blank2005 yılı mahsulü Antikörper, Christian Alvart tarafından yazılıp yönetilmiş olan Almanya yapımı bir film. 1974 doğumlu Alman yönetmenin, 1999 tarihli Curiosity & the Cat’ten sonra yönettiği ikinci film.

Antikörper’in uluslararası arenada ses getirmesi sonucu Hollywood’a transfer olan Alvert 2009 yılı içinde Case 39 ve Pandorum‘u yönetti. Her ikisinin de bu sene sonunda vizyona girmesi bekleniyor.

Antikörper, Dostoyevski’nin “If there is no god, then everything is allowed.” (Tanrı yoksa, her şey mübahtır.) sözleri ile açılır. Kamera basit bir apartman dairesinin içinde dolanmaya başlar. Sonradan azılı bir seri katil olduğunu öğrendiğimiz Gabriel Engel, yeni kurbanının vücudundan boşalttığı kan ile son eseri olan tablo üzerinde çalışmaktadır. Bu giriş sahnesinde verilen Engel’in iç sesi bize katil hakkında çok önemli ipuçları verir. Aynen buraya almak istiyorum:

[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]

“The world is unfair. Even to people like us. Pedro Alonso López, “The Monster of the Andes”, committed 300 sex murders. Now, 20 years later, who remembers him? Not a soul. Jack the Ripper is world-famous, and for what? Five bitches. Five! And Charlie Manson? That hippie they called “Our Emperor”, but he didn’t even commit one murder himself.”

Kabaca çevirecek olursak; “Dünya adil değildir. Bizim gibi insanlara karşı bile. Pedro Alonso López, And Dağları Canavarı, 300 seks cinayeti işledi. Şimdi, 20 sene sonra, onu kim hatırlıyor? Hiç kimse. Karındeşen Jack dünyaca meşhur, ve ne için? Beş fahişe. Sadece beş! Peki ya Charlie Manson? O hippiye imparator dediler, ama tek bir cinayeti bile kendisi işlemedi.” [/box]

Görüldüğü üzere seri katilimiz Gabriel Engel’in (André Hennicke) en büyük takıntısı tanınmaktır. Engel kendi iç dünyası ile hesaplaşırken, komşusunun ihbarı üzerine binayı saran polis, zor da olsa Engel’i yakalamayı başarır. Baskın sırasında öldürdüğü bir polis ile beraber toplam 14 cinayeti kabul eden Engel bundan sonra bir daha konuşmaz. Engel’in 13 kurbanının tamamı onlu yaşlarının başındaki erkek çocuklardır. Engel, kurbanlarına tecavüz ettikten sonra kurbanın kanı ya da iç organlarını kullanarak, her kurbanı için ayrı bir tablo yapar. Engel’in cinayetleri büyük şehri kasıp kavururken kırsal kesimde çok küçük bir köyde 13 yaşında bir kız çocuğu olan Lucia Flieder öldürülmüştür. Köydeki tek polis olan Michael Martens (Wotan Wilke Möhring) aynı zamanda geçinebilmek için çiftçilik de yapmaktadır. O zaman şehirden gelen polisler bunun Engel’in cinayetlerinden biri olduğunu düşünürler. Oysa Martens cinayetin köyden biri tarafından işlenmiş olabileceği ihtimali üzerinde durur. Engel diğer cinayetleri kabul ettiği halde Lucia Flieder cinayetini kabul etmez. Martens, Engel’in yanına giderek bu cinayet hakkında kendisini sorgulamak ister. Şehirdeki polisler köyden gelen yarı zamanlı (part-time) polis Martens ile ufaktan dalga geçerler, ama Engel hiçkimseyle konuşmadığı için sorgulamaya izin verirler. Şaşırtıcı bir şekilde Engel, Martens ile konuşmaya başlar. Cinayeti kabul etmez ama kimin işlediğini bildiğini iddia eder. Martens cinayeti kimin işlediğini bulabilecek midir? Ya da herkesin küçümsediği köylü polis kendisi ile girdiği iç hesaplaşmasından galip ayrılabilecek midir?

cats

Konusundan anlaşıldığı üzere film büyük ölçüde Thomas Harris’in yazdığı Hannibal serisinin ilk romanı Red Dragon‘dan besleniyor. Zaten Martens, Engel’in hücresine ilk defa geldiğinde Engel kendisine şaşkın şaşkın bakan Martens’e “Kimi bekliyordun? Hannibal Lecter mı?” der, yönetmen Alvart bu sayede seriye (ve bence Hannibal Lecter’a can veren büyük aktörler Brian Cox ve Anthony Hopkins‘e) saygılarını sunuyor. Engel ile Martens arasında gelişen ilişki çok bariz bir şekilde Lecter ile Graham arasındaki ilişkiye benziyor. Bu noktada değeri çok fazla bilinmemiş olan Manhunter‘ın (1986) ismini hayranlarından biri olarak bir kere daha zikretmek isterim. (Aynı romandan uyarlanan Red Dragon‘u (2002) Manhunter kadar başarılı bulmuyorum.) Manhunter’da Graham’in iç dünyasıyla yaşadığı mücadelenin benzerini burada Martens yaşıyor. Filme göre, her insanın karanlık bir tarafı vardır ve insanlar bu karanlık taraflarını bastırdıkları müddetçe “iyi” insan olurlar. (Neye göre, kime göre iyi diyecekler için referans olarak dini standartlar baz alınarak iyinin tanımı yapılıyor.) Martens’in kendi karanlık tarafı ile girdiği mücadelenin gösterildiği sahneler tadından yenmiyor. (Özellikle zımba sahnesi ile şehirdeki ve köydeki sevişme sahneleri.)

Şunu da söylemeliyim ki filmi izlerken nedense Salinui Chueok‘u (Memories of Murder, 2003) izlerken aldığım lezzetin aynısını aldım. (Tabii Sezar’ın hakkı Sezar’a, Salinui Chueok bir numara, en büyük.) Aslında ikisi arasında çok fazla benzerlik bulunmuyor, ancak “köylü polis-şehirli polis ilişkisi” diyebileceğim bir ayrıntı her ikisinde de önemli bir yer işgal ediyor.

Antikörper’in yakın durduğu filmlerden bir diğeri de Se7en (1995). Gabriel Engel’in John Doe kadar olmasa bile İncil’den beslenerek işlediği cinayetleri ve/veya kendi iç dünyasını ifade etme çabasının yanı sıra, iki filmin en önemli benzerliği Martens ile David Mills’in (Brad Pitt) karşılarındaki seri katil ile girdikleri kedi fare oyunu.

Tek beğenmediğim kısım ise final oldu. Sürprizbozan (spoiler) vermemek adına bu konu hakkında daha fazla şey söyleyemiyorum. Sadece çok daha çarpıcı bir final ile film unutulmazlar arasına girebilirdi diyorum.

Antikörper kesinlikle ilgiyi hak ediyor. Bütün Öteki Sinemaseverlere gönül rahatlığı ile tavsiye edebilirim. Bu arada haklarının Hollywood tarafından satın alındığını ve Antibodies ismiyle yeniden çevrileceğini ekleyeyim. 2010 yılında vizyona girmesi planlanıyormuş.

Öteki Sinema için yazan Murat Kızılca

blank

Murat Kızılca

1971 İstanbul doğumlu. Aylık online sinema dergisi CineDergi ve aylık kültür sanat dergisi kargamecmua için sinema yazıları kaleme alıyor. 2008 yılından beri katkı sağladığı Öteki Sinema’da bir yandan da editörlük görevini sürdürüyor.

8 Comments Leave a Reply

  1. Sahanee! bir inceleme bi solukta okudum.
    son iki filmide merakla beklemekteyim.
    Curiosity &The cat’i de okumayi cok isterim kaleminizden..

  2. Harika bir inceleme olmuş. Bu filmin adını duymuştum. Fakat hiç izlemedim. En yakın zamanda izleyeceğim.

  3. Güzel bir yazı olmuş ama filmi geçen sene izlemiş biri olarak heyecanla başladıktan sonra ciddi anlamda sıkıldığımı söyleyebilirim. Kimi sahneleriyle gerçekten ilgi çekici ve filmi gizemli kılıyor, merak ettiriyor. Ama sonlara doğru sıkmaya başlıyor özellikle final sahnesini bitsin artık diye izlemiştim. Bu arada Hollywood her filmi yeniden çekmek zorundamı? İşin cılkını çıkardılar artık.

  4. Filmin finali hakkında sizinle aynı görüşteyim.
    Ancak yazıda da belirttiğim üzere, zaten finali yeterince çarpıcı olabilseydi film şu anda “unutulmazlar” arasındaydı.

    Bu bakımdan ben bardağın dolu tarafına bakma taraftarıyım. Filmin can sıkıcı finaline doğru bakmaktansa, yüzümü filmin gerçekten başarılı kısımlarına çevirmeyi tercih ediyorum. : )

  5. Cevabınız için teşekkürler. Sizinde dediğiniz gibi film sinema tarihinde unutulmazlar arasında yerini almaktan uzak. Ama hatırlatma açısından güzel bir yazı olmuş. Sonuçta çok fazla duyulmamış bir film olduğunu sanıyorum.

  6. bu yönetmenin pandorum adlı filminin kritiğini yapsanız hiç fena olmaz. okuyucuların haberi olsun.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Göçenlere Bakmak: Plateia Amerikis (2016)

Göçmenlik meselesi insanoğlu var olduğundan beri yaşamlarımızın direkt ya da
blank

The Revenant / Diriliş (2015)

The Revenant, yıllar sonra bile değerinden bir şey kaybetmeyecek önemli