“Karanlık Dünya” filmini çekmek üzere bizzat Veysel Şatıroğlu’nun köyü Sivrialan’a giden film ekibi, o gün köyün derme çatma ilkokuluna yerleştirildi. Evlerden yatak yorganlar, yemekler ilkokula taşındı. Ekip akşam Veysel’e konuk oldu, çalıp söylediler, sohbet ettiler.
Çekilecek olan senaryo Aşık Veysel’e okundu. Aşık Veysel, hayatı boyunca hiç film izlememiş ve bu sanatın dilini de bilmeyen biri olarak senaryoyu dinledikten sonra “Elinize sağlık” demekle yetindi. Senaryo, onunla dostluk da etmiş olan Bedri Rahmi Eyüboğlu tarafından yazılmıştı ama Aşık Veysel’in yaşamını birebir yansıtmıyordu. Kurmaca sahneler, değiştirilmiş bölümler vardı. Herhalde dramatik yapı gereği ve aşağıda belirteceğim başka nedenlerle yapılan bu değişiklikleri Veysel anlayışla karşılamış olmalı. Ama Veysel, ona anlatılan senaryoyla çekilen filmin başına geleceklerden ve hayatının filmde kuşa döneceğinden, anlamsızlaşacağından, biyografiden çok fantastik bir bilim kurguya meyledeceğinden habersizdi.
1952 yılı haziran ayı içinde Sivrialan köyündeki çekimler bitirilip Ürgüp’teki sahneler de tamamlandı. Yılsonunda gösterime hazır hale gelen filmin afişleri bastırıldı, gazetelere ilanları verildi ama Ankara’daki İç İşleri Bakanlığı Hakem Film Kontrol Komisyonu (kısaca SANSÜR) filmin yasaklanmasına karar verdi. “Karanlık Dünya”, Türk Sinemasının yurt içinde ve yurt dışında gösterilmesi bütünüyle yasaklanan ilk filmi olma unvanını almıştı. Hep söylenegelen başak boylarının kısalığı, çıplak ayaklı köylüler vs. gibi bahaneler bu kararın nedeni sayılamazlar. Yasaklamanın iç yüzü ve değinilmeyen ayrıntıları bambaşkadır.
Filmin yapımcısı Nazif Duru, SANSÜR’e tekrar başvurarak kararı değiştirmeye çalıştı. Yaklaşık 6 ay boyunca Ankara’ya gidip gelerek filmin gösterilmesi için gerekli şartları yerine getirmekle uğraştı. Çıkan sonucu filmin senaristi Bedri Rahmi Eyüboğlu şöyle dile getirmişti: “Yazık ki sansür yüzünden bu filmin onda sekizi gitti, onda ikisi kaldı. Yani film kuşa döndü.”[1]
Çıkarılan bölümler sonucunda filmin süresi gösterime sokulabilecek uzunlukta değildi. Ek sahneler çekildi. Önceden çekilmiş haber görüntüleri ve anlamsızlıkları gidermek üzere bir anlatıcı ses eklendi ve ortaya bugün bildiğimiz 56 dakikalık film çıktı. Adı artık “Aşık Veysel’in Hayatı” olan Karanlık Dünya, Metin Erksan’ın ilk filmidir ama yaşananlardan sonra onda sekizi kesilip atılmış olan bu film artık Metin Erksan’a ait sayılamaz. Aşık Veysel’in Hayatı, SANSÜR’ün yarattığı bir film haline gelmiştir. Peki, SANSÜR bu fantastik deneyiminde nasıl bir film ortaya çıkarmıştır?
Aşık Veysel’in “Aydınlık” Dünyası
“Dünya karanlık olmaz.” denilerek Karanlık Dünya adı değiştirilmiş, “Aşık Veysel’in Hayatı” yapılmıştı. Metin Erksan yıllar sonra bu kararın doğru olduğunu söylemişti: “Aşık Veysel’e gözlerini açtırabilmesi için olanakların var olduğunu, buna rağmen neden bunu yapmadığını sorduğumda Veysel, ‘Gerek yok Metin Bey ben zaten kalp gözüyle görüyorum.’ dedi. Bunu söyleyen birinin dünyası karanlık olabilir mi?” Aşık Veysel de aktarılana göre pek çok kez görenlerden daha iyi gördüğünü söylemiş, “Benim karanlık günüm yok, her günüm aydınlık içinde.” demiştir. Ama bu aydınlığın arkasında “Veysel der dünyaya ben niye geldim/ Her zaman ağladım ne zaman güldüm” diye yazdıracak kahırlar da vardı. Filmin büyük kısmı Aşık Veysel’in ünlü olana kadar çektiği acılarla dolu karanlık bir dünya resmediyordu. Ya da bu isim aslında acı ve yoksunluklar içinde karanlık gibi görünen aslında aydınlık bir dünyayı vurgulayan bir eğretileme gibi de görülebilirdi. Tabi bu düşüncelerde varsayımdan ileriye gidemiyoruz.
