Altın Portakal Film Festivali’nde “en iyi film” ödülü almış filmler hakkında yazmaya devam ederken elli yılı geride bırakan festivalin “iyi film” seçme karnesinin hayli kötü olduğunu düşündüğümü söylemeliyim. Festivalin internet sitesinde yer alan tarihçe bölümünde “1964 yılında güç koşullarla gerçekleştirilen ilk festivale ilginin çok büyük olduğu” belirtilerek, festivalin misyonunun “Türk sinema sektörünü maddi manevi desteklemek, Türk film yapımcısını nitelikli yapıtlar üretmeye teşvik ederek; Türk Sinemasının uluslararası platforma açılmasına zemin hazırlamak” olduğu ilan edilmiştir. “1964-1973 yılları arasında bu çizgide devam eden Altın Portakal Film Festivali 1973 yılında Belediye Başkanlığına seçilen Selahattin Tonguç tarafından da devam ettirilir’’ denmesine karşın okuduklarım, anladıklarım, izlediklerim ve gördüklerimden sonra ilan edilen misyona uygun bir destek ve teşvikle karşılaşmadığımı söylemeliyim, tabii benim ‘’vakıf olamadığım’’ başka bir ‘’çizgi’’ yoksa… Bir filmin ödüllendirilmesi daha doğrusu bir sanat eserinin ödüllendirilmesi fikri başlı başına reddedilmesi gereken bir fikir olsa da, insanileşmeyi değil rekabet, tüketim ve bencilliği körükleyen filmlerin öne çıkarılarak, diğerlerinin engellenmesi kapitalizmin tuzaklarından bir tanesidir. Bir filmi sansürlemek veya yasaklamak ilgiyi artıracağından, zaten kötüydü diyerek, “uygun” filmleri ödüllendirmek ve öne çıkarmak daha kolaydır.
Mahmut Esat Bozkurt ile aralarında bir irtibat olup olamadığını bilemediğim ve belki de Karakurt soyadını nazire olsun diye seçen Esat Mahmut için Behçet Necatigil “Aşk, ihtiras ve macera romanları orta okuyucu kesiminde geniş ilgi gördü. Romanlarının çoğu sekizer, onar kere basılmış, hemen hepsinin filme alınmasıyla da rekor kırmıştır.’’ demektedir. Filme esin kaynağı olan ve 1946 yılında Mahmut Esat Karakurt tarafından yazılan Ankara Ekspresi ilk Türk casus romanı sayılmaktadır. Filmin senaryo yazarı Bülent Oran’ın babasının Cevat Rıfat Atilhan olduğunu öğrenmek, “kudretli” olduğunu ispatlamak uğruna abuk sabuk işler yapan, yemez, içmez, uyumaz, yenilmez, başa çıkılmaz “kahraman’’ imgesinin kaynağını anlamamızı sağlasa da kabullenmeye yetmiyor. Zaten böyle bir şey mümkün değil. ‘’Atilhan hem Osmanlı Ordusu’nda hem de Kurtuluş Savaşı sırasında savaşmış askeri sicili takdire şayan bir eski subaydır. Filistin cephesinde savaşmış ve Siyonist NİLİ casus örgütü ajanlarına karşı bizzat mücadele vermiştir’’ diyen Rıfat Bali bu mücadelenin ‘’onda unutulmaz bir travma yarattığını’’ söylemektedir. Yahudiler tarafından ‘’Türkiye’nin Hitler’’i olarak nitelendirilen ve önde gelen bir Nazi sempatizanı olduğu iddia edilen Atilhan’ın oğlunun yıllar sonra Nazi karşıtı bir filmin senaryosunu yazması tarihin bir cilvesi olsa gerek.
