Yaşam yolumuzun ortasında
karanlık bir ormanda buldum kendimi,
çünkü doğru yol yitmişti.
Ah, içimdeki korkuyu
tazeleyen, balta girmemiş o sarp, güçlü
ormanı anlatabilmek ne zor!
Öyle acı verdi ki, ölüm acısı sanki;
ama ben, orada bulduğum iyilikten söz edeceğim,
gördüğüm başka şeyleri söyleyeceğim.
Dante- Cehennem- Birinci Kanto
Senaristliğini Sami Berat Marçalı’nın yaptığı, Ozan Açıktan imzalı Kal, filmin ana karakteri Semih’in (Burak Deniz) aşkın kılavuzluğunda kendine yaptığı yolculuğu anlatıyor. Altı yıldır birlikte olduğu kız arkadaşı tarafından terk edilmesinin ardından, çocukluk travmasını hatırlayan Semih, tıpkı Dante gibi Cehennem, Araf ve Cennet’ten geçerek kendine ulaşmaya çalışıyor film boyunca. Marçalı ve Açıktan filmlerinde Dante’nin Cehennem’inin birinci kantosundaki gibi acılarda bulunabilecek bir iyilikten söz ediyorlar ve bazen cennet sanılanın aksine cehennem olabileceğini de izleyicisine gösteriyorlar.
Musa ve Tek Tanrılı Din adlı kitabında Freud, travmanın, travmatik ana ait hiçbir şeyin hatırlanmaması ve o anın kendini çeşitli şekillerde tekrar etmesi olmak üzere iki türlü etkisi olduğunu belirtir. Her iki durumda da travma ile yüzleşmekten kaçılması ve semptomun üzerinin örtülmesi söz konusudur. