Korku sevdalıları bu filmi uzun süre beklediler, beklemekte de haklılardı. Sonuçta The Conjuring gibi nitelikli bir işin en cazibeli öğelerinden biri için yapılmış bir filmden bahsediyoruz. Paranormal bir mevzuyu The Conjuring bu kadar iyi kotarıyorsa lanetli bebek gibi her daim gerilimli bir konuda aynı ekip şaha kalkmaz mı? Öyle olmuyormuş sevgili okurlar, ben bunu anladım. Annabelle benim için hüzünlü bir deneyim oldu. Seyrettiğim için pişman değilim, bazı noktalarda harika gerilim sekansları yakaladım. Lakin büyük çerçevede yeni bir şeye denk gelmedim, aklımda (bu filmde yönetmen değil de yapımcı koltuğuna oturmuş) James Wan’ın diğer işleri kadar yer edinmedi.
Öteki Sinema için yazan: Yigilant Kocagöz
Özet ile pek vakit kaybetmeyeceğim çünkü mevzu basit: Bir oyuncak bebek var ve bu lanetli. Nasıl bir lanetimiz var, tam olarak neler dönüyor, bunlar zaten filmin anlatmaya çabaladığı şeyler. Hikayemizin 1967 yılında ve mutlu mesut bir ailenin oyuncak bebeğimizi satın almasıyla başladığını söyleyeyim sadece.
Filmle ilgili görseller insanın aklına doğal olarak meşhur Chucky’i akla getirmekte. Ne var ki Annabelle’in Chucky efsanesiyle uzaktan yakından alakası yok. Hatta pek çok korku filminden yararlanıldığı çok bariz olmasına rağmen yönetmen John R. Leonetti sanki itinayla Chucky efsanesinden uzak durmuş gibi geliyor. Bunu bir artı ya da eksi olarak görmüyorum, sadece peşin yargılara düşülmemesi için belirtmiş olayım.
Annabelle’de yönetmen koltuğunu James Wan’ın Leonetti’ye bırakması önemli bir değişiklik. Bu aynı zamanda biraz gerginlik yaratıcı bir durum, sonuçta yönetmen olarak önceki işleri sadece Mortal Kombat: Annihilation ve The Butterfly Effect 2 gibi sönük devam filmleri olan bir isimden bahsediyoruz. Ancak Leonetti kariyerini görüntü yönetmenliği ile geliştirmiş bir sinemacı, James Wan’ın önceki pek çok filminde görev aldığı için Annabelle gibi bir projenin başına getirilmesi kadar doğal bir durum da yok. Zaten Annabelle’yi seyrederken de The Conjuring ya da Insidious filmleriyle adeta göbekten bağlı bir atmosfer içindeyiz, bu konuda hiçbir sıkıntımız yok. Ne var ki görselin kalitesi işleri toparlamıyor. Filmin ilk kısmındaki gerilimli birkaç sahneyi ayrı tutarsak Annabelle’de uzun süre oyuncak bebekle alakalı bir olay dönmüyor. Ortada bazı paranormal hadiseler var ama filmin esas öğesi ile bağlantılar kurulamamış vaziyette. İkinci yarıda ise film kolaya kaçarak her şeyi bir The Exorcist çeşitlemesine dönüştürüyor ve ne yazık ki bu kısımda sunulan hiçbir yenilik yok. Filmin ikinci yarısı kimin başına ne geleceği az çok belli ilerlemekte.
Yukarıda da lafını ettiğim üzere filmin anaakım korku sinemasından beslendiği pek çok nokta var, ancak bu beslenme ortaya yeni bir ürün vermemekte. Filmin protagonisti Mia Form’un hikayeye hamile başlaması net bir Rosemary’s Baby olayı. Bu hamilelik şahane bir gerilim kaynağı olabilecekken aşırıya kaçmaktan ürkülüyor (hamile bir kadını doğaüstü fenomenlerle taciz etmek seyirciden tepki alabilir bir olay sonuçta) ve bu hamilelik ikinci yarıda “yeni bebek sahibi anne” şekline evriliyor. Sonrasında eklemlenen rahip karakteri, Mia’nın açıkça itiraf etmese de “inançsız” bir kadın olması ve filmin final bölümü sadece The Exorcist’in yaptıklarını 40 sene sonra yeniden keşfetmek olmuş. Filmdeki Mia harici tüm karakterler (baba, rahip, Afroamerikan komşu) akılda kalmayacak ölçüde stereotipik. Aslında Mia’nın da orijinal olduğu söylenemez, kadim korku filmi kuralları gereği kadın ve anne olduğu için hep paranormal bir taciz altında ve kendini çevresine inandırmak zorunda. Aslında filmin şu günlerden beklenmeyecek ölçüde muhafazakar bir çizgisi olduğunu söylemek de yanlış olmaz, seyredip kendiniz değerlendirin.
Annabelle’nin hikayesi sıkıcı değilse de bir özgünlük barındırmıyor. Oysa film boyunca hikayenin bağlanabileceği bir dolu ilginç fikir kendini gösterip durmakta idi. Pek çok noktada filmin beni şaşırtmasını (korkutmasını değil, şaşırtmasını) bekledim ancak dileğim gerçekleşmedi. Film elindeki potansiyelin bilincinde olduğuna dair küçük sinyaller verdi ama sonra hiç bu potansiyeli canlandırabileceği sapmadı. Hal böyle olunca Annabelle’i seyretmiş olmak işin sonunda bana çok şey ifade etmez oldu.
Bu arada Annabelle’yi de fragman mağduriyetine uğramış talihsiz filmler listesine koyabiliriz. Filmin en stil sahibi sahneleri fragmanda resmen hunharca harcanmış. Özellikle küçük kız görünümlü gizemli varlığın koşarak kapıdan geçtiği sahnede hiçbir heyecan duyamamak beni yapımcılar adına üzdü. Fragman gazabı olmasaydı bu sahneden büyük keyif alabilirdim. Buna rağmen filmdeki iki gizemli çocuk ve çizdikleri resimler üzerine kurulu sekansa ise bayıldım. Tam filmin yavaş ritmine uygun,o yavaşlığı manalı bir şekilde değerlendiren cinsten bir sekanstı, keşke böyle hareketlerimiz daha bol olsaymış.
Peki son kararımız nedir? Annabelle her şeye rağmen seyredilir bir film. Film hakkındaki eleştirilerin iki kutupta birikmesi, nefret edeni gibi seveninin de bol olması biraz bunu gösteriyor. Ben nefret etmedim, sadece hayalkırıklığına uğradım. Peşinen söylemek lazım, riskli bir filmden bahsediyoruz, çok sevebileceğiniz gibi seyrettiğinize pişman olmanız oldukça olası. Bence gerçekten merak ediyorsanız oturun seyredin ama biz bu hikayeyi zaten The Exorcist’te çok kaliteli bir şekilde dinlemiştik. Meşhur bir laf vardır ya hani “eğer bozuk değilse niye tamire uğraşıyorsun?” diye, iş aslında o hesap. Zaten Annabelle bir şeyleri onaracak nitelikte de değil.
Çok beğenmesem de yine de vakit geçirmek için izlenebilir bu film. İzlerseniz iyi vakit geçirirsiniz yani.