Karanlık Dünya’dan kesilen sahnelerin pek azı hakkında bilgi sahibiyiz. Bunları da dikkate alarak SANSÜR’ün meydana çıkardığı filme bir bakalım. Film Aşık Veysel’in o günkü (1953) haliyle saz çalarken görüntüsüyle açılıyor. Var olan kopyada jenerik yazıları yoktur. Bu yazılarla ilgili şöyle bir eleştiri yazılmıştır: “Jenerik başladığı zaman ilk hayal sukutuna uğradık. Öyle yazılar ki zevksizlik numunesi. Ve sanki yarım saat içinde yapılıvermiş hissini uyandırıyor. Belki bunun için pek çok sebepler mevcuttur ama ne olursa olsun seyirci bu ilk tesirle sarsılıyor.”[2]
Aşık Veysel ilk olarak çocukluk haliyle görülür ama aslında film onun doğumuyla açılıyordu. Metin Erksan’ın anlatımına göre bu sahne şöyleydi: Köy kadınları çobanların otlatmakta olduğu koyunları sağarken Veysel’in annesi doğum sancısıyla kıvranmaya başlar. Kadınlar hemen kadının başına toplaşıp doğumuna yardımcı olurlar. Bu sırada da hep bir ağızdan türkü söylemektedirler. Veysel böylece türküler eşliğinde dünyaya gelir. Kadınlar bebeği yeni sağdıkları sütle yıkarlar ve göbek bağını da taşla keserler. Bu sahne, Türkiye’de doğumların bu şekilde olmadığı gerekçe gösterilerek kesilmiştir. Oysa bahsedilen doğum sahnesi 1894 yılında geçiyordu ama SANSÜR’e göre perdede görülen her şey günümüz olarak algılanıyordu. Böyle epik bir giriş yerine film Veysel’in arkadaşlarıyla körebe oynadığı bir sahne ile başlar. Küçük Veysel “İçim döndü, yüreğim karardı” diyerek daha fazla oynamak istemez ve gözüne bağlı bezi fırlatıp atarak arkadaşlarından ayrılır. Onunla aynı fikirde olan Dilim adlı arkadaşı yanına gelip onu teselli eder ve birlikte Veysel’in kavak fidanını dikmeye giderler. Ağaç dikme sahnesi filmin bu halinde anlamını yitirmiştir. Veysel kör olduktan sonra kavak fidanını ziyaret ederken görülür ama bu sahneler sonradan hiçbir anlatıma bağlanmazlar. Belki de asıl versiyonda Veysel yıllar sonra bu ağacın altında saz çalarken görülecekti.
Filmin devamında köyde bir çiçek hastalığı salgını olduğu söylenir ve küçük Veysel yatağa düşmüş gösterilir. Bir türlü iyileşmeyen Veysel’e babası onun diktiği kavak ağacının yapraklarından getirerek alnına koyar. Yapraklar bir işe yaramaz ve Veysel’in gözleri kör olur. Artık göremediğini anladığında ağlar. Gerçekte bu hastalık sonucu Veysel’in bir gözü kör olmuş diğerine de perde inmiştir. Ameliyatla düzeltilebilecek olan bu göz, ne yazık ki kaza sonucu babasının elinde tuttuğu bir çubuğun Veysel’in gözüne saplanması sonucu tamamen görmez hale gelmiştir. (Veysel nasıl tamamen kör olduğunu daha sonraki röportajlarında farklı anlatıp, diğer gözüne bir öküzün boynuzunun saplandığını söylemiştir. Bazı röportajlarda öküz ineğe dönüşür. Aşık Veysel’le ilgili kitabında Yavuz Bülent Bakiler, Veysel’in, kör olmasından dolayı babasının suçlanmaması için öyküyü değiştirdiği fikrindedir.) Sonuçta bu kanlı ve iç parçalayıcı kazadan filmde bahsedilmez.
Veysel’in çocuk yaşta kör kalmasına alışmaya çalıştığı, elinde değnekle köyde dolaştığı görülürken Dilim ona yardımcı olur. Anlatıcı Veysel’e Dilim’in yardımcı olduğunu ve bu duruma alışmasını sağladığını belirtir. Gerçekte bu kişi Veysel’in kız kardeşi Elif’ti. Filmde bu değiştirme, Dilim karakterinin filmin devamındaki rolü için yapılmış gibidir ama görüleceği üzere Dilim başka insanların da yerine geçecektir.
