birbirimizi sevebiliriz
eğer ortodoks kabuğunu kırabilirsen.
Gel ve dokun, yeni bir dünya kuracağız
hiçbir onursuzluğun, pisliğin,
yoksulluğun, adaletsizliğin ve zulmün olmadığı. (Neerav Patel)
Article 15 (2019) isimli bir film izledim. Filmi izleyince bu ismin Hindistan Anayasası’nın 15’inci maddesine tekabül ettiğini öğreniyoruz. Article 15, bilmediğimiz veya gizli kalmış hiçbir şey söylemiyor. Söylediği şeylerin çoğu hepimizin malumu… Modern zamanlarda, bir şeyin kamuoyu tarafından biliniyor olmasının, hele o şey kötüyse, genellikle sözü edilen kötülüğü önleyeceğine inanılmaktadır. Oysa bu bir yanılsamadır. Tek bir düğmeye basmakla insanları buharlaştıracak silahlar yapmayı “başaran” silah endüstrisi, handiyse hepimize zehir yedirmeyi hedefleyen gıda endüstrisi, insanları güzelleştirmek için hayvanlara zulmetmekten çekinmeyen kozmetik endüstrisi, kitleleri egemen sınıflara boyun eğdirmeyi amaçlayan kültür endüstrisi, yoksulluk hatta açlık sınırında yaşayan ve temiz içme suyu bulamayan milyarlarca insan, küresel ısınma, terör, çevre kirliliği, kadın cinayetleri, tekelci kapitalizm vb. herkesin bildiği ancak çözüme yönelik kimselerin parmağını kıpırdatmadığı şeylerden bazıları. Bu durum Adorno’nun şu sözünün ne kadar doğru olduğunu ortaya koymuyor mu?
“Hiçbir kötülük, kötülük olarak tarif edilmekle düzeltilememiştir.” Theodor W. Adorno
Ayan Ranjan isimli bir emniyet amiri, samimiyetinden dolayı İçişleri Bakanının yanında yanlış bir sözcük kullandığından Hindistan’ın kırsal bölgesine sürülmüştür. Üst kasta mensup bir Brahman olan Ranjan’ın, eşini yanında götürmemesi bu sürgün halinin çok uzun sürmeyeceğini bildiğini, en azından tahmin ettiğini gösterir. Görev yeri, hükümetin “kayıtlı kastlar” (Scheduled Castes) dediği insanların yaşadığı bir bölgedir. Uzun yıllar Avrupa’da yaşayan, babasının ricası üzerine Hindistan’a dönen ve girdiği sınavı kazanarak emniyet amiri olan Ranjan’ın, Hint gelenekleri hakkında pek bilgisi yoktur. Kendisini görev yerine götüren arabayı durdurur ve şoförden yol kenarında satış yapan bir kadından “su almasını” ister. Polis hayli şaşırmış bir şekilde “Burası kast dışı insanların köyü” der, “dokundukları suyu içmeyiz. Onlara dokunamayız. Gölgelerinde bile duramayız.” Ranjan, polislerin şaşkın bakışları arasında arabadan iner. Kast dışı olduğu söylenen kadının sattığı suyu alır ve içer. Henüz ilk sahnede Ranjan’ın bir şeylere karşı çıkan yapısı olduğu görülür.
1975 yılında resmi olarak kaldırılmış olmasına karşın hala hüküm sürmeye devam eden kast sistemine göre insan, statüsüne yani içinde bulunduğu kasta doğuştan sahip olur. Hindular önceki yaşamlarında yaptıklarından dolayı ödüllendirildiklerine veya cezalandırıldıklarına inanırlar. Bu inanışa göre, iyilik yapanlar Brahman bir kadından, kötülük yapanlar ise kast dışı bir kadından doğacaktır. Bu sistemde dört ana kast bulunsa da, ana kastların kendi aralarında birçok alt dallara bölündüğü hatta bir o kadarının da kast dışı sayıldığı söylenir. Kast içinde bulunan insanların yerine getirmeleri gereken görevleri (dharma) bulunduğuna ve bunlar yapılmadığında toplum yapısının bozulacağından korkulmaktadır. Kurtuluşunu gerçekleştiremeyen insan, bu dünyaya yüzlerce hatta binlerce kez, farklı bedenlerde ve farklı kast sistemleri içinde gidip gelmek zorundadır. İnsanın kurtuluşunu gerçekleştirmesi, üzerlerine düşen görevlerini yerine getirmesine bağlıdır ve bu görevler herhangi bir karşılık beklenmeden, yalnızca Tanrı için yapılmalıdır.
