Army of Shadows / Gölgeler Ordusu (1969)

11 Ağustos 2024

Çeşitli çalışmalarda Jean-Pierre Melville’in sinema tarzının Robert Bresson’a benzetildiğini okursanız şaşırmayın, bunun sebebi mizansenler, kompozisyon ya da alan derinliği değildir, ele aldığı konular hiç değildir. İki eğilim hariç, Melville sineması Bresson sinemasına asla benzemez. İlki, anlatıda örtük olarak yer alan gerçekle rüya arasında kalma/olma hâlidir (Paul Schrader, Bresson sinemasındaki bu stile “transendental üslup” adını verir), diğeri de ana karakterlerin duygularını içe hapsetme (dışavurmama) durumudur. Duyguları bedende hapsetme hâli Bresson sinemasının ana unsurlarından biridir ve kusursuz formunu Jeanne d’Arc’ın Yargılanması (Proces de Jeanne d’Arc, 1962) filminde bulur. Özellikle 1962 yılında çektiği Le Doulos’tan itibaren Melville kahramanları dışarıdan bakıldığında hissiz bir görünüm sergilerler, Le samourai’daki (Kiralık Katil, 1967) tüm silahlı sahneleri buna örnek gösterebiliriz.

Röportajlardan öğrendiğimiz kadarıyla Melville’in sette en çok dikkat ettiği detaylardan biri, ana karakterin duygularını açık etmeyen biri olmasıdır (tıpkı Bresson). Melville, kahramanın çeşitli konularda çok hassas biri olmasına izin verir ama hisli/duygusal olmasına vermez, yüzüne silah doğrultulduğunda (Le samourai), ölmek üzere olduğunu tahmin ettiğinde (Le cercle rouge) ya da kurşunu dizilecekken bile (L’armee des ombres) bu böyledir. Melville kahramanları “cool” bir şekilde yaşar, “cool” bir şekilde ölürler, çünkü bilinçli bir şekilde seçtikleri mesleğin ya da yaşam tarzının bedeli budur. Lüzumsuz bir duygusallık yaratan banal bir drama anı, Jean-Pierre Melville’in en nefret ettiği şeydir, şimdi size bunu kanıtlayan mükemmel bir örnek vereceğim.

blank

Melville, başyapıtlarından biri kabul edilen L’armee des ombres’yi (Gölgeler Ordusu / Army of Shadows, 1969) yazar Joseph Kessel’in aynı adlı romanından uyarlamıştı. Joseph Kessel 1941’den itibaren Fransız Direniş Örgütü’nde aktif görev almış, direniş örgütündeki çalışmaları ve ihanetleri ele alan romanına son hâlini 2 Eylül 1943’te (yani, savaş devam ederken) Güney Londra’daki (Coulsdon) Ashdown Park Oteli’nde vermişti. Aynı ayın sekizinde kitaba bir de önsöz ilave edecekti.

Direniş sırasında gizlice İngiltere’ye geçerek havacılığa başlayan, Fransa’da birbirinden tehlikeli görevler üstlenen Kessel romanına şu önsözle başlar: “Propaganda adına bir söz yok bu kitapta, düzmece olay da. Hiçbir ayrıntı zorlanmadı. Hiçbir şey uydurulmadı. Yalnızca, gerçekliği belgelenmiş, denenmiş, denetlenmiş, kısacası, gündelik olayların tasarlanmadan, genellikle rastgele toplandığı görülecektir burada.” Ve yazılanların gerçek olduğunu defalarca vurguladıktan sonra Kessel noktayı şu cümleyle koyar: “Bu sayfalardaki her şey gerçektir. Burada okunacak her olayı yaşadı Fransa’nın insanları.”