Veysel bir bostanda bekçilik ederken önüne koyduğu taşları “öküz, kuzu, çibiş (keçi), koyun” diye isimlendirir. Bu sırada bir ses duyup, bostanın kenarındaki çalılardan bir şeyler koparmakta olan adama değneğiyle vurur. Ama adam bir yabancı değil köyden bir kişidir. Onunla, “Ne kadar sert vurdun, ben ömrümde böyle sopa yemedim” diye şakalaşır. Tamamen anlamsız duran sahnelerden biridir. Veysel’in adlandırdığı taşların ne demek olduğu da anlaşılmaz. Aslında bunlar Veysel’in bostana girecek olan hayvanları kovmak için ayırdığı taşlardır. Hayvanların büyüklüklerine göre taşları ayırmıştır, yani öküz için büyük taş, koyun keçi için daha küçük taşlar kullanacaktır. Ama filmde bu durum açıklanmaz. Veysel’in anılarına göre bostana giren adama Veysel öküz taşını fırlatmıştır. Filmde ise Veysel adama sopasıyla vurur ve taşların ne anlama geldiği de böylece anlaşılmaz.
Veysel’in türkü söylemekle ilgili ilk sahnesi, eline aldığı bir ağaç dalına saz muamelesi ederek çalıyormuş gibi yapıp bir türkü söylediği sahnedir. Veysel burada 1772-1845 yılları arasında yaşamış Aşık Dertli’ye ait “Şeytan Bunun Neresinde?” türküsünü söyler. (Bu türkü Veysel’in hayatında önemli bir anıya işaret eder: Türkiye’yi dolaşıp çeşitli yerlerde çalıp söylediği zamanlarda bazı yobazlar saz çalmanın günah, müziğin şeytan işi olduğunu söyleyerek onu kovmuşlardı. Veysel yaşadıkları üzerine Şeytan bunun neresinde? türküsünü söylemiştir.[3] Filmde ise bu türkü çocuk yaştaki Veysel’in ağzından nedensiz söylenmiş olur.) Veysel’i gören arkadaşı Dilim, ona bir saz aldırmayı önerir ve amcalarıyla konuşacağını söyler. Veysel bu fikirle heyecanlanır, çok sevdiği fidanını, çibişlerini ve koyunlarını bile bir saz için verebileceğini söyler.
Veysel sonra diğer köylülerle birlikte bir ozanı dinlerken görülür. Ozan, türküler söyledikten sonra Veysel’le hoşbeş eder. Daha sonra da babasının Veysel’e bir saz getirdiği görülür. Veysel sevinçlidir. Saz çalmayı öğrenmeye başlar.
Veysel şimdi 20’li yaşlarındadır. Yine köyde elinde değnekle yürümeye, eline saz alıp çalıp söylemeye devam etmektedir. Sonra birden Veysel kucağında çocuğuyla görülür. Nasıl evlendiği ne zaman çocuğu olduğu ve bu sürede yaşananlar atlanır. Karısı ağlayan çocuğu alıp beşiğe koyar. Beşiğin arkasında çocukla ilgilenirken birden bağırmaya başlar. Çocuk ölmüştür. Yaşlı bir kadın “Bilmeden çocuğu boğmuşsun” der. (Gerçekte ise bu olay, kadının çocuğu emzirirken uyuyakalması sonucu bebeğin boğulması şeklinde olmuştur.) Veysel, filmin asıl adına yaraşır şekilde tekrar karanlıklara gömülür.
Sonraki sahnede dere kenarında konuşan kadınlardan biri “Duydun mu komşu, Veysel’in karısı ölmüş.” der. Kadının ilk çocuğu öldükten sonra ikinci çocuğunu doğurup ölmesi buradaki diyaloglarla verilir. (Gerçekte ise Veysel’in karısı ölmemiş, başka bir adamla kaçmıştı.)
Veysel ikinci çocuğuyla baş başa kalır. Ama neyse ki çocukluk arkadaşı Dilim yetişir ve çocuğuna bakmasına yardım etmeye başlar. Buradaki sahnelerde belirsizlik vardır. Dilim Veysel’le birlikte midir yoksa yalnızca çocuğuna bakıp ona yardımcı mı olmaktadır pek anlaşılmaz. Fakat aralarında bir aşk ilişkisi olduğu izlenimi yaratılır. Dilim’in daha önceden ne yaptığı nerde olduğu bilinmez. Dilim’in, göremediğimiz ama muhtemelen önceki sahnelerde var olan Süleyman’la ilişkisi, Süleyman’nın tekrar ortaya çıkmasıyla alevlenir. Süleyman, Dilim’den Veysel’i bırakıp onunla kaçmasını ister. Dilim ona başta karşı çıksa da bu çok uzun sürmez. Veysel onların birlikte olduğunu duymuştur. O akşam parasını Dilim’in yün çoraplarından birinin içine koyar, Süleyman’la kaçacağını anlamıştır ve parasız kalmasınlar diye, aldatılmasına rağmen böyle bir fedakarlıkta bulunur.
Aşık Veysel’in ilk karısı olan Esma, 8 yıl Veysel’le birlikte olduktan sonra onlara tarlada yardımcı olması için çalıştırdıkları Hüseyin adlı bir azapla kaçmıştı. Sonraları kendisiyle yapılan konuşmalarda Veysel’le gönülsüz evlendiğini, yıllar boyunca da onun kıskançlığından yıldığını belirtmiştir. Hüseyin’e gönlünü kaptıran Esma, yeni doğurduğu ikinci çocuğunu da terk ederek Hüseyin’le kaçmıştır. Peki filmde neden Esma anılmıyor, Veysel’den kaçan karakter ilk karısı Esma değil de neden Dilim olarak gösteriliyor, gerçek adı Hüseyin olan karakter neden Süleyman olarak yansıtılıyor? Bunun nedeni bu iki kişinin film çekildiği sırada Sivrialan köyünde yaşıyor olmaları hatta Veysel’e komşu olmalarıdır. Esma ve Hüseyin kaçtıktan birkaç ay sonra birlikte Sivrialan köyüne dönmüş, Veysel’in evine yakın bir evde yaşamaya başlamışlardı. Aşık Veysel’in Esma’yı çok sevmiş olduğu anlaşılıyor ama Veysel Kaymak filmde o kaçmadan önce Dilim’in çorabına para koyması sahnesinin gerçeği yansıtmadığını belirtiyor. “Aşık Veysel’de Aşk Üçlemesi” adlı taslak çalışmasında şöyle yazıyor: “Tanıdığım Aşık Veysel bu konularda çok hassas, üstelik göremediğinden olacak, eşini çok seven ve kıskanan biri. (Bunu ilk eşi Esma’nın açıklamalarından bizzat dinledim.) Hele o yıllarda kimde para vardır? Evlenirken eşi Esma’ya başlık parası yerine, bir teneke buğday verilmiştir. (Yine eşi Esma’nın bana anlattığına göre) Veysel’in eşi kaçtığında akrabaları, kaçanların peşlerinden giderek günlerce onları yakalamak için çabalamış, bulamamışlardır. Aylar sonra kaçanlar köye döndüklerinde ise Veysel’in şikayeti üzerine köy odasına, muhtarın huzuruna çıkarılırlar. Resmi nikahları olmadığı için de herhangi bir işlem yapılmaz. Bütün bunlara karşın, böyle bir durum söz konusu idiyse bunu çevrede bir değil birçok kişinin bilmesi gerekirdi. Hem aynı köyde, hem de çevre köylerde böyle bir olay yıllarca unutulmaz, dilden dile dolaşır, yadırganır, kınanır.”
Veysel, Esma’nın çorabına para koymadıysa bile yıllar sonra Esma’ya bazı yardımlarda bulunmaya devam etmiştir. Hüseyin ve Esma köye döndükten sonra hemen herkes gibi fakir bir hayat sürmekteydiler. Veysel ünlü olduktan, özellikle 1965’te devlet tarafından kendisine maaş bağlandıktan sonra eli para görmeye başlamıştı. Veysel, Esma’nın evlerinin önünden geçtiğini fark edince çocuklarıyla ona yiyecek içecek öteberi gönderirmiş.[4] İşte belki de, hala yaşamakta olan bu kişileri katmamak için, filmde Veysel’in adı anılmayan ilk karısı öldürülmüş, gerçekte olmayan Dilim karakteriyle Veysel’in yaşadıkları verilmeye çalışılmıştır. Veysel’in ikinci karısı Gülizar da hiç anılmaz.
Dilim, Süleyman’la kaçtıktan sonra terk edilmiş bir kilisede gecelerler. Metin Erksan’ın andığı, filmden atılan sahnelerden biri şöyledir: Dilim gece geldiklerinde fark etmediği kilisenin duvarlarındaki resimleri sabah uyandığında ilk kez görür. Bu resimler İsa’nın 12 havarisinin resimleridir ve hepsinin gözleri oyulmuştur. Dilim bu resimlerden korkar, nereye dönse aynı gözü oyulmuş portrelerle karşılaşır. Metin Erksan Dilim’in vicdan azabını bu sahneyle vermeye çalıştığını söylemiştir. Böylece kör Veysel, Dilim kaçsa bile ona bakmaya devam ediyordu.
Metin Erksan’ın anlattığı kesilmiş olan sahnelere bakıldığında, -Veysel’in doğum sahnesi ve kilise sahnesi- Aşık Veysel’in kutsal bir kişilik olarak yansıtılmaya çalışıldığı ortaya çıkar. Doğum sahnesi, efsanelerdeki kutlu kişilerin doğumlarını andırır. Kilise sahnesinde de Veysel İsa ile özdeşleştirilir. Dilim de ona ve diğer havarilere ihanet eden Yahuda’ya dönüşmüş olur. Tabi bu anlatımların filmde ne derece yansıtıldığını bilemiyoruz.