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
“Kastlara ayrılmış olan toplum yapısının varlığını devam ettirmesi, ancak neyin yapılması gerekiyorsa onun yapılması ile mümkündür. Neyin yapılması gerektiği sorusuna verilen cevap, doğrudan ve kesindir: Kendi dharma’nı ya da toplumun sana yüklediği görevini yap. Ancak insan görevinin ne olduğunu nasıl bilebilir? Hindu geleneği bu sorunu bazı sorularla çözer. Bunlardan birincisi, baban ne iş yapardı? O bir rahip, bir savaşçı, bir tüccar ya da bir işçi miydi? Babanın mesleği, senin dharman, yani görevindir.” (Fuat Aydın, Hint Dini Düşüncesinde İnsanın Özgürlük Arayışı)
[/box]
Kast sisteminin sonunda bile yer almayan ve kast dışı kabul edilenlere “Dalitler” yani “Dokunulmazlar” denilmiştir. İnsanlığın en alt tabakasında bulunduğu söylenen Dalitler, sürekli aşağılanmakta, mülk edinmeleri engellenmekte ve köylerde oturmaya zorlanmaktadırlar. Sayılarının iki yüz milyonu geçtiği söylenen ve kimselerin yapmadığı en kötü işleri, örneğin deri tabaklama, kanalizasyon açma, berberlik, balıkçılık, çöpçülük vb. yapan Dalitler “kirli” olarak görülmüştür. Yaptıkları işlerden kaynaklanan bu kirlilik, zamanla sosyal, politik ve ekonomik ayrımcılık haline dönüşmüştür. Böyle bir kişiye dokunmanın kendilerini kirleteceğine inanan yüksek kastlardan insanlar, Dalitler’e dokunmaz, yemek ve sularını paylaşmaz ve aynı tapınakta ibadet etmezler. Şehre gittiklerinde yüksek kasttakileri uyarmak için zil taşımak zorunda olduklarını ve yeni kıyafet almaları yasaklanan Dalitler’in, yalnızca ölülerden kalan kıyafetleri giydiklerini okudum. Bu insanların hayli acı verici bir yaşam sürdüklerini öğrenince üzülmemek elde değil. İnsanların kendi türüne nasıl bu denli acımasız davranabildiğini anlamak çok güç… Aşağıdaki paragrafta kurutuluşunu gerçekleştiren insanın durumu anlatılmaktadır. Eğer buna inanırsak, insanların kurtuluşunu gerçekleştirmesinin nerdeyse imkansız olduğu ortaya çıkıyor, diyebilirim.
