Bu yıl 20.’si düzenlenen Eskişehir Film Festivali’nde hayatım boyunca seyrettiğim en güzel filmlerden birini beyazperdede görmek nasip oldu. Filmi tamamladıktan sonra canına kıyan 29 yaşındaki yönetmen Bo Hu’nun tek bir karakterini bile zerre kadar merhamete layık görmediği An Elephant Sitting Still’i (Da xiang xi di er zuo, 2018) bugüne kadar seyrettiğim en karanlık, en depresif filmlerden biri, belki de birincisi. Hatta benim açımdan Mandy (2018) ile birlikte (şimdilik) yılın sinema olayı. An Elephant Sitting Still (Öylece Oturan Bir Fil) hakkındaki bu ilk yazımda kısaca filmin bende bıraktığı izleri ve filmi neden çok önemli bulduğumu paylaşmaya çalışacağım. Bu tadımlık yazıda detaylara fazla girmeyeceğim ama aşağı yukarı bütün yazılarımda olduğu gibi, burada da bir miktar sürprizbozan (spoiler) olacak, baştan ikaz edeyim. Hayatım boyunca defalarca seyredeceğim belli olan bu filmi şimdilik sadece bir kez ve o da sinemada seyrettim. Filmden çıktıktan günler sonra bile öyküler kafamda dönmeye devam ediyordu. Anımsadığım kadarıyla filmi kendi öykü dizilimi içinde birkaç kez kafamda canlandırmaya çalıştım. Yanlış hatırladığım yerler olabilir, o nedenle özür diliyorum. Sonuçta her film, sadece ve sadece onu hatırladığımız gibidir. Hadi başlayalım.
Üniversiteye gittiğim yıl derin bir depresyona girdim. Yaklaşık bir buçuk yıldır süren ve özünde kaygı bozukluğundan (anksiyete) ve birtakım şahsi problemlerden kaynaklanan orta hafiflikte bir depresyon, çok daha şiddetli bir aşamaya evrildi. Cüzdanımda Horatius’un “Invitum qui servat idem facit occidenti”* epigramının yazılı olduğu bir kâğıt, o dandik kumaş dolabımın üstünde “Gökkuşağının ardında sadece yağmur var.” yazan bir rozet ve kaldığım odanın kapısının üstünde Betül Kaba’nın Herkes Kadar Yalnız şiiri… Bir şey uğruna ölmek istediğim bir dönem olduğunu söylemekle yetineyim, gerisi çok özel. Neyse, başka bir vesileyle yazmıştım, tekrar paylaşayım. Eğer Goethe’nin “Genç Werther’in Acıları” kitabını o dönem okumuş olsaydım, kendimi çoktan öldürmüştüm. Bazı eserler insanın (belirli bir dönemde) içine düştüğü ruh hâlini birebir yansıtır ve geleceğe (olabileceklere) dair olası tüm kombinasyonları içerdiğine dair büyük bir yanılsama yaratıp muhtemel seçenekleri sınırlar/kısıtlar ve umudu boğar. Boris Vian’ın, Albert Camus’nun, Dostoyevski’nin, Sartre’nin ve bizde Oğuz Atay ile Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kimi eserlerinde bunu görürüz. O nedenle bu tip eserler sahiplenilirse, hayli yüksek bir özdeşleşmeyle sahiplenilir. Varoluşçu ve nihilist yapıları, kişinin ruh hâlini âdeta gütmeye başlar, yeniden şekillendirir. Bazı müzikler için de aynı durum geçerlidir. Eğer doğru/uygun durumda sizi yakalarsa sizi öldürebilecek güçte filmler/kitaplar/şarkılar vardır. İşte An Elephant Sitting Still bende Taksi Şoförü’nü (Taxi Driver, 1976) ve Oslo, 31. August’u (2011) seyrettiğim