Dilim yün çorap içindeki parayı bulunca kahrolur ve parasızlık içinde yaşadıkları Süleyman’a “Körün parası, al” diye fırlatır. Veysel’in ikinci çocuğunun akıbetinden ise bir daha bahsedilmez. (Gerçekte bu çocuk da hastalık ve bakımsızlık nedeniyle 2 yaşındayken ölmüştür.)
Filmin sonrasında sanki sihirli bir değnekle Aşık Veysel birden sevilen aranan bir aşık haline gelmiştir. İnsanlar onu ayakta karşılar coşkuyla dinlerler. O dönem Sivas’ta öğretmenlik yapan Ahmet Kutsi Tecer’in girişimiyle Veysel’in 1931’de bir Aşıklar Gecesine katılması, beğeni görmesi ve kendisine verilen halk şairi belgesiyle köyü dışına çıkarak çalıp söylemeye başlaması gösterilmez. Aşık Veysel önceleri başkalarının türkülerini çalıp söylüyordu. Kendine ait ilk eseri olan, Cumhuriyet’in Onuncu Kuruluş Yıldönümü için yazdığı Atatürk şiiri, bu şiirin Ankara’da Hakimiyet-i Milliye gazetesinde üç gün üst üste basılması ve bu şekilde ününün yayılmaya başlaması gibi ayrıntılardan bahsedilmez. Nasıl olduğu gösterilmese de Veysel saz çalıp konserler vermeye başlamış, tanınır sevilir bir halk şairi haline gelmiştir.
Bir gün onu dinlemeye gelen Süleyman ise onun için toplanan paralara göz koyar ve kaldığı odaya girerek Veysel’in parasını çalar. Süleyman eve gelip Dilim’e çaldığı parayı verir ama Dilim bu durumdan kuşkulanmıştır, parayı Veysel’den çaldığını anlar ve onu terk eder. Anlatıcı, Süleyman’ın adaletten kaçamayıp hak ettiği cezayı bulduğunu söyler. (Gerçekte bu olayın suçlusu bulunamamıştır. Belli ki SANSÜR, Türkiye’de hırsızların cezasız kalmadığını(!) söyleyerek bu sözü sonradan eklettirmiştir.)
Filmin sonrası tamamen fantezi ürünüdür. Dilim Süleyman’ı terk edince “eğlence ve sefahat alemlerine” düşer. Yine uzunca olan bu bölümde bir yandan oynayan dansözü bir yandan da somurtkan halde, eğlenen erkekler arasında bulunan Dilim’i izleriz. Bir süre sonra Veysel’in bir plağını çalmak isterler ama Dilim, (şimdi adı Yıldız olmuştur, herhalde kendini eğlence alemlerine bu adla tanıtmış olmalı) Veysel’in türkülerinin böyle bir mekanda çalınmasını istemez ve engel olur.
Ardından ekranda 1933 yazısı belirir ve giderek artıp 1934,1935 diye devam ederken anlatıcı da Veysel’in giderek ünlendiğini anlatır. Zaman yolculuğu 1938’de sona erer ve Atatürk’ün ölümünün ertesindeki arşiv görüntüler; cenaze merasimi, sokaklara dökülmüş ağlayan, üzüntü içindeki halkın görüntüleri girer. Böylece film bir süre Veysel’den tamamen uzaklaşır ve Atatürk’ün ölümünün yurt içinde ve yurt dışında nasıl bir üzüntü yarattığıyla ilgili anlatıcı bizi bilgilendirir. Gösterilen cenaze görüntülerinin bu kadar uzun gösterilmesi herhalde filmin süresini uzatabilmek için olmalı. Buraya kadar zaten bölük pörçük, atlaya zıplaya ilerleyen filmde bu görüntülerle iyice kayış kopar. Cenaze görüntüleri üzerine Aşık Veysel’in Atatürk’ün ölümünün ardından yazdığı Atatürk’e ağıtı kendi sesinden duyulur. Böylece görüntülerin filmle ilgisi kurulmaya çalışılır.
Zaman yolculuğunun ardından Atatürk’ün ölümüyle bir de zamanda bir kırılma yaşanır ve Aşık Veysel paralel evrene geçer. Yıl 1953 olmuştur, Veysel ülkenin dört bir bucağını dolaştıktan sonra köyüne dönmüştür. Ama köy bıraktığı köy değildir. Paralel evrende, “yurdun her yerinde olduğu gibi” Sivrialan’da da büyük bir gelişme yaşanmıştır. Köyde artık hastaneler, dispanserler, tam teşekküllü okullar vardır. Tarım ileri teknoloji makinelerle yapılmakta, insan boyunda başaklar yetişmektedir. Bataklıklar kurutulmuş her yer yeşillikler içindedir. Hastalıklardan salgınlardan eser kalmamıştır. Aşık Veysel tüm bunları göremez ama anlatılanları -başka birinin seslendirmesiyle- “Çok memnun oldum” diye dinler. Film, Veysel’in geçtiği paralel evrende her şeyin güllük gülistanlık olduğunu duyumsayarak keyifle piposunu tüttürmesiyle biter.