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
“Kurtulan insanın yani yaşarken kurtulan insanın bu dünyadaki yaşamına gelince Bhagavad Gita’ya göre kurtulan kişinin tavırlarında ve davranışlarında bir değişim gözlenir. Böyle bir kişi artık kimseye kin beslemez; herkese dost olur ve bencillikten uzaktır. Bütün yaratıklara karşı şefkatli ve yardımcıdır. Çünkü yalnızca hakikaten bu dünyayı terk etmiş olan kimse, bu evrensel merhameti icra edebilir. Zevk ve acı karşısında hep aynı tavrı sergiler. Zevki ve zevk veren nesneleri terk etmiştir. Sürekli bir huzur içindedir. Kimseden kaçmaz ve kimse de ondan kaçmaz; neşe, heyecan ve korku hislerinden kurtulmuştur. Yaptığı hiçbir şeyden bir karşılık beklemez. Ne sevinir, ne nefret eder ne de tutkuya kapılır. İyi ve kötünün ötesindedir. Günah işlemez. Dosta ve düşmana, kutsal bir Brahman ile kast dışı birine karşı tavrı aynıdır. Onun için onur ve onursuzluk, soğuk ve sıcak; mutluluk ve mutsuzluk birdir. Az konuşur, kaderine razıdır. Eve bağlılığı sona ermiştir. İşleri artık onu bağlamaz ve her türlü durumda hareket etme özgürlüğüne sahiptir. Bu aynı zamanda onun, hiçbir şeyi yapma ihtiyacı duymadığı anlamına da gelir.” (Fuat Aydın, Hint Dini Düşüncesinde İnsanın Özgürlük Arayışı)
[/box]
Ranjan, arabadayken karısına mesaj atar ve “Hindistan kırsalı çok güzel” der. İlk anda, süslü makam aracıyla bir yerden bir yere gittiğini düşündüğüm Ranjan’ın bu ifadesini duyunca, bizde de “orada bir köy var uzakta, gitmesek de görmesek de” edebiyatı yapıldığını bildiğimden hayli tepki duymuştum. Kime göre güzel, neye göre güzel. Oralarda yaşayanların aşkları, sevgileri, hüzünleri, acıları da güzel midir? Onların da hayalleri var mıdır? Onlar ne isterler, ne düşünürler, nasıl gülerler, nasıl ağlarlar? Kimseler merak eder mi acaba? Kırsal bölgeler ve oralarda yaşayan insanların “güzelliği” yakaya takılacak, solana kadar taşınacak, solunca bir köşeye atılacak ve unutulacak bir çiçek midir? Bunları düşünürken aklıma Niyazi Berkes’in anlattığı bir olay geldi.
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
“Köye girmeden önce duruldu. Bayrak direği konmuş. Bir küme köylü toplanmış, ayrı bir yerde, korku içinde bize bakıyorlardı. Program gereği marş söylenerek bayrak çekildi. Behçet Kemal mahut şiirlerinden birini okudu ve ondan sonra da heyecanlı nutuklar söylendi. Köylü, “bu işten bakalım başımıza ne gelecek” der gibi bakıyor ya da içlerinde dünya görmüş olanları ortaoyunu seyreder gibi bakıyordu. Köylünün “efendileri” köyü gezmek istedilerse de gördükleri pislik, hayvan leşleri kokusu karşısında bu köy gezisinin bir tadı olmadığını anlayarak otobüse doldular, bize de “eyvallah” diyerek gittiler. Ünlü “şair” ne demiştir, biliyorsunuzdur herhalde: “Orada bir köy var uzakta/O köy bizim köyümüzdür/Gitmesek de görmesek de/O köy bizim köyümüzdür.” “Şair” utanmadan böyle dizeler yazmış! İnanılır gibi değil. Bu zırva sözlere “şiir” diye hayran olanlar var hala.” (Niyazi Berkes, Unutulan Yıllar)
[/box]
