Günümüzde cins cins sanat akımlarının ve de sanat kirliliğinin orta yerinde, içinde bulunduğumuz post modern çağda (kimilerine göre de hiperrealistik), sanatın ve sanat eserinin ne olduğu büyük bir tartışma konusu. Öyle ki sinemanın sanat olup olmadığı bile tartışılır oldu. Ancak yine de hala hemen hemen her tür sanat çevresinde kabul görmekte olan görüşe göre, bir sanat eserini sanat eseri yapan özelliklerin başında tartışma yaratması (münakaşa değil) ve ilham verici olması geliyor. Ben de bu görüşe katılıyorum. Bu yönüyle ele aldığımızda, çağımızın en önemli yönetmenlerinden Lars Von Trier’in Andrey Tarkovsky’ye adadığı ve bir korku – gerilim filmi olma iddiasındaki son filmi Antichrist; başarılı bir film olmasının yanında, doyurucu bir sanat eseri olmayı da başarıyor.

01 (2)Danimarkalı yönetmen Lars Von Trier, aslında korku ya da gerilim sineması izleyicisinin yabancı olduğu bir yönetmen. Hatta 2004 yılında “Kingdom Serisi”ni çekmemiş olsaydı, belki de bu izleyici tarafından hiç bilinmeyecekti bile. Trier’ın sinema kariyeri gerçek anlamda, 1991’de çektiği Europa ile başlıyor. Europa, politik bir “sanat filmi” ve özellikle Kuzey Avrupa Sineması için önemli bir mihenk taşı. Bu yönüyle de dünyanın dikkatini bu Danimarkalı yönetmenin üzerine çekmeyi başarıyor. Bu başarının ardından Trier, hayatî bir hamle yapıyor ve bazı yönetmen arkadaşlarıyla birlikte 1995 yılında Dogma 95 Manifestosu’nu ilan ediyor.

Bazı sanat çevrelerine göre duble sanat filmi, çifte kavrulmuş ömür törpüsü ve ultra can sıkıntısından ibaret olan Dogma 95 filmleri kısaca; doğal ışıkta, genelde el kamerası ile çekilen, sahnenin cereyan ettiği doğal ortamda yoksa eğer müziğe yer vermeyen, aksiyonu ve herhangi bir türe aitlik hissi olmayan ve hayatın kendisinden bile daha sıkıcı “sanat filmleri” olarak tarif edilebilir. Yani Hollywood filmlerinin hormonlu yapaylığına karşılık, yüksek dozda doğallığı ve sıradanlığı savunur. Örneğin Lars Von Trier’in 1998’de çektiği Idiots, Dogma 95 filmlerinin en önemli örneklerindendir. Hatta kimilerine göre, bu akımın başyapıtıdır. Ayrıca bir sanat eserini sanat eseri yapan en büyük özelliklerden birine daha sahiptir Idiots; tartışma yaratıcı olmak. Bu yönüyle, sinema tarihinde bir çığır açmış; kimilerince dahiyane bulunmuş, “politik ve sanatsal bir eylem” olarak nitelenmiş ve ayakta alkışlanmış; ama kimilerince de “pornografik bir deli saçması” olarak nitelenmiştir.

Trier, 2000’de çektiği ve Björk’ün başrolde yer aldığı filmi Karanlıkta Dans’la beraber, Dogma 95’ten de yavaş yavaş sıyrılmaya, Dogma 95’i amaç değil de araç olarak kullanmaya başlıyor. Bu hareketi de yine başka bir tartışma yaratıyor. Kimi sinema ve sanat çevreleri bu vazgeçişi onaylamazken, kimileri de bu kararın çok da isabetli olduğunu savunuyorlar. Şahsen ben de bu ikinci gruba dahil olduğumu söylemek istiyorum. Ve bu noktadan sonra Trier’in sinemasının adım adım yükseldiğine, hatta tırmandığına inanıyorum.

Bazı eleştirmenler ve sanat çevreleri Trier’in başyapıtının 1996 yapımı Dalgaları Aşmak olduğunu savunuyor. Bazıları, başyapıtın Idiots olduğunu, kimileri de Karanlıkta Dans olduğunu… Ancak bence Trier, zaman içinde çektiği filmlerle sürekli kendini yenilediğini ve aştığını, her yeni filminin bir öncekini egale ettiğini kanıtladı. Bu bakımdan da Trier’in en son başyapıtı, 2009 yapımı son filmi Antichrist’tır. Antichrist, Avrupa Sinemasının o mesafeli ve soğuk tavrını sonuna kadar taşıyor. Ayrıca yeni dalga Avrupa Korku Sineması için de oldukça sağlam bir referans oluşturuyor.

500465.1020.A

Başrollerini, daha doğrusu cenaze sahnesindeki figüranlar hariç tüm rolleri Willem Dafoe ve Charlotte Gainsbourg’un paylaştığı Antichrist, çocuklarını kaybeden bir ailenin bu kayıptan sonraki travmasını konu ediniyor. Anne ve baba ateşli bir sevişme yaşarlarken, daha 3 – 4 yaşlarındaki oğulları pencereden düşüp hayatını kaybediyor. Bunun üzerine özellikle anne, suçluluk duygusu kaynaklı çok derin bir bunalıma sürükleniyor. Ne tesadüf ki, baba da bir terapist ve eşinin travmasını iyi etmek için onu alıp doğanın içine, bir kulübeye götürüyor. Sadece ikisinden başka kimsenin bulunmadığı bu kulübede, olaylar çığırından çıkıyor ve iyileşmesi beklenen anne, daha da deliriyor; giderek saldırganlaşmaya başlıyor.