Kessel gerçek hayatta “piramidin en tepesindeki” Büyük Başkan’la akşam yemeği yemiş, romanda/filmde yer alan üç önemli karakteri (Gerbier, Lemasque ve Felix) gerçekten tanıdığı üç kişiyi esas alarak yaratmıştı. Romanın en kritik sahnelerinden biri, Gerbier’nin idam edileceği bölümdür. Burada kitapla film büyük ölçüde örtüşür, tek ama çok önemli bir farkla.

blank

Kitapta tutsaklar makineli tüfekle idam edilmek üzere poligona götürüldükleri sırada genç öğrenci La Marseillaise marşını okumaya başlar, diğerleri (haham, işçi, köylü vs.) hemen katılır, Gerbier hariç. “La Marseillaise de hep böyle bir durumda ortaya çıkar”, der içinden alaycı bir tavırla. Şarkı devam ettikçe Gerbier istemeden de olsa duygulanır ama şarkıyı söylememek için direnir. Bedeni (kalbi) şarkıyı söylemek istiyor ama zihni (aklı/mantığı) bunu çocukça buluyor gibidir. Hislerine boyun eğmek istemiyordur, düşüncelerini yoğunlaştırmak ve ana konsantre olmak istiyordur. Düşünmek istiyordur, düşüncelerinden kaçmak değil. Müthiş bir ikilemdir bu, romanın en duygusal ve benim en çok beğendiğim yerlerinden biri. Peki, Melville ne yapar dersiniz? Evet! La Marseillaise’i senaryosundan (hâliyle bu kritik sahneden) komple çıkarır. Melville sinemasında Casablanca filmindeki gibi gözü yaşlı bir duygusallığa, seyirciyi pışpışlayan bir melodrama yer yoktur.

Aşağı yukarı tüm Jean-Pierre Melville filmleri otobiyografiktir ve ana karakterleri büyük oranda onun direniş yıllarında ya da savaş sonrasında tanıdığı insanların çeşitli varyasyonlarıdır, hatta Fransız Direniş Hareketi’nden tanıdığı bazı isimler daha sonra bizzat filmlerinde rol almıştır.

Jean-Pierre Melville 1937’de askere alınır, koloni/sömürge birliğinde atlı süvari olarak görev yapar. Görev aldığı süvari alayı 1940 Eylül’ünde Belçika’da yakalanır. Dunkirk üzerinden İngiltere’ye tahliye edilir, çok geçmeden ülkesine döner ve 1942’de direniş örgütüne katılır. Örgütün “Liberation” ve “Combat” kanallarında Cartier takma/sahte adıyla görev alır. Jean-Pierre Melville’in gerçek soy ismi Grumbach’tır, Melville onun direnişteyken kullandığı ikinci takma addır, savaştan sonra da bu adı gururla taşıyacaktır. En sevdiği yazarın (Herman Melville) soy ismini almıştır ama bu ismin Fransızca çağrışımı yapması şaşırtıcı değil, Melville’in ataları bu adı, Normandiya’daki Malville adlı kasabadan almışlardır.

Müttefik Kuvvetleri Kuzey Afrika’ya geçtiklerinde Melville de aralarındadır. 1942 Kasım’ında Cezayir üzerinden Londra’ya geçmeye çalışırken gemide yakayı ele verir, İspanya’da iki ay cezaevinde yatar.

blank

Jean-Pierre Melville, 1943 başlarında Londra’ya geçer ve orada Direniş’e bağlı BCRA’da (Bureau Central de Renseignement et d’Action) görev alır, bu süreçte amiri Andre Dewavrin’dir, yıllar sonra Gölgeler Ordusu filminde Albay Passy’yi oynayan kişi!

Melville 1943 güzünde Tunus’a geçip, Özgür Fransa Ordusu’na katılır. Bu ordu cephe cephe ilerleyerek Fransa’ya yürüyordur. 11 Mart 1944’te Garigliano’yu geçen topçu birliğinde Melville de vardır. 15 Ağustos’ta Provence’dedir, Eylül’de ise Lyon’da. Birliği 24 Eylül 1945’te Croix de la Liberation ile ödüllendirilecektir.

Ama Jean-Pierre Melville’in kardeşi Jacques, Melville kadar şanslı değildir. Direniş örgütünde görev alan Jacques 1942 yılında İspanya’ya geçmeye çalışırken öldürülmüştür. Rivayet odur ki Jacques’ın yanında De Gaulle’e götürülmek üzere bir çanta dolusu para vardı ve bunu bilen rehberi tarafından haince öldürülmüştü. Jean-Pierre Melville kardeşinin öldüğünü savaş bittikten sonra öğrenecektir. Jean-Pierre Melville filmlerinin otobiyografik nitelikler taşıdığını öne sürmüştüm, şimdi Gölgeler Ordusu filmine geri dönelim.