ya da “Genç Werther’in Acıları”nı okuduğum zamanki gibi derin bir iz bıraktı. En ufak bir kıpırdamada ince bir sızıya yol açan eski bir yarayı andıran bu film, beni kendi geçmişimin dehlizlerine sürükledi. Bana gelecekte ne olup ne olamayacağımı söyleyen insanları hatırladım. Niye İstanbul’a (benim Manzhouli’m diyelim) gittiğimi ve neden memlekete döndüğümü hatırladım. Bir kazada ölen arkadaşımı, elim bir hastalık neticesinde kaybettiğim diğer bir arkadaşımı ve kendisini Boğaz Köprüsü’nden öylece atıveren bir başka arkadaşımı… Gelecek tasavvurumda yer alıp da son anda başka bir yöne gitmeyi tercih eden ve hayatımda kendi ölçüleri kadar yeri-dolmaz boşluklar bırakıp giden insanları…
Geçtiğimiz yıl Malatya Film Festivali’nde seyrettiğimiz Have A Nice Day (İyi Günler, 2017) adlı animasyonda olduğu gibi An Elephant Sitting Still’de de Çin; geleceğe dair umutlarını/hayallerini süratle yitiren insanların az ya da çok suça bulaştığı, bulaşmak durumunda kaldığı dev bir şantiyeyi andırıyor. İşsizlik ve yozlaşma artmış, geçim sıkıntısı kitleselleşmiş. Her evde irili ufaklı bir dram yaşanıyor. İnşaat makinelerinin, açılışla birlikte kulaklarımıza hücum eden rahatsız edici kakofonisi sanki insan ruhunu delmeye programlandıklarını mimliyor. Sadece taşı, toprağı değil, aile mefhumunu, kutsal değerleri ve toplumsal sözleşmeyi de parçalayıp yerle yeksan ettiklerini görmek için henüz 3 saat 50 dakikamız var. Daha yeni başladık. İlk saniyelerdeyiz. Sahne geçişleriyle ana kahramanlarımızdan üçünü görüyoruz. Daha sonra, evli bir kadınla uygunsuz ilişki yaşadığını öğreneceğimiz adamı, kendi evinin balkonunda köpeğiyle birlikte bir sığıntı gibi yaşadığını öğreneceğimiz ihtiyarı ve bekâr annesiyle birlikte yaşadığını öğreneceğimiz genç kızı. Bütün bunları seyrederken dış ses bize dünyaya karşı kayıtsızlığını ilan eden filin öyküsünü anlatıyor. Sahne geçişlerinde karlarla kaplı bir alanda yürüyoruz. İnşaat seslerinin benzeşimi, aşağı yukarı aynı mahallede olduğumuza işaret ediyor. Derken ana kahramanımıza geçiyoruz. Daha sonra kendisine bir saldırı silahı yapmakta olduğunu öğreneceğimiz genç bir liseli, Wei Bu. Yan odadan içerideki kokudan şikayetçi olan babasının avaz avaz bağırdığını duyuyoruz. Wei Bu, babasına kokunun mutfak penceresinden geldiğini söylüyor. Aşağıda bir türlü temizlenmeyen çöpün kokusunun apartman dairelerini esir aldığını öğreniyoruz. Sonra ana kahramanlarımızın ailevi durumları, sosyal statüleri, geleceğe dair karamsar bakışlarını açmaya başlıyor Bo Hu. Her birini trajik biçimde resmediyor. Akan, kokan evlerde içten içe çürümüş bir toplumun çaresiz neferleri, çıkışsız dünyalarında kapana kısılmış düşkün ruhlar bunlar. Hangi kapıyı çalsalar elleri boş dönüyor. Tutundukları son dalların (bir köpek, bir büyükanne, bir ilişki vs.) kırılışına şahit oluyoruz. Ne kadar debelenirlerse debelensinler, çırpınsınlar sonları hep hüsran oluyor.