İkinci Paylaşım Savaşı devam ederken İngilizler Türkleri, Almanlara karşı kendi yanlarında savaşması için ikna etmeye çalıştığını, Churchill ile İnönü’nün Adana’da buluştuğunu savaş görüntüleri eşliğinde aktaran film aniden bir gece kulübünde şarkı söyleyen bir kadına odaklanır. Uzun sayılabilecek bir süre boyunca şarkı dinlenildikten sonra Türkiye’deki Alman casuslarının gizli toplantısına geçilir. Filmin en az on dakikasının ayrıldığı bu şarkı faslı film boyunca gereksiz bir şekilde sık sık tekrar edecektir. Gece kulübünde şarkı söyleyen kadının bu toplantıda yer aldığını görmek, akla hemen, Almanlar hesabına çalışan ve en önemli özelliği çırılçıplak dans etmek olan Mata Hari’yi getirir. Gündüzleri Alman hastanesinde doktorluk yapan, akşamları bir gece kulübünde şarkı söyleyen ve ülkesi adına casusluk yapan bu kadının adı Hilda’dır. Sorgulama teknikleri ve işkencede uzman olduğu iddia edilen kardeşi de casustur ve konsolosluk memuru kimliğini kullanarak kendini gizlenmektedir. Kadının bir sahnede durup dururken ‘’ben Mata Hari’yim’’ demesi, Mata Hari ile Hilda arasında oluşturulmaya çalışılan zoraki benzerliği hala anlayamamış seyirciyi şaşırtmak ve etkilemek için yamanmaya çalışılmış yapay bir sahneden fazlası değildir.
Hitler tarafından özel olarak gönderilen istasyon şefi diyebileceğimiz bir Alman albay, İstanbul’daki bütün Alman ajanlarını konsoloslukta bir araya getirmiştir. Türkiye’nin işgal edilmesine karar verildiğini söyleyen albay, işgal planının ayrıntılarını anlatarak görev paylaşımını yapar. İşgal planının ismi Ankara Ekspresi’dir. Türkiye’deki etkili sivil ve asker kişilerin esir alınarak bu mevkilere Alman yanlılarının getirilmesiyle kan dökülmeden tamamlanması düşünülen işgalin ardından Rusları arkadan vurmak üzere harekete geçilecektir. Hilda’nın işgal planını duyar duymaz ‘’Türk askeri kanının son damlasına kadar savaşmadan teslim olmaz’’ sözleri üzerine albayın ‘’bunu bildiğimiz için Türklerle doğrudan savaşmak yerine böyle bir plan hazırlamayı uygun gördük’’ şeklindeki uyduruk cevabıyla Almanların hem korkak hem beceriksiz hem de ahmak oldukları ortaya çıkar.
Bir sonraki sahnede Türklerin de bir ‘’gizli teşkilatı’’ olduğu görülür. Almanların gizli işgal planını ele geçirdiğini iddia eden ‘’gizli teşkilatın’’ komutanı ‘’bir savaş olsa Almanları ezeriz ancak savaşmak istemiyoruz. Bizim amacımız bu hamleyi boşa çıkarmak olmalıdır’’ diyerek Almanların faaliyetlerini bertaraf etmek maksadıyla teşkilatın İstanbul şefi binbaşı Seyfi’yi görevlendirir.
Alman gizli teşkilatına bilgileri kimler temin ediyor, nasıl bir çabayla bu bilgiler ele geçiriliyor belli değil. Savaş esnasında İngiliz elçiliğinde çalışan ancak babasının ölümünden sorumlu tuttuğu İngilizlerden nefret ettiği için Almanlara bilgi satan Çiçero kod adlı bir casusun varlığı film çekildiği sırada biliniyordu. Filmde Türklerin İngilizlerle işbirliği yaptığı çok açıktır. İngilizlerle içli dışlı olan Türk “gizli teşkilatı’’ bazı bilgileri onlarla paylaşmış ve İngilizlerin arasında bulunan bir köstebek de bu bilgileri Almanlara vermiş olabilir ancak filmde bunu doğrulayacak bir sahne yer almaz. Türk “gizli teşkilatının’’ bilgi temin etmesi ailesinin ölümünden Almanları sorumlu tutan Yahudi asıllı Almanlardan sağlanmaktadır diyebiliriz. Mahmut Esat kitabı yazdığı sırada henüz kimliği açığa çıkmadığı için Çiçero’dan bahsedilmez ancak filmin çekildiği dönemde casusluğu açığa çıkmasına ve 1952 tarihli “Five Fingers” isimli filmde hikâyesi anlatılmasına karşın Ankara Eksperi’nde Çiçero’dan bahsedilmemesi gariptir.