Böylece SANSÜR, çok kötü de olsa, halen yaşamakta olan gerçek bir karakterin hayatından parçalar barındıran Türk Sinemasının ilk bilimkurgu filmini gerçekleştirmişti. Sivrialan’da var olmayan her şeyin var olduğu, köylülerin ömürlerinde görmediği makinelerin tarlalarında dolaştığı, hırsızların mutlaka yakalandığı, herkesten sağlık ve mutluluk fışkıran cennet gibi bir Türkiye meydana getirilmişti.
Aşık Veysel’in “Fazla Gerçekçi” Hayatı
SANSÜR, seyircileri yalanlarla kandırmaya, gerçeği bambaşka sunmaya uğraşırken Karanlık Dünya filmini yok etmekle yetinmedi, seyircileri de Veysel gibi kör etmeye kalktı. Halk gördüğünü zannettiği şeyi aslında görmemişti. Sivrialan’da modern okullar değil tahta barakadan yapılmış bir okul bulunuyordu. Derenin öteki tarafında olduğu için yağmurlu havalarda bu okula gitmek mümkün değildi. Veysel film çekildikten sonra bir konuşmada köyün o günleri hakkında şunları söylemişti: “Çok perişanlık var köyde şimdi. Bir kış başladı devam da devam. Kar yağmur, koyunlar çıkamıyor, çift sürülemiyor. Saman tükenmiş, rezalet baştan aşıyor…”[5]
Karanlık Dünya filmi eğer tamamen yasaklansa ve o şekilde kalsa çok daha iyi olurdu. Böylece belki sonradan filmi tam haliyle görme şansımız olabilirdi. Ama gösterilebilmesi için yapılanlar korkunç olmuştur. Bir filmin yarıdan fazlasının kesilmesi, üstüne de iktidarın propaganda filmi eklenmesi görülmemiş bir olaydı. Karanlık Dünya filmi gerçekten de çıplak ayak, başak boyu gibi nedenlerle mi kuşa döndürüldü yoksa filmde iktidarı rahatsız edecek bileşenler bir araya mı gelmişti? Metin Erksan filmin asıl yasaklanma nedeni olarak oyuculardan bazılarının komünist olduklarının ortaya çıkması olduğunu söylemişti. 50’lerde ABD’de bütün şiddetiyle sürmekte olan komünist avı, müttefiki olan ülkelerde de sürüyordu. Belki bu en önemli nedendi ama filmle uğraşmak için önemli bir başka neden daha bulunuyordu o da Aşık Veysel’in alevi olması ve Demokrat Parti’ye katılmayı reddetmesiydi.
DP iktidarının ilk zamanlarından itibaren toplumda kutuplaşmalar iyice baş göstermeye başlamıştı. Sivas’ın yerel gazetelerinden iktidar yanlısı olanlarda, Aşık Veysel’le ilgili doğru dürüst haber bulmak bile mümkün değildir. Onun rakibi gibi gösterilmeye çalışılan, türkü çalıp söyleyen yine kör bir genç hakkındaki haberde bu durum iyice açığa çıkar.[6] Yazar, Sivas’a gelmiş olan türkücü gençle röportajında konuyla tamamen ilgisiz olarak mey sevip sevmediğini sorar. Genç “Haşa, ben günah olan şeyler yapmam.” diye cevaplar. Yazar bu soruyla, içki içtiği için ayıpladığı Aşık Veysel’i küçük düşürmeye uğraşır. Daha da ileri giderek gence kadınlarla arasının nasıl olduğunu sorar. Genç bu soruya da istendiği gibi cevap verince yazar onu hayırlı bir kısmetle baş göz etmeye söz verir. Genç, Sivas’a asıl olarak Aşık Veysel’le tanışabilmek için gelmiştir. Yazar onu Aşık Veysel’le tanıştırabilmek için olanakları araştıracağını söyler. Oysa böyle bir araştırmaya hiç gerek yoktu. Aşık Veysel’in kapısı herkese açıktı.