Bo Hu’nun saatlerce süren bu hayli dramatik ve depresif hikâyeyi anlatırken asıl başarısı, sinemasal öğelere olağanüstü hakimiyeti. İnsan bu ilk filmin (debut) 20’li yaşlarda bir genç tarafından çekildiğine inanamıyor. Bo Hu, hikâyesine odaklandığı kişiyi el kamerasıyla arkadan ve omuz altı yükseklikten kadraja ortalıyor. Ve genelde onun hareketlerini takip ediyor. Geri kalan karakterleri ya uzay-dışı/ekran-dışı (off-space/off-screen) alana hapsediyor ya da alan derinliğiyle oynayıp müphem imajlar hâline getiriyor. Birçok sahnede ana karakterlerle muhatap olan kişileri üstünkörü görebiliyoruz, pek seçilmiyorlar. Daha sonra farklı açılardan aynı sahneyi gördüğümüzde yaşadığımız sinemasal dehşetin kökeninde bu belirsizlik hissi yatıyor. Ana karakterler çeşitli vesilelerle karşı karşıya geliyorlar. Sarmal bir şekilde tasarlanmış olağanüstü bir öykü izleğine tanık oluyoruz. Tek bir günde geçen olaylar müthiş bir matematikle işliyor. Zamanda ileri-geri gittiğimiz de oluyor, aynı olayı farklı bir gözle tekrar seyrettiğimiz de. Bu arada karakterler ilerliyor, değişiyor, dönüşüyor. Daimî bir devinim var. Mesela açılıştaki gibi bazı sahne geçişleri inşaat sesleri ve “çöp” gibi kavramlar üzerinden usulca birbirine kenetleniyor. Bazılarını da bir olay birbirine bağlıyor. İlk başlarda anlam veremediğimiz birçok detay, zamanla anlam kazanıyor. Bo Hu sürekli ortaya soru işaretleri yığıyor. Daha sonra bunları cevaplayıp yeni sorular sorduruyor. Bazı davranışların nedenini birkaç sahne sonra bütün berraklığıyla anlıyoruz. Her bir sahne diğer bir sahneyle ilişkilendiriliyor. Âdeta çelik bağlarla örüyor senaryosunu. Bir kibrit, kayıp bir köpek, bir sopa, bir silah, bir çift ayakkabı, bir bilet ve bir bilardo istekası sessizce sahneler arası bağlar inşa ediyor. Tüm bunların üstünü hafifçe örten bir tüle benzeyen bir de müzik var. Sahneler bin yıldır yatağı aynı olan bir nehir gibi usulca akıyor.
An Elephant Sitting Still yaklaşık dört saatlik ağır bir drama değil. Sakın öyle düşünmeyin. Biz festivalde bu filmi seyrederken, insanlar filme verilen arada bile filmi konuşmaya (yaşamaya) devam etti. Uzun zamandır görmediğim bir şeydi bu. Dinamik kamera kullanımına ve harikulade kurgusuna ilaveten bu merak ve heyecan duygusunu körükleyen birkaç şey var. Bir tanesi, diyaloglar. Son derece iyi yazılmış, karamsar ruh hâllerini başarıyla yansıtan, kimileri insanın âdeta içine oturan repliklerle örülü bir film bu. Okullarının yıkılacağını öğrenen Wei Bu, müdür yardımcısına soruyor: “Peki siz ne olacaksınız?” “Ben mi? Yeni okulumda yeni bir ofisim olacak. Daha geniş, daha konforlu. Sizler ise şehrin en dandik okuluna gideceksiniz. Mezun olduğunuzda, çoğunuz yiyecek satan o seyyar satıcılardan biri olacak.” diye cevap veriyor müdür yardımcısı. Wei Bu da soruyor: “Geleceğiniz hakkında niye bu kadar iyimsersiniz?”.
