan ilki; Krell Uygarlığı’nın ulaştığı düzeyi öğrendiğimiz sahnelerdir. Eğer bilimkurgu filminden beklediğiniz şey, düşünmesi ve düşündür(t)mesi ise, Krell’lerin anlatıldığı sahnelerde tam da bu beklentinizi karşılayabilecek çapta, parmak ısırtan bir düş gücüyle donatılmış hınzır bir metin olduğunu söyleyebilirim. Dr. Morbius’un (en az) 200 bin yıllık teknoloji laboratuvarındaki hayret verici konuşmaları “o kadar da olmaz dedirten” onlarca detay ile tıka basa doludur. Kimdir bu insanoğlundan milyonlarca yıl ötede bulunan kavim? Hangi düzeye erişmişlerdir? Enerji kaynakları nedir? Dünyaya niçin uğramışlardır? Dr. Morbius; görkem ve neşeyle sarmalanmış bir sevgi, ağırbaşlı bir hayranlıkla, düş gücümüzle sınırlamayacağımız bir mertebeye ulaşan, müthiş bir kavmi olabildiğince detaylı anlatır bize. Altair IV gezegeninin asıl sahiplerini…
Ama film, başından sonuna gizemden oluşan çelik bir zarfın içinde sakladığı asıl sürprizini, finale kadar bekletir. Burada Krell’lerin hikayesinin yarım kalan soruları cevaplanır. Belerephon ve C-57-D mürettabatını öldüren esrarengiz canavarın kimliği ortaya çıkar. Krell’leri bir gecede yok eden, Krell Uygarlığı’nın sonunu getiren şey nedir? Krell Uygarlığının tüm enerjisini aktardığı son proje aslında neydi? Kreller, araçsız bir medeniyete evrilmiş olabilirler mi? Olası en yüksek teknolojiye ulaşmış bir kavim nasıl yokolur? Hele, sadece istemenin, arzu etmenin, hayal etmenin bile yüksek teknolojiyi doğurabildiği bir iklimde bir uygarlık nasıl yok olur? Henüz bilinçaltına bile depolanmaya fırsat bulamayan bir arzu, hayal bile edilemeyecek bir gelişmeyi sürükleyebiliyorsa, bu mertebeye ulaşan yüksek bir medeniyet nasıl sadece ve sadece bir gecede yok olur? Kreller için ölümün (ve yok oluşun) zihinsel ve soyut ihtimali sıfırlanmış olabilir mi? Mümkün müdür böyle birşey?
1956 yılında çekilen “Forbidden Planet”; kendinden sonraki birçok önemli bilimkurguyu derinden etkilemiştir. “Star Trek”in yaratıcısı Gene Roddenberry, “Forbidden Planet”in ilham kaynaklarından biri olduğunu açıklamıştır. Shakespeare’in “The Tempest”ından yola çıkılarak oluşturulan “Forbidden Planet”, (Kurosawa’nın “Throne of Blood”ı üzerinden) “Macbeth”i esas alarak inşa edilen “Star Wars”a da ilham vermiştir. “Forbidden Planet”in Robot Robbie’si (Robbie/Robby the Robot), C3-PO ve R2D2 gelmeden önceki en meşhur robottur ve kendi TV dizileri, reklamları, konuk olduğu filmler ve TV şovları vardır. Oyuncakları yok satmıştır. George Lucas, Star Wars hikayesinin merkezine C3-PO ve R2D2’yu yerleştirirken, ne yaptığını gayet iyi biliyordu. Bilimkurgu sinemasının önemli yaratıcıları; sinemasal hayal gücüne ket vurmamayı, düşlerinin kapı bekçisi Cerberus’vari hayvanın zincirlerini boşlamayı belki de bu filmden, “Forbidden Planet”ten sonra öğrenmişlerdi.
“Forbidden Planet”in; ‘monolit’i andıran Krell metali ve geçiş kapısı kemerleri, evrensel bir üst-aklın tasavvur dahi edemediğimiz bir formda yeniden kendini var-etmiş olması ihtimaliyle, Kubrick’in 1968 tarihli bilimkurgu başyapıtı “2001: A Space Odyssey”ine de ilham verdiğini öne sürebilirim. Bence bir önemli özelliği de budur.
“Forbidden Planet”; (Louis ve Bebe Barron’un yaptığı müziklerle) tamamıyla elektronik müzik kullanılan ilk filmdi ama daha önemlisi, yapımcıları, bilimkurguya çok daha büyük paralar yatırılabileceğine ikna eden ilk önemli film olmasıdır. Amerikan bilimkurgu sinemasındaki kilit filmlerden biri olmasını, bir tür kırılma noktası olarak görülmesini bir anlamda bu öncü özelliğine borçludur.