Five Fingers demişken filmde yer alan ve anlatmadan geçemeyeceğim bir sahne var. Bu sahnede Çiçero bir camide buluşmalarını istediği Almanlardan, ortama uyum sağlamaları için ‘’ayakkabılarını’’ çıkarmalarını ister. Almanlar ayakkabılarını çıkarmayı ”çocukça” bulurlar ancak Çiçero ”Sizin kiliseye şapkayla giren birine bozulmanızdan daha çocukça değil” diyerek ısrar eder. Faaliyet gösterdiği ülkenin dil, din, kültür, gelenek ve göreneklerine yabancı olmanın kendini ele vermek demek olduğunu anlatan güzel bir sahnedir çünkü kameralar camiye döndüğünde ”akılsız” Almanların saatlerdir ıslak ve soğuk “avluda” ayakkabısız bekledikleri görülür.
[box type=”note” align=”aligncenter” class=”” width=””]
‘’Almanlar casusluğa karsı bizim o kadar hassas davranmamızı istemiyorlardı. Galiba memleketin her tarafına dağılmış olan Alman casuslarının vazifelerine zarar geleceğinden korkuyorlardı. Barış zamanı çalışmalarımızda bile gizli evrakın üstüne kocaman kırmızı bir hilal koyduruyorlar ve böylece masamıza gelen bu tür kâğıtları karsıdan görerek kendilerine haber verip vermediğimizi kontrol ediyorlardı. Seferberlikte “Casuslardan sakınınız” diye duvar ilanları asmamızı istemediler. Hâlbuki Almanya’da bu tür özel ve genel ilanlar yapıldığını öğreniyorduk. Bu ilanda koca kulaklı bir Fransız subayının resminin üstünde kalın harflerle “Dikkat”, altında da “Düşman bizi dinliyor” yazısı bulunuyordu.’’ (Kazım Karabekir, Gizli Harp İstihbarat) [/box]
Batı’da ‘’intelligence’’, Doğu’da ‘’muhaberat’’ kelimeleriyle karşılanan istihbarat bu topraklarda, Doğu’lu kullanıma daha yakındır. Haber alma öne çıkarken, zekâya fazla fırsat verilmez. İstihbarat, bir yanıyla vatanın menfaatleri için ülke dışında yürütülen faaliyetleri ifade ederken diğer yanıyla benzer faaliyetlerin ülke içinde ve kendi vatandaşlarına karşı yürütülmesini içerir. Tehdit olarak algılanan devletlerin benzer faaliyetlerinin engellenmesi çabası denilebilecek olan karşı-casusluk genellikle ülke içinde yürütülmesine karşın ilk tür kapsamında değerlendirilmelidir. İstihbarat örgütleri doğrudan yürütmeye yani siyasi iktidara bağlı görev yaptıklarından, ülke içindeki çalışmalarına egemen siyasi bakış açısı kılavuzluk edeceğinden sonuç bir yönüyle kaçınılmaz olarak siyasallaşacaktır. Ülke içinde yürütülen istihbarat faaliyetlerinin vatanın bekası için mi yoksa muhaliflerin sindirilmesi için mi yapıldığı çoğu zaman meçhul olarak kalmaya mahkûmdur.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’da kurduğu, çoğunlukla Yahudilerin, ihtiyaç duyulduğunda da Hıristiyanların kullanıldığı, özel olarak yetiştirilen, gizlenmek ve ilgi çekmemek için çeşitli işler yaparak bulundukları ülkenin gelenek, göreneklerine uygun olarak yaşayan, ‘’martolos’’ isimli örgüt, istihbaratın “intelligence” yanına örnektir. Avrupa devletlerinin mevcut durumlarını, askeri güçlerini, savaş yeteneklerini ve işe yarayabilecek çeşitli bilgileri doğrudan padişaha ulaştıran martoloslar savaş esnasında halkın arasına karışarak Osmanlı’nın gücünü ve üstünlüğünü anlatmak suretiyle kitlelerin moralini bozdukları yani bir nevi ajan provokatörlük yaptıkları bilinmektedir. Abdülhamid’in, padişahlığı sırasında hoşuna gitmeyen yayınları, faaliyetleri, konuşmaları ve kişileri gizlice saraya haber veren ve böylelikle kendi vatandaşını ‘’mimleyen’’ özel casuslardan oluşan Yıldız İstihbarat Teşkilatı ise istihbaratın “muhaberat” yanına bir örnek sayılabilir.