Böylesine sıradan, vasat ve video için çekilen 3. sınıf Amerikan korku filmlerinde rastlanacak bir konudan bir başyapıt yaratan ise, hem Trier’in konuyu ele alışındaki dehada, hem de özellikle de Charlotte Gainsbourg’un kusursuz ve tek kelimeyle büyüleyici oyunculuğunda gizli. Ayrıca bu ele alış ve filmin bütünü, Trier’in Dogma 95’i aslında nasıl da içselleştirdiğini ve Dogma 95 kurallarını kullanmadan, ruh olarak nasıl da bir Dogma 95 filmi çekebileceğini gösteriyor. Çünkü film, aynı konuyu ele alan boyalı Hollywood filmlerinin aksine; yaratmayı başardığı hiperrealist ortam ve görselliği, şiirsellik ve mükemmellik sınırlarını zorlayan atmosferi sayesinde, gerçek bir şok etkisi yaratıyor. Öyle ki, filmin kendisi neredeyse, olası gerçek bir vakanın kendisinden bile daha gerçek.

09

Bunun yanında Antichrist, tıpkı bir Dogma 95 filmi gibi tek bir türe ait bir film, yani bir tür filmi de değil. Aynı zamanda hem bir psikolojik gerilim, hem de bir vahşet filmi olmayı başarıyor. Üstelik psikolojik derinliği bakımından yaptığı felsefik eleştiri ile, politik bir dram olmayı bile hak ediyor. Buradaki politik duruştan kasıt, siyasi bir film olması değil kuşkusuz. Ama aktardığı olayı kavrayışı ve aktarış yöntemi, filmi politik kılıyor. Çünkü aslında kurduğu denge, kadın – erkek arasındaki dengeye eş değer. Çırılçıplak bir sevişme sahnesiyle açılan film, aslında pekala da Adem ve Havva’ya bir gönderme içeriyor. Çocuğun bu sırada hayatını kaybedişi, “Büyük Günah”ı çağrıştırıyor. Ayrıca doğanın ortasında “insan doğası”nı ve “kadın doğası”nı irdeliyor oluşu, gene hiçliğin ortasındaki bir Adem ve Havva imgesi gibi. Gittikleri ormanın, doğal parkın adı da “Eden” üstelik. Ve nihayet ilerlerken irdelediği “kadının günahkarlığı” konusu ise, yüzyıllardır hem dinlerin hem de toplumların tartıştığı en büyük problemlerden. Çünkü kadın, günahın kaynağı görülmenin yanında hem de doğurgan olma, yani yaratıcı olma özelliğini taşıyor. Bu bakımıyla da aslında “doğası gereği”, korkutucu bir varlık.

04hj

Trier, filmi Önsöz/Giriş bölümünden sonra, 4 ana bölüme ayırmış. Keder, Acı, Umutsuzluk ve Üç Dilenci bölümleriyle yukarıda bahsettiğim konuları tartışıyor. Önsöz bölümü, sinematografik açıdan, sinema tarihinin en etkileyici sahnelerinden birine sahip. 1. Bölüm Keder’de, annenin hastanedeki ve evdeki acı ve keder dolu günlerine tanıklık ediyoruz. Çocuğunun ölümüyle bir türlü başa çıkamıyor. Ve terapist kocasının yardımıyla, içsel yolculuğu başlıyor. 2. Bölüm Acı (Alt başlık: Kaos Hükümdarlığı), Eden Park’taki ilk bölüm. Acının kaynağı da, annenin korkularıyla yüzleşmeye başlaması. Ancak anne korkularıyla yüzleştikçe, terapist eşinin iddia ettiği gibi onlardan kurtulmak yerine, onlara geri dönüyor. Bu da aslında modern tıbbın yöntemlerine bir eleştiri sayılabilir. Kadın, karanlık yönüne dönüyor bu bölümde usulca. Ve aslında yeniden! Kadının iyileştiğini sandığı ve karanlık yönüne dönüşümün tamamlandığı o anda, erkek de çocuklarının ölümüne dair sır perdesini aralamış oluyor. Tilkinin “Kaos hüküm sürecek” diyerek haber verdiği 3. Bölüm Umutsuzluk’ta (Alt başlık: Kadın Katliamı), aniden bastıran yağmurla beraber, fırtınanın da yaklaşmakta olduğunu seziyoruz. Umutsuzluk ve kaos, iki karakteri de kavurmaya başlıyor. İnsan doğasına ve kadın doğasına inme çabasıyla, Kadın Katiamı’nın sırrı açılıyor ve film bu noktada, kadınla beraber dönüşüyor. Ve şiddet açığa çıkıyor. 4. Bölüm Üç Dilenci, filmin düğümünün nihayet çözüldüğü son bölüm. Ve 3. bölümle birlikte şiddet öğelerini en çok barındıranı.

08

Filmin genelini çok beğenmeme rağmen, son bölümde biterken ortaya çıkan ve Eden’in yamaçlarından aşağıya doğru inen bir sürü kadını, oldukça yapay ve eğreti bulduğumu da söylemek istiyorum. Anlamsız bir Alice Harikalar Diyarında etkisi yaratıyor. Öte yandan söylemekte fayda var, film sonlandığında hissettirdiği duygu bir rahatlama ya da huzurdan çok, dişlerdeki kasılmanın dalga dalga azaldığını fark etmek oluyor çünkü. Ancak zihinde bıraktığı sorular ve gözlerde canlanmaya devam eden sahneler akılları kurcalamaya devam ediyor.

05

Kişisel bir not olarak eklemek isterim ki, çiftin çocuklarının ölümünün esas nedenini öğrendiğim an, çok ender korku filminde rahatsız olduğum kadar rahatsız oldum. Ayrıca bölümlerin her biriyle ilişkilendirilmiş hayvan imgelerinin (geyik, tilki ve karga) ortaya çıkış anları da beni bir o kadar etkiledi ve aynı zamanda rahatsız etti. Belki de artık sıkıldığımız “Korku filmi nedir?” tartışmasına girmek istemiyorum. Ancak Antichrist; Fabrice Du Welz’in sinemasını, ya da genel anlamda Avrupa Korku Sinemasını, hatta David Lynch’in derin psikolojik yanını, Michael Haneke’nin filmlerindeki seyirciyi bıçaklama etkisini, içsel ve yoğun psikolojik imgeleri ve çözümlemeleri sevenlerin büyük bir zevkle izleyebileceği bir film. Bunun yanında aslında yüksek dozda irite edici şiddet de içeriyor.

blank

Ezgi Aksoy

Sinema yolculuğu 80’li yıllar korku filmleriyle başladı. Ucuz filmlerle büyüdü. Sinema, yazından sonraki en büyük tutkusudur. Şuan LeMan, yeniHarman ve Bayan Yanı’nda araştırma dosyaları ve populer kült yazıları yazmakta ve medeniyet üzerine kafa yormaktadır.