Aşık Veysel bilinir biri haline geldikten sonra onu politikalarına alet etmek üzere uğraşlar verilmeye başlanmıştı. Karanlık Dünya’da oynayan ve Türkiye Komünist Partisi tutuklamalarında arkadaşlarını ihbar ettiği söylenen Aclan Sayılgan “Aşık Veysel bir karakter abidesidir. Halk kültürümüzün su katılmamış bir örneğidir. Biz onunla ilgili bir film yaptık. Köyüne kadar gidip günlerce birlikte olduk. O yılların kurnaz militanları Veysel’i marksizme çekebilmek için kırk dereden su getirdiler. Dünyanın dilini döktüler. Ona daha büyük şöhret ve menfaat sağlayacaklarını söylediler. Ama onun karakter yapısından zırnık bile sökemediler. Ben yüksek tahsilime rağmen komünizme bulaştım. Gizli teşkilatlarda yıllarca çalıştıktan sonra gafletimden uyanarak o fikirden uzaklaştım. Ama Veysel komünist olması için yapılan bütün teklifleri, telkinleri o derin sezgisiyle o sağlam irfanıyla hiçbir leke almadan savuşturdu.”[7]
Aşık Veysel’i ideolojilerine bayrak yapmak isteyen yalnızca komünistler değildi. İktidar yanlısı toplantılara çağrılıyor, Menderes’in kurduğu Vatan Cephesi oluşumuna katılması için heyetler sürekli Veysel’i ziyaret ediyordu. Ama Aşık Veysel bunların hiçbirine yüz vermeyince ona düşman oldular. DP iktidarı Aşık Veysel’in köyü dışına çıkarak konserler vermesine engel oldu.[8] Aşık Veysel bu durum üzerine bir şiir de yazmıştı, bir dörtlüğü de şöyledir:
Manasız mantıksız Vatan Cephesi
Vatan milletindir bu neyin nesi
Maksat Menderes’in seçim dalgası
Menderes yok memleket var bu yolda
Aşık Veysel yürüdüğü tek yolun Atatürk yolu olduğunu söylüyordu. Şiirlerini yazarken de köy enstitülerinde öğretmenlik yaparken de hep Cumhuriyet ideallerini gerçekleştirmek hedefini öne çıkaran eserler vermeye çalıştı. Alevi-Sünni ayrılığının saçmalığından bahsettiği şiirler yazdı. Kendisi hiçbir zaman Alevi olmakla ilgili konuşmadı. Bu tavrı bazı Alevilerce yadırgansa da o taviz vermedi. Mezhep ayrılıklarını yok etmeye çalışan bir dil kullanarak birlik olmayı yüceltti.
Yezid nedir, ne kızılbaş
Değil miyiz hep bir gardaş
Bizi yakar bizim ataş
Söndürmektir tek çaresi
Karanlık Dünya filmi şu an bilinen haliyle bölük pörçük, sonuçsuz veya birden atlayan sahnelerle doludur ve belli bir bütünlükten uzaktır. Filmin adı Aşık Veysel’in Hayatı diye değiştirilmiştir ama onun hayatıyla ilgili çok az bilgi verilir. Dilim ile olan birlikteliği de zaten kurgu olan senaryoda Aşık Veysel’in gerçekteki yaşamından çok az iz bulunabilir.
Film çekildikten iki yıl sonra gösterime girebildiğinde tabi ki hiç beğenilmedi. Eleştiri yazılarında filmin aksaklıkları bir bir ortaya serildi ve genç yönetmeni Metin Erksan ile senaristi Bedri Rahmi Eyüboğlu kötülendi. Yalnızca Akşam gazetesinde Çetin Özkırım, Metin Erksan’ı tanıyan ve yapmaya çalıştıklarını bilen biri olarak hakkını teslim etmeye çalışıyordu. Oysa filmin başına gelenler bilinirken bu eleştiriler yönetmen ve senariste değil filmin asıl yaratıcısı haline gelen SANSÜR’e yapılmalıydı. Garip bir şekilde film eleştirmenleri sansürü kanıksamış görünüyorlardı ya da bu konuda sert şeyler söylemekten kaçınmışlardır. SANSÜR’ün Karanlık Dünya’ya yaptığı şey yalnızca sıradanlaşmış olan kesip biçme ve birkaç sahneyi çıkartmak değil, filmi nerdeyse tamamen değiştirmek, yeniden oluşturmak ve mutant bir film haline getirmek olmuştu.
Aşık Veysel’e filmin çok kötü olduğu söylendiğinde şu fıkrayı anlatırmış: “Bir kız evlenmiş. Kocası çok çirkinmiş. Arkadaşları yeni geline, kocasının çok çirkin olduğunu söylemişler. Yeni gelin cevap vermiş: Ne yapalım demiş, babamın evinde o da yoktu ya. Şimdi Karanlık Dünya filmini beğenmiyorsunuz. Biraz insaflı olun. Hiç yoktan kötü değil ya? Hiç olmazsa sesimizi ve sazımızı duymuş olanlar bu film dolayısıyla yüzümüzü de görürler.”[9]
Fakat Aşık Veysel bu iyimser yaklaşımında haklı değildi. Çirkin kocasına “hiç yoktan iyidir” diye katlanan yeni gelin olmadığımız gibi hiç olmazsa Aşık Veysel’in yüzünü görebildiğimiz için de bir film katliamını hoş göremeyiz. Ne yazık ki Aşık Veysel bunları söylerken kendisinin, iktidar partisinin propaganda filmine alet edildiğinin farkında değildi. Eğer filmi izleyebilse, çekilen onca sahnenin çöpe gittiğini ve filmde hayatının nasıl kuşa çevrilerek yansıtıldığını görebilse herhalde “Şaşar Veysel işbu hale/ Gâh ağlaya gâhi güle” diye türküsünü tuttururdu.