Araba yeninden hareket ettiğinde polislerden biri bir hikâye anlatır. Bu hikâyeyi dinleyince birkaç gündür her yerde yayımlanan bir araştırma sonuçlarından bahsetmek isterim. Ülkemizin en üst gelir dilimine sahip %20’si, gelirin yaklaşık %50’sini alıyormuş. Ben %1’in, %5’in veya %10’un bu gelirden ne kadarını aldığını merak ediyorum. Ben %10’luk kesimin, gelirin %35-40’ına yakınını aldığını ve halkın tepkisinin dizginlenmesi uğruna yüzdelik dilimin geniş tutulduğu kanaatindeyim. Ayrıca bu kesimin siyasette, kültürde, medyada, sporda vb. ne kadar etkili olduğunu düşünmek bile karamsarlığa kapılmama neden oluyor. Girişte de belirttiğim gibi, bu denli büyük bir gelir adaletsizliğinin hepimiz tarafından biliniyor olması çözüme yönelik bizlere ne söylüyor? Hiç. Polisin anlattığı hikâye şöyle:
[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]
“Yüce Rama, Ayodhya’ya dönerken onu karşılamak için köylerde tüm ışıklar yakılmış. Ama bir köy karanlıkmış. Annemin anlattığına göre, Yüce Rama bunu fark etmiş. Arabasından inmiş ve köylülere sormuş: “Neden ışıklar yanmıyor? Neden karanlık?” Köylüler cevap vermiş: “Biz de ışıklarımızı yakmıştık. Ani bir fırtına çıktı ve tüm lambalar söndü. Burası karanlık olunca sarayınızın daha da parladığını gördük. O yüzden köyü karanlıkta bıraktık.” (filmden)
[/box]
Sarayın ışıklarının daha iyi görülmesi için koca bir köyün karanlıkta kalmaya razı olması insanın içini nasıl da acıtıyor, değil mi? Bizde de Atatürk’ün ölümünün ardından “muasır medeniyet” seviyesini “Batılaşma”ya indirgeyen zihniyetin, yalnız kendilerinin Batılı olmaya layık oldukları iddiasını hatırladım. Bu ülkede doğmuş olmaktan dolayı utanan ve “kimsesizlerin kimsesi” Cumhuriyeti yozlaştırarak, ülkenin asıl sahibi oldukları iddiasındaki elitlerin, kendilerinin “batılı” olduklarını gösterebilmeleri için aynı zamanda halkı aşağılamaları gerekiyordu. Böylece halk eğitimsiz, kaba ve cahil kaldıkça kendilerinin seçkinliği garanti altına alınmış olacaktı. Yani birileri karanlıkta kalmalıydı ki, birilerinin ışığı daha net gözüksün, değil mi?
Ranjan, görev yapacağı karakola ulaşır. Her polis, selam verip kendini tanıtırken, bir adamın teklifsizce Ranjan’ın koluna dokunduğu görülür. Ranjan, bu adamın nasıl olup da böyle resmi bir karşılama törenine dahil olduğunu anlamaya çalışırken, başkomiser adamın “saygın bir müteahhit” olduğunu söyler. Müteahhidin teklifsizliği paranın gücünü gösterir. Törenin ardından, kutlama partisiyle devam edilir. Parti devam ederken, kadınlı erkekli bir grubun karakolun bahçesindeki polislerle handiyse “inatlaştığını” gören Ranjan, ne olduğunu sorar. Aldığı “yakındaki bir köydenler, efendim, hayvanları yüzüp derisini tabakhaneye satıyorlar” yanıtı “bu insanların” Dalit olduğunu ortaya koyar. Polis, “Bir şey yok efendim” der, “her zamanki şeyler, iki gündür üç kızları kayıpmış.”
Polisler, kast dışı oldukları için küçümsedikleri Dalitlerin kayıp kızlarını aramaya tenezzül bile etmemiştir. Kayıp kızlardan ikisi bir ağaca asılı olarak bulunur. Filmin konusunun Delhi Crime (2019) dizisi ile benzerlik gösterdiği söylenebilir. Başkomiser, kızların ikisinin kuzen olduğunu, lezbiyen ilişki yaşadıklarını öğrenen babalarının onları astığını söyler ve dosyayı kapatmak gerektiğini söyler. Olan biteni şüpheli bulan Ranjan, otopsi sonuçlarını görmeden dosyanın kapatılmamasını ister. Durumu karısına anlatan Ranjan, kızlara tecavüz edildiğini düşünmekte ancak suçluları ortaya çıkarmak için elinden fazla bir şey geleceğine kendisi de inanmamaktadır. Karısının, olayın peşini bırakma sözlerine “sen kahraman istiyorsun” der. Karısı “kahraman değil, bir kahraman beklemeyen insanlar istiyorum” dese de, başka bir sahnede Ranjan’dan istediği şey, onun kahraman olmasıdır aslında.