22 Comments Bir yanıt yazın

  1. Belki de bana hitap etmediğinden olsa gerek beğenmedim. Lars Von Trier’in adını sıkça duymama rağmen hiç bir filmini seyretmemiş olmam da bir neden olabilir. Bunun dışında hakkını vermem gereken bir kaç şey var. Öncelikle yaratılan atmosfer çok iyi. Willem Dafoe ve Charlotte Gainsbourg’un ikisi de harika oyuncular. Zaten filmi taşıyan diğer bir etmen de iki oyuncunun mükemmel performansları olmuş.
    Alakasız olarak bir de şunu söylemek istiyorum:
    Nerde 21 Grams’daki tatlı Charlotte Gainsbourg, nerde Antichrist’taki çöküntüye uğramış nerdeyse 30 yaş yaşlı gözüken Charlotte Gainsbourg…

  2. Lars von Trier’i sevmedim, sevemedim hiçbir zaman. Filmlerine başlayıp, ilk 15 dakika içinde daralarak izlemekten vazgeçmiş bir izleyici olarak; Willem Dafoe’cuğumun hatırına bunu da izlemeyi planlıyorum. Umarım bu defa sonuna kadar dayanabilirim.

  3. Çok teşekkürler Ezgi bu filmi yazdığın için!

    1) Antichrist bu sene izlediğim ya en güzel film, ya da en güzel 2-3 filmden biri! (ki bu sene 300 film izlemişimdir rahat)

    2) Ezgi haikaten çok ama çok güzel yazmış bu yazıyı. Ezgi’ye bir çok noktada sonuna kadar katılıyorum. Film kesinlikle tek bir türe ait bir film, yani bir tür filmi de değil. Çocuğun gerçek ölümünün anlaşıldığı sahne benim de uzun süredir hissetmediğim keskin bir korku hissettirdi bana. Ve üçüncüsü, filmin finalindeki kompozisyonu çok yapmacık buldum ve beğenmedim. Çok sevindim Ezgi’nin bu noktalara değinmiş olmasına

    3) Burda Londra’da film zevkine çok güvendiğim bir grup sinema eleştirmeni ve sinema insanı arkadaşım var. Hepsi de Von trier’den nefret ediyorlar. Çok enteresan. Şimdi burda iki kişi de Trier’den nefret ettiklerini yazınca merakım iyice arttı. Breaking The Waves ve Idiots hayatım boyunca izlediğim en güzel filmlerden ikisi! Nasıl oluyor da Trier’den nefret ediliyor.. biri bana anlatabilir mi acaba?

    4) Bu sene izlediğim en güzel 2-3 filmden bir diğeri olan VINYAN ile bu film arasındaki paralellikler ilgi çekici…

  4. Ezgi teşekkürler bu güzel yazı için. Film hakkındaki düşüncelerimi yazmışsın tek tek. Bana göre de açılış sahnesi ders olarak okutulacak kadar başarılı bir sahne ve sonlara doğru açıklanan asıl ölüm nedeni ise insanı çok rahatsız ediyor. Onun dışında ne beğendiğim bölüm Chaos Reigns oldu ancak sonrasındaki işkence sahneleri fazla geldi bünyeye. Grotesque bile beni bu kadar sarsmamıştı.

    Film ayrıca sadece bu iki oyuncu ile çekilebilirmiş gibi duruyor. Dafoeya gerçi çok yük binmemiş asıl olay Charlotte Gainsbourg’da. O narin fransız güzeli gitmiş yerine bambaşka biri gelmiş. Yine de hastasıyım.

    Can’ın dediği gibi Lars von Trier nasıl sevilmez anlamıyorum ben de Kingdom ve Karanlıkta Dans’ı çok beğenirim. Sırf şu filmdeki açılış sahnesi zaten Trier’in nasıl büyük bir yönetmen olduğunu gösteriyor.

  5. Trier’i sevmeyenler de onun bir dahi olduğunu kabul ediyor. Öte yandan zekası, egosu, yılların sinema birikimine rağmen olay yaratan çocuk imajından sıkılmıyor oluşu birilerini rahatsız ediyor olmalı. Ken Loach’u çok severim ama herkes Loach kadar ciddi, mantıklı ve tutarlı olmak zorunda değil. Öyle olsaydı sinema dünyası çok sıkıcı olurdu.

    DOGMA beyazperdede küçük çaplı bir format atma denemesidir, şahsen Idiots filmini hem aşağılık buluyor hem de çok seviyorum. Yönetmenin ilk filmlerine mesafeyle yaklaşsam da, Europa ve Krallık başyapıttır. Dalgaları Aşmak ve Karanlıkta Dans da melodram, müzikal gibi türlerin kurallarıyla oynadığı güçlü filmlerdir.
    Ben Antichrist’i daha sert, daha rahatsız edici bekliyordum galiba salonda ayılıp bayılanlardan sonra. Çok daha estetik, daha makul ve cool bir filmle karşılaştım. Korku filmi olarak bakarsak, türü derinlere çeken, moda deyimiyle ezber bozan bir film. Şeytanı dışarda, şeytaniliği insan eylemlerinin ötesinde arayan klasik mantıktan çok uzak. Erkek ve kadının şeytanın bahçesinde, doğanın göbeğinde imtihanı.

    Trier bir kez daha şematikleşmeye başlamış bir türe derinlik ve orijinallik kazandırıyor. Son olarak Trier’i sevmeme konusunda müzisyen, saf bir arkadaşın söyledikleri geliyor aklıma:

    “Aphex Twin’i sevmiyorum abi, dehasında şeytanı bir şeyler var. Ruhunu şeytana satmasa öyle müzik yapamaz…”

  6. Yazı oldukça açıklayıcı ve eleştirel olmuş yazan arkadaşı takdir ediyorum ilk olarak. Gerilim seven biri olarak bu film beni yeterince gerdi. Görsel anlamda ise ciddi anlamda şaşkınlığa uğrattığı sahneleri ağzım açık izledim desem yeri. Ama anlamadığım sahnelerin olduğunu da söylemeden edemeyeceğim. Belki de defalarca izlenmesi gereken filmlerden biri olarak görüyorum ve bir kez daha izlemekten kesinlikle çekinmem. Orijinal ve anlaşılmaz bir korku deneyimi olarak görüyorum bu filmi. Korku severler kaçırmamalı.

  7. Bu kadar geç kaldım cevaplamakta, çok yoğundum affola ve teşekkürler yorumlara :)

    Can, ben de senin gibi Breaking The Waves ve Idiots’un izlediğim en iyi filmlerden olduğunu düşünüyorum. Trier’in sinemasının ya sevilmesinin, ya da nefret edilmesinin nedeninin de işini çok iyi yapması ve sinemasına çok hakim olması olduğunu düşünüyorum. Kendi evrenini kurmada öyle başarılı ki, o evrene girenler ya çok seviyor ya da ürkerek nefretle kaçıyor. giremeyenler de zaten muhtemelen sevmiyor, ki bu evrene girememe meselesi bir kusur değil elbette.
    Vinyan, benim de bu sene izlediğim en iyi filmlerdendi. ve özellikle şu “doğadan uzaklaşma” ve “doğada kendini yeniden bulma” meselesi, şu son saçmasapan dünya döneminde benim de çok ilgimi çeken mevzular. bu iki filmin de bu konuya muazzam bir başarıyla eğildiklerini düşünüyorum.

    Masis, ben Grotesque’i henüz izlemedim. ama filmdeki işkence sahneleri beni filmin bütününden daha çok germedi gibi geliyor beni. daha doğrusu, beni geren işkence sahneleri miydi, yoksa bütün olarak konu mu, ya da çocuğun ölümü mü çözemedim. ve bu çözememe halini çok sevdim. hala ara sıra bunu düşünüyorum. neden gerildiğimi :))

    Ayrıca bu “DOGMA beyazperdede küçük çaplı bir format atma denemesidir” tespitini çok sevdim. öyle gerçekten ve isabetli de.. Ve Serdar Bey, yorumunuza genel anlamda katıldığımı da söylemek istiyorum aslında..

  8. Sevgili Ezgi, döktürmüşsün resmen. Bayıldım yazına, belirtmeden geçmemek istedim. Hele Trier seven biri olarak -en azından bu filmine kadar- yönetmenin hakkını vermişsin, ellerine sağlık. Hatta filme duyduğum nefret biraz olsun yumuşadı yazdıklarınla.

    Gelelim filmle ilgili duygularıma. Sevmek için çok zorladım kendimi. Çünkü Trier’siz sinemayı hayal bile edemiyorum. Dogma akımını akıl edenlerden biri olması bile yeterli bir referanstır benim gözümde ki, bir de bunun Breaking the Waves’i var, biricik Dogville’i var, var da var..Bu adamı sevmeyenler bile, hakkını vermek zorundalar kısacası.Ancak;

    Antichrist benim için büyük bir hayal kırıklığı oldu. Trier’in açık ve seçik olarak taraf tutmasından dolayı değil aslında, ancak bu yanlılığını filme çirkince empoze etmesinden dolayı sevemedim Antichrist’i. Haneke, Lynch vb. gibi yönetmenlere yakın görebiliriz bu filmle Trier’i ama ben daha çok Peckinpah’ı gördüm burada. Gerçi Sam Peckinpah, bu kadar kurnaz değildi, zararsız ve sevimli bir maço gibiydi daha çok. Ama gelin görün ki, Trier bu kadın düşmalığında bir basamak daha yukarı çıkıyor ve aleni bir biçimde erkeklere melek kanatlarını takıyor. Bunu da yaparken damardan giriyor, sanki Adem ve Havva’dan gelen kalıtımsal bir gen varmış gibi, en olmayacak kadına bile şeytan kostümünü giydirebiliyor. En olmayacak kadın derken, kadınların katledilmesi ile ilgili bir tez yazacak kadar feminist bir kadından bahsediyorum. Aslında feminizmi de cadılığa ve kadının kötülük bilincine(!) kadar uzandırıyor böylece kendi kafasında ya neyse..Yazdıkça daha fazla nefret etmekten korkuyorum. O yüzden filmin güzel taraflarına geçmek daha iyi olacak benim için:) Şunu da yazmazsam olmaz: Özellikle kadının kendi bedenine yapmaya çalıştıkları ve bunu yaparken bile cinselliğini kullanması, Trier’in filmde ettiği, hatta kadın karaktere ettirerek inandırıcılığını katlamak istediği, en iddaalı laflara dönüp bakmamıza neden oluyor: Kadın kalçasıyla, gözleriyle, göğüsleriyle kandırır..Kadınlar bedenlerini yönetmez, doğa yönetir.. (Yani siz iyi olmak isteseniz de olamazsınız, doğanızda var kandırmak).

    “Antikadın” bu filmi, hiç beğenmediğim bu düşüncelerinden sıyırdığımda ise, ortaya müthiş bir sinema eseri çıkıyor. Prolog herkesin üzerinde fikir birliğine vardığı gibi, eşi benzeri olmayan bir gizirgah. Tüylerim diken diken izledim. Filmin temelinde yatan fikirlerden birinin “bedenin ruhun hapishanesi olması” yönünde iyimser bir düşünceye sahip olmak istiyorum. O zaman teraziyi dengeleyebilirim kendimce. Tutulan yasın, duyulan korkuların, hazırlıksız yakalanılan cinsel hazzın; hapishanenin parmaklıklarını aralayıp kaçmak için klitorise yapılan o muameleyle özgür kalabilmesi..Benzersiz, akla gelmesi zor, dahiyane..İşte benim sevdiğim Trier’de bu.

    Son bir not: Dogma 95 benim için oldukça önemli bir yerde duruyor. Ancak sevgili Ezgi’nin tersine, filmin akımın kurallarına uymamasını görmezden gelsem de(zaten hepsini uygulamak imkansız), kesinlikle en ufak bir dogmavari hava hissedemedim. Hatta Trier’de Dogma’ya inat gibi, filmi kendi ismiyle açıyor. Zaten benim için Dogmayla özdeşleşen bir isim değildi, ama alışkanlık işte her filminde istemsiz bir şekilde dogma kırıntıları arıyorum. Ama ben Idıots’daki o naiflikten çok, kadın katliamını allayıp pullayan bir hinlik izledim Antichrist’te.

    Son bir not daha: Charlotte Gainsbourg, insan mıdır? Trier’in işkencelerine böylesine imrenilir şekilde boyun eğmek için ne içtiyse, ben de ondan istiyorum :)

  9. Gülnur merhaba. teşekkür ediyorum öncelikle ve çok gecikmiş bir cevap yine. kusuruma bakılmasın.

    sanırım benim için yine Antichrist’ın müthiş bir sinema eseri olmasının asıl sebebi, tartışma yaratabiliyor olması. çünkü örneğin Gülnur’a cadı katliamını araştıran bir “feminist” gibi görünen kadın (seçtiği konu itibariyle sanırım) bana da sıradan bir Avrupalı kadın gibi gözüktü. kaldı ki, araştırma yaparken delirmesi ve tam tersi istikamete kırması direksiyonu çok da şaşırılacak bir durum değil bence. örneğin bizim de “eski solcu yeni ümmetçi” gibi bir sürü yazar ve aydınımız var, birşeyleri araştırırken çark eden. asıl bahsetmek istediğim bu değil aslında bu nokta üzerine.
    ben kadının katliamlardan tarifsiz bir şekilde etkilendiğini ve beyni bu travmayla başedemediği için kabullenmeyi seçtiğini düşündüm izlerken. kabullenmek her zaman acıyı azaltır. bu tür kabullenme çünkü, görmezden gelmedir. bu işkenceyi kabul edemeyen zihin, bir süre sonra işkenceciyi haklı görmeye başlar. diğeri çok daha komplike bir durumdur ve zihin bu durumu çözmeyi reddediyordur. tecavüz mağdurlarında da görülür bu durum. kadının ilk tepkisi; ona tecavüz edenin haklı, kendisinin günahkar olduğuna ve birşekilde erkeği davet etmiş olmasına inanmasıdır. yani bence vurgu kadınların gerçekten şeytan olmalarından öte, bir nevi “birşeyi kırk kere söylersen olur” düsturuyla bir çağın geçmiş olmasına yapılmış gibiydi. yani daha da kökeninde, düşüncelerin ve düşünceler sonucunda oluşan işkencenin zihin üzerinde yapabileceği deformasyon..
    işte bu noktada da kadının aşırı cinsellik dolu saldırgan davranışlarını da ben hep, erkeğin bakış açısını haklı çıkarmaya çalışan travma sonrası stres bozukluğu yaşayan bir kadının tepkileri olarak gördüm. burada kastettiğim travma çocuğun kaybı değil, çok daha önce tez sırasında yaşadığı travma.

    aynı eserden nasıl da bambaşka yorumlar çıkarabilmişiz.. işte bu yüzden bile bu filmin bu yılın en iyi filmi olduğunu düşünüyorum ben :)

  10. Merhaba,
    Bir Trier hayranıyım ve filmi oldukça zorlanarak izledim ve çokça etkilendim.
    Burada yapılan yorumlara birkaç cevabım olacak ve ayrıca soru işareti kalan birçok nokta oldu filmle ilgili. bunlar üzerinde konuşabiliriz diye düşündüm.
    Gülnur yazısında Trier’i kadın düşmanı olmakla suçlamış ama bu çok yanlış bir yorum bence. kusura bakma gülnur ama biraz dümdüz okumak olmuş.. Antichrist web sitesinde Trier ile bir röportaja yer vermişler, buna bir göz atmanı öneririm. Burada Trier filmlerinin çoğunda aslında inanmadığı şeyleri savunduğunu ve bu yaklaşımın önünde değişik kapılar açtığını söylüyor. oldukça enteresan bir sanatçı..
    breaking the waves’e bakarak gökte Bess’in yaptıklarından dolayı biranda çanlar çalacağına inanmadığım gibi,diğer filmlerdeki tezlerime de inanmıyorum diyor..
    çocuğun gerçek ölümünden bahsediyorsunuz ama ben bunu anlamadım? ilk baştaki sahneden kesitleri sonda tekrar görüyoruz ama bu sefer farklı olarak. Bundan mı bahsediyorsunuz acaba? Fakat ben bunu biraz farklı yorumladım. Kadın zaten içindeki şeytana ve kötü ve suçlu olduğuna kendini inandırdığı bir zamanda bu sahneyi bu şekilde kurguladı kafasında ve onun gerçek olduğuna inandı gibi geldi bana…
    ezginin söylediği gibi son sahneyi ben de pek beğenmedim ve pek anlam veremedim, filmin etkisini bozmuş bence…

    Bir de anlamadığım nokta, çocuğun ayağındaki bozukluk ve ayakkabıyı ters giydirme konusuydu. Biri bana bunu açıklayabilir mi? Filmi tekrar izlemeye cesaretim yok :)

    ekşi sözlükte beğendiğim birkaç yorum oldu, onları da sizlerle paylaşmak ve bu konulardaki düşüncelerinizi almak istiyorum:

    ……………………………
    “tezi için witchcraft edebiyatına dalan bir kadının, içlerinde varolduğuna inanılan şeytan yüzünden öldürülen binlerce cadı kadının öykülerinde, karşıt okumadan egemen okumaya geçişi.
    ilerledikçe dehşet ve üzüntüsünün yerini alan hak verişi ve kabullenişi.
    içindeki şeytanı kabul edişi ve ona boyun eğişi.
    kendinden yarattığı deccal.