Öteki Sinema için yazan: Murat Kirisci
[box type=”info” align=”” class=”” width=””]
KAYNAKÇA
[1] Yelken, sayı 194, 1973
[2] Akşam, 07.01.1954
[3] Aşık Veysel’li Yıllar, Veysel Kaymak, 2005
[4] Bütün Yönleriyle Aşık Veysel, Gülağ Öz, 1994
[5] Yeni Ortam, 19.03.1973
[6] Hakikat, 25.04.1952
[7]Aşık Veysel, Yavuz Bülent Bakiler, 1989
[8] Aşık Veysel, Melih Duygulu, 2001
[9] Aşık Veysel, Doğan Kaya, 2011[/box]
Sevgili Murat Kirişçi, filmle ilgili güzel bir değerlendirme yapmış. Ancak katılmadığım bir iki nokta var. Birincisi; Aşık Veysel’in, kaçan eşi Esma’nın, çorabının içine para koyma masalına, O da inanmış görünüyor! Oysa böyle bir durum söz konusu olamaz. Bunun gerekçelerini bir iki yazımda anlatmaya çalıştım. (facebook sayfama bakılabilir)
İkincisi ise, film oyuncularından bazısının, Aşık Veysel’i komünist yapma çabalarından söz ediliyor ki bunun da aslının olmadığını düşünüyorum, olsa olsa O’nu bu vb görüşler çerçevesinde,etkilemeye çalışmış olabilirler.
Bunların dışındaki değerlendirmeleri yerinde ,güzel tespitler, emeğine sağlık.
Filmi, ilk kez burada izledim ve ben de hayal kırıklığına uğradım. Film çekilirken, ben de köyde, sekiz, on yaşlarında bir çocuktum. Bununla ilgili izlenimlerimi, ‘Aşık Veysel’li Yıllar’ kitabımda, kısaca yazdım.
Veysel Bey, yorumunuz için teşekkürler. Yazıda filmin oyuncularının Aşık Veysel’i komünist yapma çabasından bahsetmemiştim, herhalde oyunculardan Aclan Sayılgan’ın bu konuda aktardığı yorumdan böyle bir çıkarıma varmış oldunuz.
Çoraba para koyma öyküsünü belirttiğiniz gibi inceleyeceğim. Pek çok kaynakta karşıma çıktığı için aktarmakta sakınca bulmadım. Aşık Veysel’in kendisi de -olay gerçek değilse bile- bu öyküye karşı çıkmamış olmalı.
Bu yazıyı hazırlarken sizin kitabınızdan da yararlanmıştım. Hem eşsiz bilgiler sunan çalışmanız için hem de yazıma gösterdiğiniz ilgi için tekrar teşekkür ederim.
Ben de başarılı çalışmalarınız için Size çok teşekkür ederim. Aşık Veysel’in, ( Eşi Esma’nın, kaçacağını anlayınca, gittikleri yerlerde perişan olmasınlar diye,) çorabının içine para koyması, bana göre, ilk kez bu filmde karşımıza çıkıyor. Anlaşılan bir çok kişice de kabul görmüş, ona çeşitli anlamlar da yüklenerek; (Aşka saygı, kadına gösterilen her türlü haksızlığın, hukuksuzluğun yaşandığı günümüzde, kadına verilen bir önem olarak görülme vb) benimsenmektedir. Buna denilecek fazla bir şey yok, ancak gerçek hiçte böyle değil.
Aşık Veysel’in eşini sevmesi, kıskanması, böyle bir yapıda olmadığı, hatta parasının olamayacağı, (Eşi Esma’nın Ailesine, başlık parası olarak, yarım teneke buğday verilebildiği, öyle bir durum olsa, çevreden hemen herkesin bilgisinin olacağı, hatta Aşık Veysel’in Eşi, kaçırıldıktan sonra, tekrar köye gelmelerinde şikayetçi olduğu, kavga çıkardığı vb nedenlerle) söylenebilir. Bu konuda yüz yüze veya telefonla da görüşebiliriz. Ayrıca Sizi tanımış olmaktan da mutlu olurum. Görüşmek dileğiyle, hoşça kalın.
Veysel Kaymak’la yaptığımız görüşme sonucu konu hakkındaki bilgileri yazıdaki ilgili yere ekledim.
zirvede üşüyenlerin yazarı leyla şahinden okudum ben aşık veysel’i ve şapka çıkarttım. tavsiye ederim.