Seyirciyi filme mıhlayan bir diğer öğe, oyunculuklar. Bo Hu, oyuncularının tamamından en yüksek düzeyde verim almayı başarmış. Başta Wei Bu olmak üzerine karakterlerin ruhuna sinen aşırı dinginlik ve kayıtsızlık bana Dostoyevski romanlarını anımsattı. Bilhassa Suç ve Ceza ile Yeraltından Notlar’ı. Ingmar Bergman’ın 1970’lerdeki dramalarından da aynı tadı almışımdır. Karakter; ölüm, intihar gibi durumlar karşısında bile sükunetini korur. Hep en beklenmedik cevabı verir, en beklenmedik tavrı sergiler. Kaderci, nihilist, varoluşçu bir anlayış hâkimdir. Burada da öyle. Yer yer Antonioni sinemasındaki kişiler arası soğuklukları anımsatan sahneler var. Diyaloğun netliğine ve uzunluğuna rağmen konuşanların yakınlık derecesini çözemediğiniz türden bir benzeşme bu. Huang Ling’in yaşadığı ilişkide tavan yapan çok tanıdık bir yabancılık/yabancılaşma hissi.
Gelelim şahsi kanaatimce filmi düpedüz sürükleyici kılan öğelere. Birincisi, hiç şüphesiz çeşitli öyküleri kendine bağlamasını bilen filin varlığı. Her şeye kayıtsızlığını ilan eden ve yemeyen, içmeyen, öylece oturan Manzhouli’deki bu fil, giderek devasa bir metafora evriliyor ve merak duygusunu diri tutuyor. Film boyunca finalde kim(ler)in fili görme şansına erişeceğini merak ediyorsunuz. Hayatları baş aşağı giden karakterlerin şahsi deneyimlerinin yaşattığı ürperti bir diğer motivasyonu sağlıyor. Film boyunca yaralanan, ölen, öldürülen ve intihar eden bir sürü insan oluyor ama çoğu ajitasyondan ve abartıdan kaçınılarak ekran-dışı tezahür ediyor. Bo Hu’nun derdi kan ve ceset göstermek değil, bunun kalanlar üzerindeki psikolojik etkilerini göstermeyi amaçlıyor. Bu acımasız ama gerçekçi stil repliklerle birleşince filmin başlı başına umuttan zerre kadar nasibini almamış bir intihar mektubuna dönüşmesine vesile oluyor. Film boyunca o denli soğuk, sert hatta gaddarca gelişmeler yaşanıyor ki ara ara tüyleriniz diken diken oluyor. Ve Bo Hu bütün bunları yaparken sinemasal sezgilerinden mikrop kadar taviz vermiyor. 3 saat 50 dakika boyunca saf sinemanın kollarında kendinizden geçiyorsunuz. Kusursuz mizansenler, öyküyle bütünleşen sahne ve set tasarımları, Yaşlı Bakım Evi sahnesi gibi sadece kameranın konuştuğu olağanüstü sahneler gırla gidiyor.
Şimdilik bu kadar. Filmi tekrar seyrettikten sonra kapsamlı bir yazı daha yazacağım. Filmin uyarlandığı kısa romanı (novella) okuyabilirsem bir yazı daha. Dünyanın (olumlu-olumsuz) her türlü gidişatına kayıtsız kalmayı başaran bir filin dev bir metafora dönüştüğü bu filmi kaçırmayın. Bo Hu’nun ilk ve tek ve maalesef son uzun metrajı olan An Elephant Sitting Still (Öylece Oturan Bir Fil, 2018), bir kar tanesi kadar kusursuz olan filmlerden biri. Mizantropi (insana duyulan nefret) ve sinizmle (kinizm) örülmüş, ölüm kadar soğuk ve cehennem kadar sıcak, karanlık bir başyapıt.
* Invitum qui servat idem facit occidenti: “Ölmek isteyeni kurtarmak, öldürmekle birdir.” anlamına gelen Latince bir özlü söz.
ayrıca film çinin oscarları sayılan altın at odullerinde en iyi film, uyarlama senaryo ve izleyici odulu kazandı. hem seyirciler hem film yapanlar filmi begenmis demek ki.