    “a crying woman is a scheming woman”.

    kendi samimiyetine olan inancını yitirmiş, bütün motivasyonunu şeytandan alması gerektiği saplantısında.
    şeytanın pençesinden kurtulmak istediğinde cinsel hazzın koynuna sığınan.
    olmayınca onu bedeninden kesip atarak tümüyle özgürleşmeye davranan.
    hastalıklı düşünceleri karşısında dehşete düşmüş kocasını en nihayetinde ikna eden.
    kendini zorla avlatan cadı.
    ……………………
    yine ekşi sözlükte anti christ diye aradığınızda 53 numaralı yorum çok iyi, özellikle şu bölümü:
    “…..burada bariz anlam veremediği olguları, tanımlayış şeklini değiştirmek yerine tanımladığı şeyi değiştirmeye çalışarak, sadece kendi teorik sınırları içinde tarif edebilen ve burdan yola çıkarak çözmeye çalışan batılı rasyonel erkek * tasvir ediliyor. ve sözümona sorun çözen, güçlü, stabil, güvenilir olan bu erkek kadınla sadece onu ortadan kaldırarak bir anlaşmaya varabiliyor.

    kadının burada “habis”liğini “kabullenmiş” olması da pek bir şeyi değiştirmiyor, zaten onu baskı altına almanın tek yolu, bunu kabullenmesini sağlamaktan geçiyor. yani genel olarak toplumun yüzyıllardır kollektif olarak başardığı bir şeye işaret ediyor bu da. zaten hem kadının akli dengesinin yerinde olmadığını kabul edip, hem de “habis”liğini kabul ettiğini söyleyişine mantıklı birinin beyanı gibi prim vermek de bu tutarsız okumanın başka bir yönü.”

  11. Benim icin Antichrist cok ilginc bir filmdi. Lars Von Trier’in Genesis basindaki paragraflari yani Insan’in Cennet Bahcesinden atilmasi ve Seytan’in dunyada bir form olarak yer almasini yeniden anlatmak istedigini ve ana fikir olarak ta dunyanin Tanri tarafindan degilde Seytan tarafinda yaratilmis oldugunu gostermek istedigini duyunca film kafamda daha berrak bir form aldi.
    Boylece filmdeki dunya bizimkinin aynasi oluoyr – nasil bizde Adem bilgi yuzunden Cennet’ten atiliyor burada Antchrist’tada bilgisizlik yuzunde hersey mahvoluyor: Willem Defo’nun kibiri (ki 7 olumcul gunahdan biri) – kendilignden sorunlari cozebilecegini dusunmesi bu ciftin sonunu garantiliyor.
    Filmin son kismi neredeyse bir Bosch tablosu durumunda. Ve eger bu seytan tarafinda yaratilan dunya fikrinde devam edersek tamamiyle Trier’in kendi yarattigi bir rasyonel icin de mantikli oldugu gozukuyor: burada ki butun imgeler ve kullanilan figurler , bir incil oykusunu tamami ile zitti. Ve nasil gercek dunya da tamami ile iyilik ve guzellik degilse bu dunya da tamami ile kotuluk degil.
    Burada erkek ve kadin Adem ve Havva olarak tekrar dusuyorlar (Fall From Grace) ama bu Seytan’in dunyasindaki dusus oldugu icin hersey daha karanlik , daha korkutucu ama bir o kadar da daha ilginc oluyor.
    Eminimki ilerideki izlemelerimizde ‘Antichrist’ ile ilgili daha degisik kanilarla da karsilasacagiz.

  12. Biricik yönetmenim kabul ettiğim dehasına ise hayran olmaktan çok daha öte duygularım beslediğim yönetmenimin son filminde şimdiye kadar ki zirve noktasına ulaştığını düşünüyorum kendini geliştirerek devam eden bir dahi zekasının sınırlarını çok merak ediyorum.
    Filmin analizine gelince insanın trajedisini ve bilinçötesine yolculuğunu anlatmış.Bilinçötemiz Adem Ve Havva’dan başlayarak günümüze kadar gelir bize genlerimizden geçer.Burda kadının günahkar ve şeytan olarak gelmesi ve dünyaya atılması Havva’nın şeytana uyarak yasak meyveyi yemesidir.İnsanoğlu doğarken ölüme de evet demiştir bu onun trajedisini gösterir. Bu da ona her daim acı -umutsuzluk ve yas vermiştir çünkü her ölüme ağlayacaktır yas tutacak ve acı çekecektir.Ayrıca insan hep düşmektedir çocuk düşmüştür yağmur taneleri kar taneleri meşe palamutları heü düşüş içindedir bu da let it down yani bırak düşsün felsefesiyle alakalıdır. Ayrıca çocuk atlarken herşeyi düşürerek ölüme gitmiştir.Burdaki ölüm bir başlangıçtır bölece insanın trajedisi ortaya çıkar. Filmde ayrıca psikanalitik imgeler fazlasıyla görmekteyiz cinsellik ve saldırganlık doğuştan getirdiğimiz iki dürtümüzdür. Bu film boyunca işlenmiştir filmde yeşil bir ton hakimdir bu da bilerek seçilmiş çünkü psikanalitiğe göre yeşil tedavi sürecinde kullanılır.Orman burada kadının bilinçötesini temsil eder kanıtları ormana giderken hep kadının kafasının arkasından geçilmesidir çünkü bilinçötemizin orda olduğu kabul edilir ve tabiki tren sahnesi ve ona gelmeden önceki yeşillikler arasından bir hızlı geçiş bunlarda bilnçötemize yolculuktur bunu daha önceki suç unsuru filminde de tüneller ve koridorlarla yapmıştır.İlk geçiş sahnesindeki köprüyü kullanması bir diğer kanıtıdır ve dikkat ederseniz hem ilk geçişte hem de son adam çıkarken çok yavaş hareket etmektedir çünkü bilinçötesi bildiğimiz zamandan farklı bir zamanı temsil eder ve orda zaman kavramı çok yavas işler bunu bile yakalayıp yansıtması onun dehasının açık kanıtıdır.Bilinçötesi kadının öfkelenmesi ve kendini kaybetmesiyle sise boğulur ve bir harabeye döner orman yıkılmış bir hal alır bu da ormanın gayetde kadının bilnçötesi olduğunu gösterir.Seçilen hayvanların tümünde doğum sahnesi vardır çünkü doğurarak dünyanın devamını sağlar ve trajedi başlar insan doğarak acı çekmeyede razıdır.Seçilen tüm hayvanlar bu yüzden dişidir o üç hayvanı insanla birleştirerek dişi sayısını dörde çıkarır. Bu da filmin dört chapterıyla alakalıdır.Filmde çamaşır makinesi balon ve tilki deliği hep yuvarlaktır bu da dünyayı insanın doğumdan ölüme geçen çemberdeki sürecine denk gelir insanda bir daire içinde yaşar ve hayatını tamamlar. Çocuk tam öldüğü anda çamaşır makineside durur.