[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]
“İngilizcen iyi, dünyayı gezdin. Belki bu sen değilsin Ayan. Baban için memur oldun. Benim için de kahraman olabilirsin. Gerçek seni keşfetmek istemiyorsun. Kendinin bile olamamışken nasıl benim olabilirsin?” (filmden)
[/box]
Soruşturmayı devam ettiren Ranjan, üç kuruşluk zam isteyen çocukların kaçırıldığını, günlerce toplu tecavüze uğradığını hatta bazı polislerin de tecavüz ettiğini tespit eder. Çocuklar tecavüze uğradıktan sonra herkes yerini bilsin diye ağacın dalına asılmışlardır. “Siz tayin edilirsiniz ama bizler öldürülürüz” diyen ve dosyayı kapatmak için uğraşan başkomiserin de bu çocuklara tecavüz ettiği anlaşılır. Tutuklanan müteahhidin Ranjan’ın “kızları neden dövdün” sorusuna verdiği yanıt ise manidardır.
[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]
“Zam istediler. İşi bırakacaklardı. Ben de dövdüm çünkü diğerleri de ya zam isteyecek ya da işi bırakacaklardı. Tüm işler duracaktı. Sütünüzün teslimatı yapılmayacaktı. Muslukları kendiniz tamir edecektiniz. Ayakkabılarınızı da. Yerlerini bilmelerini sağlamazsanız, hiçbir işi halledemezsiniz. Onların yeri bizim onlara verdiğimiz yerdir. Kazandığım para, size, benim toplumdaki yerimi gösterir.” (filmden)
[/box]
Kendisine tahsis edilen lojmana yerleşen Ranjan’ın “Hindistan Anayasa Hukuku” isimli bir kitabı da yanında getirdiği görülür. Ranjan, emrindeki polislerin görevlerini yapmaktan kaçınmaları üzerine Hindistan Anayasası’nın 15. maddesini karakolun duvarına asar. Filme de adını veren 15’inci maddeye göre “devlet din, ırk, kast, cinsiyet, doğum yeri ve benzeri sebeplerle hiçbir vatandaşına ayrımcılık yapamaz. Kuyu, tapınak havuzu, yıkanma alanı, yol ve diğer kamu mallarının herhangi biri tarafından kullanımı kısıtlanamaz veya bir koşula bağlanamaz.” Bu sahnelerle Dalitler için çok çaba harcayan isim olan Bhimrao Ramji Ambedkar’a gönderme yapıldığı çok açıktır. Benzer bir gönderme, başka bir sahnede açıkça yapılacaktır.
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
“Dokunulmazlar için yasal ve siyasal tanınma ve dokunulmazların konumu, tarihi kültürü ve siyasal görüşlerinin bütün yönleri hakkında bilgi dolu yazılar, Dr. B.R Ambedkar’ın mirasıdır. Hinduizm’de hiçbir eşitlik ve bireysel gelişim ve sağduyunun yeri yok diyor ve ekliyordu: “Size özellikle şunu söylüyorum ki insan din için değil, din insan içindir. İnsan muamelesi görmek için kendinizi değiştirin. Eşitliği elde etmek için değişin. Özgürlüğü elde etmek için değişin. Neden bir tapınağa girmenizi, halka açık bir kuyudan su içmenizi yasaklayan bu dine bağlı kalıyorsunuz? Neden sizi her adımda aşağılayan bu dine inanıyorsunuz?” (Kim Knott, Hinduizmin ABC’si)
[/box]
Dalitleri yok sayan herkes, toplumun bazı kurallar üzerine kurulu olduğunu, Yüce Brahma’nın yarattığı bu kozmik düzeni bozmaya kimsenin hakkı olmadığını söylemekte ve “herkes eşit olursa kral kim olacak” demektedirler. Karısının “bir krala gerek var mı ki” ve Ranjan’ın “iki bin yıllık bir sistemi niçin kullanmaya devam ediyoruz” sözleri Hindistan’ın yeni yetişen kuşağının düşüncesini ortaya koymaktadır, diyebiliriz.