Savaş yıllarında elçiliklerdeki casusların, çift taraflı çalışanların, para karşılığı ihanet edenlerin, tehdit veya şantajla konuşanların varlığı müthiş bir güvensizliğe sebep olmuş, her yerde türeyen ‘’casus avcılığı’’ çılgınlığı sonucu herkes birbirini ihbar etmeye başlamıştır. Her zaman asık suratlı düşülen istihbarat alanında komik olaylar da yaşandığı bilinmelidir. Bu olaylardan birisi “Dünya Casusluk Tarihi Ansiklopedisi”nde şöyle anlatılır. ‘’Savaş yıllarında İngiltere’de güvensizlik o kadar yaygınlaştı ki, Alman yayınlarını dinlemekle görevli ekip kendini cezaevinde buldu. Durum anlaşılınca, aynı gün serbest bırakıldılar ama gece yarısı soluğu gene demir parmaklıkların ardında aldılar. Olup bitenlerden iyice sinirleri bozulup, korkan zavallı telgraf görevlileri, yanlarına resmi elbiseli bir subay verilmedikçe yollarına devam edemeyeceklerini söylediler. Resmi makamlar bu isteği kabul ederek refakatçi bir subay gönderdiler. Ama ertesi gün sabahın ilk saatlerinde bir başka cezaevinden şu mesaj geliyordu. ‘’Otomobilli üç Alman casusu yakalandı, yanlarında bir telsiz cihazı var. İçlerinden biri İngiliz üniforması giyiyor.’’
Türk “gizli teşkilatının” en gözü pek adamlarından Seyfi, Almanlara yakınlaşabilmek için çift taraflı çalışan Yahudi kökenli dansöz bir kadını kullanmayı düşünmektedir. Kadının Yahudi kökenli olduğunun film boyunca vurgulanması Almanlara kolaylıkla ihanet etmesi için geçerli bir sebep olması gerektiğinden ve kadının dans ederken gösterilmesi, casusluk yapan bütün kadınların dansöz olduğunun zannedilmesinden kaynaklanıyor olabilir. Kadının ona Seyfi diye hitap etmesinden, bu gözüpek ajanın önüne gelene gerçek adını vermekte sakınca görmediği ve düşük profilli kalamadığı anlaşılır. Seyfi’nin istediği bilgilere sahiptir ancak ona da ihanet etmeyeceğinin garantisi yoktur ve ikili oynayan her ajanın başına geldiği gibi, beklenmedik bir şekilde açık vermesi sonucu öldürülür.
[box type=”note” align=”aligncenter” class=”” width=””]
‘’Casuslukta kadınlardan da çok faydalanılır. Romanya’da Fransızlar, işgalden sonra Almanlar yüzlerce kadın casusla iş gördüler. Beyoğlu âlemlerinde kadın casusların bilgi almak ve propaganda yapmak hususundaki hizmetleri Birinci Dünya Harbi’nde büyük olmuştur. Bunlar şu durumda bile varlıklarını sürdürmektedirler. Fuhuş ve para karşılığı çok şey yapılabilir. Subaylarımızın özellikle kurmay subaylarımızın yabancı kadınlarla ilgilenmesi ve evlenmesi affedilemez bir suçtur.’’ (Kazım Karabekir, Gizli Harp İstihbarat) [/box]
Seyfi’nin ikinci görevini yerine getirebilmesi için Alman hastanesine girmesi gerekmektedir. Bunun en uygun yolunun yaralı gözükmek olduğuna karar veren Seyfi bir arkadaşından kendisine ateş etmesini ister. Arkadaşının cesaret edememesi üzerine tabancayı alarak kendini kalbinin hemen üzerinden vurur ve hiçbir şey olmamış gibi yürüyerek hastaneye gider. Kendisini ameliyat edecek olan doktorun güzelliği karşısında yıldırım aşkına tutulan Seyfi kendisine narkoz verilmemesini ister. Doktorun ‘’acıya nasıl dayanacaksınız’’ sözlerine ‘’sizin güzelliğinizi seyrederken acıyı hissetmem’’ diye karşılık veren binbaşının bir ‘’insan’’ olduğu ve az da olsa acı çektiği ameliyat esnasında arada bir yüzünü ekşitmesinden anlaşılır.