    Daha bir çok imge keşfettim ama yazım gereğinden uzun oldu o yüzden burda noktalıyorum

  13. Film, “Deccal” adıyla gösterime girdi. Antichrist olarak kalsa çok daha iyi olacaktı. İsim karşılığı bu evet ama bu haliyle klişe bir korku filmi olduğu algısını yaratacak Türk seyircisinde…

  14. zaten güzide vatanımızda yabancı filmlerin isimlerine yapılan muhteşem çevirilerin hastasıyız

  15. bu filmdeki o kadar iğrenç, saçma, pornografik görüntüye rağmen filmden rahatsız olmayanlar yazdığım yazıdan rahatsız oluyor ve yorumumu siliyor.
    lars’ın filmlerinden nefret etsem de insan doğası hakkındaki düşüncelerinde haklı sanırım.

    Editörün notu: Yorumunu yayınlamadık çünkü yukarıdaki genel tartışmanın çok dışında ve fikir barındırmayan bir sataşmadan ibaretti. Ayrıca bu sitenin pornografi ile bir derdi yok. Seviyoruz biz… Antichrist’te porno sahnelerinden başka bir şey görmediysen de bunu anlatmanın yolu o mesajda yazdığın şey değildi. Umarım anlatabilmişimdir.

  16. izninizle bende hem film hakkında hemde yorumda bulunan arkadaşlara kısa bir yorumda bulunmak istiyorum…
    filmin gayet başarılı bir eser olduğunu belirtiyor bana ve bize yaptırdıklarına bakınca. İzleyenlere sorgulatıyor, düşündürtüyor, incelemeye araştırmaya yöneltiyor, bu bakımdan kalite kotasını doldurmuştur şahsım adına.
    bazı arkadaşların yorumlarını takdir ederken, bazılarını yermek istiyorum. aldığım eğitim bana, yorumun yanlışı doğrusu olmadığını öğretmiştir, birileri diğerlerinin yorumuna yanlış demesi, okurken duraksattı beni..
    yine de bu da onları yazan arkadaşın yorumu olduğu için bende pek bir şey diyemeyeceğim..sadece çizik atmak istedim..
    böylesine sanatçıların böylesine sanatlar yapması, daha yaşanılır kılıyor bu hayatı.

    herkese teşekkür ederim

  17. Bu film hakında daha bir çok şey yazılabilir. içerik tam anlamıyla bir düğüm. Beni çok etkiledi bu film. Halen etkisinden kurtulabilmiş değilim.. Korku filmi seven arkadaşlara şiddetle tavsiye ediyorum. Timur Sarıgül.