Joseph Kessel’in romanında “Büyük Başkan” Luc Jardie’nin bir kardeşi vardır, Jean-François Jardie. Aynı karakter filmde de var ama çok önemli bir farkla.

blank

Kitapta da filmde de Jean-François Jardie ile ağabeyi bir sandalda bir araya gelirler. İkisi de birbirinin direnişte görev aldığını bilmiyordur, öğrendikleri an büyük bir şok yaşarlar (biz de yaşarız). Ama kitapta Jean-François ölmez, öykünün sonunu görür, direnişin lideri konumundaki abisinin yanındadır. Melville ise Jean-François’nın yaşamasına izin vermez. Kitapta Felix’in aynı bodruma hapsedildiği kişi Lemasque’tır (Maske), Melville ilginç bir hamleyle onun yerine Jean’ı koyar. Direniş örgütündekilerin (savaşın sonuna dek) başına ne geldiğini bilemeyeceği şekilde ölmesini sağlar Jean-François’nın. Ama onurlu, haysiyetli bir seçimle gelir bu ölüm. Aslanlar gibi direnmiş, işkencede şakımamış, dostlarını satmamıştır. Son yolculuğuna o anda davayı temsil eden Felix’le birlikte çıkmasını sağlar Melville. Kitaptaki bu detayı okuduğumda tüylerim diken diken oldu, çünkü şunu anlamıştım: Romandaki Jean (artık gerçek hayatta kim ise), Kessel’in bir arkadaşını temsil ediyordu, halbuki filmde bu kutsal dava uğruna nerede, ne zaman ve ne şekilde öldüğü bile bilinmeyen direnişçi Jean, Melville’in öz kardeşi Jacques’tan başkası değildir. İşte sinema bunun için vardır.

L’armee des ombres (Gölgeler Ordusu / Army of Shadows, 1969) başlıca kahramanlarının nerede ve ne şekilde öldüğünü öğrendiğimiz bir son yazıyla biter. Oysa kitapta böyle bir şey yoktur, öykü geleceğe dair bir umudu yüreğinde taşıyarak biter, kahramanlarımız hayattadır, çünkü roman yazıldığı sırada -1943’te- savaş ve mücadele devam ediyordur. Gelecek belirsizdir. Film 1969 tarihlidir, yani Melville bu kahramanların özgür Fransa uğruna çoktan öldüklerini biliyordu. Direnişin önde gelen kahramanlarını tanıdığı başka direnişçilerin ölüm şekilleriyle kutsamıştı, elinden gelen buydu, adsız kahramanlara duyduğu saygının bir ifadesiydi.

İlginçtir, oynadığı üç Melville filminde de Alain Delon’un canlandırdığı karakterin adının “C” ve “O” harflerini içerdiğini görüyoruz. Kiralık Katil’de (Le samourai, 1967) Jef Costello, Ateş Çemberi’nde (Le cercle rouge, 1970) Corey, Gecelerin Adamı’nda (Un flic, 1972) ise Coleman. Bu “C” ve “O” harflerinin direniş sırasında Jean-Pierre Melville’in hayatını kurtaran bir adamın adı ve soyadının baş harfleri olduğu tahmin ediliyor. Dedim ya, Jean-Pierre Melville filmleri az çok otobiyografiktir. Ateş Çemberi’yle (Le cercle rouge, 1970) devam edeceğiz.

blank

KAYNAKLAR

  • Kessel, Joseph. ARMY OF SHADOWS, 1985, ilk baskısı: 1944, çev: Haakon Chevalier, Alfred A. Knopf: ABD.
  • Kessel, Joseph. GÖLGELER ORDUSU, 1990 (ikinci baskı), çev: İlksen Tuncay, E Yayınları: Türkiye.
  • Vincendeau, Ginette. JEAN-PIERRE MELVILLE: AN AMERICAN IN PARIS, 2003, British Film Institute: İngiltere.
  • sensesofcinema.com/2002/great-directors/melville
blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

The Giver / Seçilmiş (2014)

Distopya’yı yalamış yutmuş seyirciler için ise çerez niyetine seyredilebilir.
blank

Dirty Dancing (1987)

Örneğini beyazperdede defalarca gördüğümüz sıradan bir aşk hikayesi nasıl oluyor