Romanda, Seyfi’nin Alman hastanesine girişi doğum yapmak üzere olan bir kadına eşlik etmek suretiyle gerçekleşmiştir. Bu kurgunun yirmi beş yıl sonra çekilen filmdeki ‘’soytarılıktan’’ daha iyi bir bahane olduğunu söylemeliyim. Mesela, Askeri Ceza Kanunu ‘’Kendisini kasten sakatlayan veya kendi rızasıyla bu hale getirten’’ kişinin bir ila beş yıl arasında hapisle, fiil seferberlikte yapılmışsa on seneye kadar ağır hapis, düşman karşısında yapılmışsa ölüm cezasıyla cezalandırılır’’ demektedir. Yaptığı işin sonuçları ihanete ve idama kadar gidebilecekken ‘’cesur’’ olduğunu göstermek için kendini kalbinin üstünden vuran bir adamı niteleyecek sıfat kahraman değil ‘’ahmak’’ olmalıdır.
Akşam olunca Seyfi gizlice odasından çıkar ve hastaneyi araştırmaya başlar. Hastanenin bodrum katı silah ve cephane ile doludur ancak nedense tek bir nöbetçi bile yoktur. Yanlışlıkla bir cephane sandığını düşürmesiyle ortaya çıkan gürültüye koşup gelen birkaç adamla ameliyattan yeni çıkmış olmasına rağmen mücadele eder ve yüzünü göstermeden kaçmayı başarır. Seyfi kendini ameliyat eden doktora âşık olmuştur. Sabah vizite için odasına gelen kadına güzel sözler söylemeye, onu etkilemeye çalışır. ‘’Tabiat güzel kadınları sevmek ve sevilmek için yaratmıştır, doktor olmak için değil’’ demesiyle birlikte kadın yelkenleri suya indirir ve Seyfi’nin aşkına karşılık verir. Birbirlerine sarılsalar da kadın ‘’biz ayrı dünyaların insanlarıyız, lütfen bunları unutalım’’ diyerek uzaklaşmak ister ancak iş işten geçmiştir. Seyfi kadının, kadın da Seyfi’nin ‘’ajan’’ olduğunu bilmeden bir aşka yelken açarlar.
Filmin asıl izleği bu aşktır ancak film samimi ve gerçekçi olmaktan çok uzaktır. Örneğin hiçbir Türk askerinin hele kurmay bir subayın uzun saçlar ve uzun favorilerle üniforma giyebilmesi mümkün değildir. Bu durumun başta oyuncu ve yönetmen olmak üzere film ekibi tarafından bilinmemesi mümkün olamayacağına göre böyle bir saçmalığa göz yumulması yaptığı işe hakkını vermenin yeterince değerli sayılmaması ve seyircinin umursanmamasıdır. Aktörün bir rol için saçını kesmesi, görünüşünde değişiklik yapması veya rolüne çalışması Yeşilçam’a yabancı bir olgudur. Çünkü Yeşilçam jönü, rolün kendisine uydurulması gerektiğini düşünür kendisinin role uyması gerektiğini değil.
Alman ajanı olduğunun er geç ortaya çıkacağını ve aşklarının uzun ömürlü olamayacağını sezen kadın ‘’Belki de bir daha kollarının arasında saadetten titreyemeyeceğim’’ diyerek Seyfi’ye sarılır ancak ‘’kudretli’’ Seyfi ‘’kurt’’ bir ajan olmanın kendisine kazandırdığı soğukkanlılık, kararlılık, ihtiyat ve tecrübe gereği ‘’teşkilattan’’ Hilda’nın araştırılmasını istemiştir. Yapılan araştırmada kadının ‘’şüpheli hareketlerine rastlanılmaması’’ sevgilisi masum çıkan Seyfi’yi çok mutlu etmiştir. Almanların gizli işgal planından anından haberdar olan ve her türlü karşı tedbiri aldığını iddia eden ‘’gizli teşkilat’’ nedense kardeşi Alman Konsolosluğu’nda, kendisi ise bodrumunun cephanelikten farksız olduğu ortaya çıkan Alman hastanesinde çalışan kadın hakkında hiçbir şey bilmez. Ayrıca Seyfi böyle bir araştırmayı neden istemiştir? Kadının bir ajan olduğu ortaya çıksa ilişkisini bitirecek midir yoksa vatanına ihanet etmeyi göze alarak gizleyecek midir? İçinde şüphenin istediği haberi alan kadar aşkından üstün geldiğini söyleyebiliriz. ‘’Teşkilattan’’ gelen rahatlatıcı haber Seyfi için ‘’âşık olabilmesi’’ için verilen izin sayılabilir. Böylece korkularından arınan Seyfi, Hilda’yı büyükannesi ile tanışmaya götürür. Kazım Karabekir’in subayların yabancı kadınlarla ilgilenmesi affedilemez sözleri hatırlamak yerinde olacaktır.