[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]
“Ülkemden gurur duyardım, hala duyuyorum ancak bazı şeyler çok kötü durumda. Burada savaş var. İki kız öldü, biri kayıp. Kimse umursamıyor. Sanki başka bir ülkede olmuş gibi. Televizyonda ve şehirde ise her şey normal… Bundan mı gurur duyayım? Rezil bir durum. Gayrirezil hale getireceğim. Yeni kelimeler bulmalıyız. Yeni yollar çünkü bu rezilliğin kökü derinde.” (filmden)
[/box]
Dalitler’in, “bazen dokunulmaz vatandaşlarız bazen kayıtlı kast, hiç sadece vatandaş olamadık. Dokundunuz diye yemek çöpe atıldı mı hiç? Elinizi sıktıktan sonra elini yıkayan oldu mu” diye sitem etmeleri milyonlarca insanın dramını anlatır aslında. “Hangi kasttan olursanız olun vakit Hinduların birlik olma vaktidir. Gerçek düşmanın farkına varma vakti. Sınırda şehit olanlardan çok kanalizasyon temizlerken ölen var. Kimse onlar için yas tutmuyor” sözleri filmin ana izleğidir. Kızların zam talebi üzerine öldürülmeleri ve asılmaları kast sisteminin sömürgeci yanıyla özdeşlik kurulmasına fırsat verir. Binlerce yıllık yapının büyük bir sömürü düzenine dönüştüğünü iddia eden film, bu yapıyı kırmak gerektiğini iddia ediyor. Peki, insanlar nasıl buna inanmıştır. “Kuşku inançtan sonra gelir” diyen Wittgenstein’ın aşağıdaki sözü, bu konuda ufuk açıcı olmaktadır.
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
“Bildiğim yalnızca yeryüzünün benim doğuşumdan çok önce de var olduğu değil, aynı zamanda dünyanın büyük bir cisim olduğu, bunun kesinlikle saptandığı, benim ve öteki insanların birçok atalarının olduğu, bütün bunlar hakkında kitaplar olduğu, bu tür kitapların yalan söylemediği vb. Pekiyi bütün bunları biliyor muyum? Bildiğime inanıyorum. Bu bilgi bana aktarıldı ve kuşkulanmam için hiçbir neden yok, tersine çeşitli doğrulamalar var. Neden bütün bunları bildiğimi söylemeyeyim? Söylenen tam da bu değil mi zaten? Ama bilen ya da tüm bunlara inanan yalnızca ben değilim, aynı zamanda başkaları da. Ya da daha çok, inandıklarına ben inanıyorum. Kesinlikle ikna oldum, başkaları her şeyin böyle olduğuna, böyle olduğunu bildiklerine inanıyor. Ben, L. W., inanıyorum, eminim , bana söylenenler, okuduklarım ve deneyimlerim temelinde bundan eminim. Kuşkulanmak bana delilik gibi geliyor, elbette yine ötekilerle uyum içinde olarak; ama onlarla uyumlu olan benim.” Ludwig Wittgenstein
[/box]
Bütün pis işlerin tam ortasındaki başkomiser yardımcısının korkudan konuşması, çocuklara tecavüz edildiğini raporunda belirtmeye korkan adli tabip yardımcısının her şeyi göze alarak raporu imzalaması, çocuklara tecavüz ettiği ortaya çıkan polisin ağlayarak itiraf etmesi ve günahının büyüklüğünün farkına vararak intihar etmesi, içişleri bakanının telefon ederek arkasında olduğunu söylemesi vb. Ranjan’ın kahramanlığını ortaya koyan ancak aşırı idealize edilmiş sahnelerdir. Herkesin bir kurtarıcı beklediği ve kahraman ortaya çıkınca hızla onu destekleyeceği gibi bir anlam ortaya çıkıyor ve “kahraman beklemeyen bir halk” iddiası anlamını yitiriyor.. Ranjan, çok şey başarmış olsa da, kurumsal bir yapı olmadığı için oradan ayrılmasıyla hızla eskiye dönüleceği bellidir. Yine de, bir kişinin bile çok şey değiştirebileceğine ilişkin geçmişte yapılmış bir deneyden söz edeceğim.