  18. Filmi 2009’da izledim. Peki niye şimdi yorum yapıyorum? Çünkü yazıyı yeni okudum :)
    Aslında film dişil bir bakış açısından okunduğunda çok basit duruyor. Yani filmi izledim ve şimdiye kadar dişil sistem hakkında söylemeye çalıştığım herşeyi söylediği için şok olmadım açıkçası. Bundan sonra söyleyeceklerim tamamen benim düşüncelerim (yani gerçek olmak zorunda değiller).
    Şimdi filmi eril düşünce sistemiyle okumayı bir tarafa bırakmamız lazım. Yani düzen, iyilik, ahlaklılık ve aklı başında olma durumu eril değerlendirme kıstaslarıdır. Filmi böyle değerlendirmek tek yönlü bakış açısıyla bakmak demektir.
    Filmdeki kadın bedeni yerine dişil mekanizmayı, erkek bedeni yerine eril mekanizmayı koyun. Kadın ve erkek arasındaki tüm sürtüşme aslında bu iki zıt düşünce mekanizmasının dengede durma halidir, dualitedir. Bir kadının bir adama yaptığı işkenceleri izlemiyorsunuz orada.
    Sanırım herkes kadının çocuğunu öldürme sürecini anlamamış gibi duruyor. O zaman ben de daha ileri gidiyorum ve diyorum ki annelik içgüdüsü diye birşey yoktur, bu erkeklerin yüzyıllarca kadınlara dayattığı bir düşünce sistemidir Ağızlara bir parmak bal gibi yani. Örnek: Kadınlarını aşağılamakta ve dövmekte beis görmeyen bir erkek türkücümüzün ağzında pelesenk olmuş laf: “Kadınlarımız kutsal varlıklardır, herşeyden önce onlar birer annedir”. Yok ya! En başta “kutsal” eril dünyaya ait bir sıfattır, kadınları bu sıfatla kirletemezsiniz. İki, kadınların doğurgan olmaları ya da yaratıcı olmaları onların rahimlerinin bir tapınak olmasından kaynaklanmaz. Dişiler kaotiktir, yıkım taraftarıdır. Bir şeyin yeniden yapılabilmesi için önce yıkılması gerekir (yıkım ve kaos dişildir); o yüzden doğurgandırlar. Halbuki sadece eril mekanizmalara uysaydık gelişemezdik. Düzen erildir; eril düşünce sistemi kutsallığın sürekliliğini ister, durağanlık ister, muhafaza etmek ister. Değişim istemez. Örneğin; eril düşünceyle ilk günah dediğimiz elma yeme mevzusu olmasaydı şimdi hepimiz cennete dolaşan et beyinli varlıklar olarak kalacaktık. Halbuki entelektüel insanlar olmak hoşumuza gidiyor değil mi? O zaman yaşasın Lilith! Yaşasın kaos ve yıkım!
    Ha başa dönelim; annelik içgüdüsü dayatmasına… Dişi aslanlar sürüye yeni katılan güçlü erkek aslanın eski erkek aslanı öldürmesini izlerler. Kazanan yeni aslan daha sonra bu dişilerin yavrularını teker teker boğacaktır ve dişiler bu olaya kıllarını bile kıpırdatmadan seyirci kalacaktır. Neden? Biraz sonra, yavrularını öldüren erkek aslanla çiftleşebilmek için. Dişi kutup ayıları yemek bulamadıkları zaman kendi yavrularından birini yer. Dişi kanguru yırtıcı bir hayvan tarafından kovalandığında kesesinde taşıdığı yavrusunu geriye fırlatır. Hem yükü hafifleyip kaçması kolaylaşır hem de peşindeki yırtıcı hayvan bir müddet meşgul edilmiş olur (kaçmasına fırsat tanıyana kadar). Annelik içgüdüsü????? Filmde, oğlunun ölümünü izleyen anneyi bu hayvanlardan biriymiş gibi okuyabilirsiniz. Bu “kötü” değildir; “DOĞAL”dır. Belki de yükünden kurtulmaktadır.
    Kadının doğanın ortasında bir kulübede, cadılığın kıyımına dair yaptığı bir araştırma sonucu özdeşleşim yaşaması bir “hastalık” değildir; bir aydınlanmadır. Buna hastalık demek, ona kocasının yaklaşımıyla yani eril bakış açısıyla bakmaktır. Evet şeytanileşmiştir ama şeytanın kötü olduğunu bize dayatan eril düşünce sistemi değil miydi? O zaman bu kadının ille de tedavi olması gerekli miydi? Başta da söylediğim gibi, filmi “Yıkım kötü değildir” “Anarşi ve Kaos hükmeder” gibi düşünceler cebinizdeyken izleyin. Gösterilen birçok şeyin aslında o kadar da tu kaka olmadığını hissedeceksiniz.
    Dişilliği bu kadar gerçek bir biçimde aktarma işlevini ironik bir biçimde bir erkek yönetmenin üstlenmesi ve o yönetmenin kadın izleyiciler tarafından kadın düşmanlığıyla suçlanması acıklıdır.
    (Ya, ben öyle süslü cümleler kuramıyorum kusura bakmayın. Ama ne demek istediğimi anlattığımı düşünüyorum.)

  19. Filmin sonunda çocuğun ölümünün asıl sebebini öğrendiğimde kesinlikle bende diğer hiçbir filmde rastlamadığım kahredici bir duyguya kapıldım,uykularım kaçtı.O yönden size oldukça katılıyorum,bütünüyle adem ve havva,büyük günah gibi olguları bilmeyenlerin pornografik bir film izledim yorumu oldukça normaldir.Ama özünde metaforik anlatımlar ile tam bir auteur yönetmen olan trier yine bir sanat eseri ortaya koyuyor.

  20. Ben biraz şu kadin düşmanlığı üzerinden gitmek istedim..Sapik’ta hırsızlık yapan janet leigh’e layık gördüğü son ya da Kuşlar filminde bi erkegin peşinden koşarak kasabaya uğursuzluk getiren ( ben demiyorum bizzat kasaba sakinleri diyor) tippi hedren’in başına gelenler üzerinden hitchcock’a belki kadın düşmanı yerine kadınlardan ürken yada bi ölçüde yetersizlik hissi yaşayan bi bakış açısı çıkartmak daha insaflı olabilir ama Peckinpah’a ne yazikki o kadar insaflı bakamiyorum…taaa major dundee filmindeki senta berger’den başlayarak, wild bunch’ta sevgilisini terkedip acımasızca diktatörün kucağında adamın gözü önünde oynaşan Carlos’un nişanlısından,straw dogs’ta tam bi umarsizlikla adım adım önce teshircilikle başlayıp sonra ihanete yürüyen ve filmin sonunda o durumda bile kocasına gonulsuzce yardım eden ahlaksız eş !! Susan george’ye , the getaway filminde McQueen i hapisten çıkartmak için yerel gorevliyle yatan Ali mc graw’dan, film boyunca kocasını rahatlıkla adamın gözleri önünde aldatan ve intiharına en ufak insani tepki göstermeyen Jennifer tilly’ye… Bu adamın kesinlikle kadınlarla sorunu olduğu aşikardir…esas konumuz von trier’e gelince onun bir kadın düsmani diil de her iki türe de acımasızca bakan bir fasist yada mazoşist olduğu söylenebilir daha çok…ne de olsa Hitler’e övgüler dizmiş bir zihinden söz ediyoruz…son olarak şu neden kimse Von trier’i sevmiyor adam başarılı sorunsalina gelince…yapılan iş ve karakter ayrımı demek en doğrusu olur heralde….sevgiler,saygılar..

  21. Bir düzeltme…Jennifer tilly , the getaway’in 1994 yapımı yeniden cevrimindeki asiftedir…ama peckinpah’in filmde de aynı karakter mevcut sonuçta…

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Black Metal, Vikingler, Zombiler ve Bir Kamyon Çöp: Saga (2016)

Norveç yapımı Saga (2016), olmamış bir film. Ne zombi filmi
blank

La Casa Sperduta Nel Parco (1980)

Cannibal Holocaust ile sinema tarihinin belki de en rahatsız edici