Alman albayın ‘’kendileriyle dalga geçtiğini düşündüğü’’ Türk gizli teşkilatının önde gelen bir ajanının kimliğini açığa çıkarmasına ramak kalmıştır. ‘’Temas’’ etme görevi Hilda’ya verilen bu adamın Seyfi olduğu henüz bilinmemektedir. Almanların kendisini deşifre etmeye çok yaklaştığı Seyfi’ye iletilmiş olsa da, hiçbir tedbir almaya gerek duymaz. Kimliği açığa çıkmadan önce Seyfi ile Hilda’yı öpüşürken gören erkek kardeşinin ‘’Bir Türk ile ilişki kurman vatana ihanet sayılır’’ demesine ‘’Unutma ama ben bir kadınım’’ diye cevap vermesi unutulması güç anlamsız repliklerden bir diğeridir. Zaten film, erkeğin ısrarlı öpüşüne ve gücüne karşı koyamayan hatta bu durumdan memnun kalan hırçın kadının zayıflığının farkında olduğunu bilmesi gerektiğini düşünen ve kadını ikinci sınıf gören, erkek egemen bir bakış açısıyla çekildiğinden fazla kurcalanması bir anlam ifade etmez.
Gizli teşkilatın en önemli adamının Seyfi olduğu ortaya çıkınca şaşıran Hilda ‘’demek benimle görev için âşık rolü oynadın’’ der. Birbirlerini suçlasalar da aşk üstün gelir. Hilda albaya aradıkları adamın o olmadığını söyler. Seyfi de Türk makamlarına ihbarda bulunmaz. Erkek kardeşi Hilda’ya inanmaz ve kadına işkence etmeye başlar. Hiçbir şey söylemeyen kadının işbirliğine yanaşmaması ancak geçmişteki yararlılıklarından dolayı öldürülmek yerine Alman komandolarını getirecek olan gemiye bindirilerek geri gönderilmesine karar verilir.
Alman komandolarını getiren bir şilebin boğazlardan gireceği öğrenilir. Türk gizli teşkilatı bu çıkarmayı engelleme görevini emrine bir denizaltı tahsis ettiği Seyfi’ye verir. Denizaltı tarafından tespit edilen gemiye çıkan Seyfi ‘’Türkiye’yi işgal edebilecek kabiliyette’’ bir gemi dolusu komandoyu kısa bir sürede ‘’teslim alır.’’ Gemide Hilda’yı gören ve kendisini kandırdığını düşünen Seyfi kadına yüz vermez. Almanya’dan Türkiye’ye gelen açık denizdeki bir gemiye Hilda nasıl ve ne zaman binmiştir, kesinlikle mantık açıklayamayacağı gibi “bir şekilde binmiş işte, sorgulamaya ne gerek var’’ şeklindeki umursamazlık ve aymazlık burada da kendisini gösterir.
Türkiye işgal etmek üzere hareket geçen Alman komandoların gemiyle geliyor olmaları Birinci Paylaşım Savaşı’na girilmesine sebep olan Yavuz ve Midilli emrivakisine bir gönderme sayılabilir mi, bilemiyorum. Muhsin Ertuğrul, anılarında savaş yıllarında İstanbul Boğaz Komutanlığı ile yazışmanın çok kolay olduğunu çünkü Komutanlığın adresinin “O.M. Berlin C.2” olduğunu yazıyor. Elli yıl önceki savaşta genelkurmay başkanlığını bir Alman generalinin yaptığı, yirmi beş yıl önceki savaşta ‘’İngilizlerle müttefik, Almanlarla dostuz’’ denildiği bir ülkede Alman karşıtlığına gelinmiş olmasının büyük bir başarı olduğunu söylemeliyim.
Gemideyken Seyfi’nin Hilda’ya, ‘’emrediyorum, kımıldama’’ hitabına karşılık ‘’ben bir kadınım, emir almam’’ demesine karşılık ‘’ben de bir askerim ve emir veririm’’ şeklindeki absürd yanıtı Seyfi’nin askerlikle uzaktan yakından ilgisi olmadığı gösterir. Askerlik mesleği özünde emir verme değil emir alma mesleğidir. Emir-komuta zincirinde emir vermeksizin değil emir almaksızın bir iş yapılmayacağına göre henüz binbaşı rütbesindeki bir adamın böyle bir özgüvenle konuşması nasıl mümkün olabilir, bilemiyorum.