Solomon Asch isimli bir psikolog tarafından gerçekleştirilen Asch deneyinde, deneklere “göz muayenesine” alınacakları söylenmiş ve kendilerine iki karttan oluşan bir test uygulanmıştı. Birinci kartta tek bir kalın çizgi, ikinci kartta ise üç kalın çizgi bulunuyordu. Deneklerin yapması gereken ikinci karttaki çizginin hangisinin birinci karttaki çizgi ile aynı uzunlukta olduğunu söylemekti. Son derece basit bu soru, aynı oda içerisinde yan yana oturan ve genellikle yedi ila dokuz kişiden oluşan gruplara aynı anda soruluyor, her kart ikilisinin gösterilmesinin ardından deneklerden sırayla sesli olarak yanıt vermeleri isteniyordu. Ancak gerçekte, deneklerin biri dışındaki herkes deney ekibindendi yani sadece tek bir denek vardı. Deney başladığında deney ekibindeki sözde denekler, ilk iki soruya doğru yanıt veriyor, ancak takip eden sorularda hep birlikte aynı yanlış cevabı vermeye başlıyorlardı. Böylelikle, herkesin aynı yanlış cevabı vermesinin ardından, “gerçek” deneklerin ne kadarının, sıra kendilerine geldiğinde, gözleri önündeki gerçeği dile getirmeyip çoğunluğa uyum gösterecekleri ölçülmek isteniyordu.
Deneye katılanların %74’ü en az bir kez çoğunluğa uyarak yanlış cevap vermiş, %33’ü ise soruların yarıdan fazlasında yanlış cevaba iştirak etmiş, %25’e karşılık gelen bir denek grubu ise, hiçbir zaman çoğunlukla birlikte hareket etmeyerek kendi fikrini korumuştur. Neticede, hatalı yanıt verme ortalaması %36,8 olmuştur ki, normal şartlar altında bu rakamın %1’in altında olması bekleniyordu. Yani deneklerin önemli bir yüzdesi, sadece ve sadece çoğunluk tersi istikamette görüş belirttiği için, net bir şekilde gördükleri bir gerçeğe aykırı beyanda bulunma yoluna gitmişlerdi.
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
“Sonuçlara göre, kendilerinden önce sadece bir kişi yanlış yanıt verdiğinde, deneklerin uyum gösterme ihtimali çok düşük bir seviyede kalmışken, kendilerinden önce iki kişinin yanlış yanıt vermesi durumunda uyum gösterme oranı %13,6’ya çıkmış, üç kişilik bir çoğunluğun ardından ise uyum gösterme oranı %31,8’e fırlamıştı. Oysa tek sesliliğin bozulması ise çok daha ciddi bir tesire sahipti. Zira deney grubuna “doğru yanıt veren” bir tek kişi dahi eklendiğinde, yanlışa uyum gösterme oranı dört kat azalmıştı. Bu durum, çoğunluğun otoritesinin tek bir aykırı sesle dahi kırılabileceği yönünde ipuçları vermekteydi. Bu durum, insanların herhangi bir konuda harekete geçme adına rol modellerine ihtiyacı oldukları anlamına geliyordu, denilebilir.” (Serdar Kaya, Endoktrinasyon ve Türkiye’de Toplum Mühendisliği)
[/box]
29 Eylül 2006’da, bir Dalit ailenin dört üyesi öldürülmüştür. Cinayetlerin nedeni, ailenin arazilerinden geçecek yola karşı çıkmalarıydı. Saldırı, yolun geçmesini isteyen üst kast mensupları tarafından yapılmıştı. Anne ve kızı çırılçıplak soyularak, filmdekine benzer bir şekilde, köyün orta yerine atılmıştı. Kadınlara tecavüz edildiği iddia edilse de, soruşturmanın ilerleyen safhalarında kadınların tecavüze uğramadığı, doktorların ölüm raporunu yanlış yazmak için rüşvet aldıkları ve birçok yolsuzluğun döndüğüne dair suçlamalar ortaya çıkmıştır. Bir süre sonra da neyin doğru neyin yanlış olduğu birbirine karışmıştır. Filmin konusu bu olaydan alınmış olabilir. Bu olaydan alınmamış olsa bile, Dalitlerin her gün bu tür saldırılara maruz kaldıkları bilinmektedir. Filmin başlangıcında, “tüm karakterlerin hayal ürünü ve benzerlikler tesadüfi olduğu ve karakterlerin dâhil oldukları topluluğu temsil etmediğine” yönelik açıklama konulmuş olması konunun hayli hassas olduğunu gösteriyor.