Seyfi harekâtı ‘’akim bıraktığını’’ ve sınır dışı etmek üzere ‘’enterne edildiğini’’ söylediğinde Alman albay ‘’iyi başardınız binbaşı’’ diye iltifat ederek Türk’ün gücü karşısında boyun eğmekten başka çaresi olmadığını itiraf eder. Bir fırsatını bulan albay adamlarına gizlice intikamını almak için kendilerini yenilgiye uğratan Seyfi’nin öldürülmesi gerektiği emrini verir. Görevi üstlenen Hilda’nın aşkı üstün gelir ve Seyfi’yi öldüremez. ‘’Benim eşsiz kudretli sahibim’’ dediği sevdiği adamın kollarında titreyen Hilda onunla sevişir ve ‘’bakire’’ olduğu anlaşılır. Hilda’nın şahsında Almanların kendilerine kudretli bir ‘’koca’’ bulduklarını söyleyebilir miyiz acaba? ‘’Niçin bana söylemedin’’ diyen ve kadının bakire oluşuna şaşıran Seyfi kendini sorumlu hisseder. Erkek egemen bakış açısıyla çekilen bu sahneyle, erkeğe her şeyin serbest olduğu, kadının ise ‘’sırtının yere gelmemesinin’’ gerektiği şeklindeki ikiyüzlü ve aşağılık zihniyet filmde kendisine yer bulmuştur diyebiliriz.
İstihbarat ödeneği bulunmadığı durumlarda kritik yerlere zengin subayların gönderdikleri bilinmektedir. Zengin olduğu belli olan Seyfi, parasını kendi cebinden harcıyor olmalıdır çünkü fakir bir devletin her ajanına viski alacak kadar parasının olmayacağını düşünüyorum. Sınırsız yetkiye sahip ve devletin tüm imkânlarını kullanabilen Bond karakterinin çekici gelmiş olması üzerine benzer bir karakter yaratılmaya girişildiğini ancak ortaya karikatür bir tip çıktığını düşünüyorum. Emrine denizaltı verilen Seyfi koca bir gemiyi lastik botla durdurması komedi değil trajedidir. Bond karakteri kapitalizmin bekçiliğini yaparken ve bu misyona uygun olarak son teknoloji ürünlerini kullanırken Seyfi modern olan hiçbir şeyi kullanmaz. Pardösü giymekle ve viski içmekle ajan olunacağını zanneden zihniyetin karikatürden ileri gidemeyen Seyfi karakterinde ne bir zekâ pırıltısına ne de bir tutam yeteneğin izine rastlanır. Filmin başlangıcındaki silah, silah tutan el ve siluetler görüntüleri James Bond filmlerine özenildiğini açıkça ortaya koyar. Esinlenme ve etkileşimlerin olması doğaldır ancak doğal olmayan Bond’un ucuz, bayağı ve sıradan bir kopyasının ‘’en iyi film’’ olarak ödüllendirilmesidir. Batı’da verilen ödüller ne kadar yozlaşırsa yozlaşsın, hiçbir Bond filmi “en iyi film” ödülü alamayacaktır. Zaten hiçbir Bond filmi de, yapımcısından yönetmenine, oyuncusundan set çalışanına kadar, en iyi film ödülü için yarışmayacaklarını “bilir.” Salt bu örnek bile ülkede verilen ödüllerin seviyesini göstermeye yeter.
“Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni” isimli muhteşem filmde yönetmen Haşmet Asilkan’ın filmini tamamlayabilmek için ‘negatif’’ çalmak zorunda kaldığı sahne aklıma geldikçe, Ankara Ekspresi’nin değil ödüle layık görülmesi, çekilmiş olmasının bile harcanan emeğe yazık edildiği düşüncesini zihnimden atamadığımı söylemeliyim. Türk sinemasının en uyduruk, geriletici, komik bile denemeyecek kadar yoz ve palavracı filmlerinden olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Tabii birileri böyle bir film çekebilir, kimse karışamaz ancak böyle bir saçmalığı ödüllendirmek ne anlama geliyor, hala anlamış değilim.
Öteki Sinema için yazan: Salim Olcay
Kaleminize sağlık…
Süper yazmışsınız