Atandıkları bölgelerde asayişi sağlamak ve suçlularla mücadele etmek için görevlendirilen polislerin, temiz üniformalar, atkılar, arabalar, rütbe işaretleri, silahlar, hatta evlere sahip olmalarına karşın ikiyüzlüce oturdukları, hizmet etmekle sorumlu oldukları insanlar yerine paralı müteahhitlere veya üst kasttan olanlara boyun eğdikleri dile getirilmektedir. Bu polislerin “hazineden geçinmeli” teriminin vücut bulmuş hali diyebiliriz. Ranjan’ın “bazen umutsuzluğa kapılıyorum ama bunu itiraf edemem. Bir sürü kişi benden güç alıyor. Sana çiçekler getirmek isterdim ama etrafımızda o kadar kötü şeyler oluyor ki sana gülümsemem bile günahmış gibi geliyor” sözlerinin ise hayli acı verici olduğunu söylemeliyim. İnsanlık tarihi boyunca insanın türüne karşı işlediği bu “kırımların” listesini çıkarmak bu yazının sınırlarını aşacaktır. Yine de, modern zamanların en büyük kırımının yaşandığı Hocalı, Boşnak, Ruanda veya Darfur katliamlarını hatırlamak -bazılarının soykırım zihniyetiyle işlendiği bilmek ise daha da acı- insanlık olarak pek de iyiye gitmediğimizi gösteriyor. Yazımı Shakespeare’den bir alıntıyla bitirmek isterim.
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
“Yahudi’nin gözü yok mu? Yahudi’nin elleri yok mu; organları, boyu posu, duyuları, duyguları, heyecanı yok mu? Aynı yiyecekle beslenmiyor mu, aynı silahla yaralanmıyor mu, aynı hastalığa yakalanmıyor mu, aynı yolla iyileşmiyor mu, kışın üşüyüp yazın ısınmıyor mu? Farkı ne Hıristiyan insandan? Etimizi kesince bizim de kanımız akmaz mı? Gıdıklanınca gülmez miyiz? Zehirlenirsek ölmez miyiz? Peki ya bize haksızlık ederseniz öcümüzü almaz mıyız? Her şeyde size benzediğimize göre, bunda da benzeyeceğiz tabii.” (William Shakespeare, Venedik Taciri)
[/box]
Öteki Sinema için yazan: Salim Olcay
Filmi yorumunuzdan önce izledim. Film gerçek bir olaydan alıntı aslında filmin fragmanını izleyip gerçek olayı okudum gerçekten dünyada böyle hayat yaşayan insanlarda var çok üzücü. Yorumunuz çok güzel olmuş filmde dikkat etmediğim şeyler olduğunu anladım. Bu yorumlar eşliğinde dikkatle bir daha izleyeceğim.
İlginize teşekkür ediyorum. Her yerde farklı acılar yaşanıyor. Amaç bu acıları azaltmak olmalı oysa bütün insani ilişkilerin temeline paranın yerleştirildiği bu dönemde böyle filmlerin çekilmesi bile hayli zor.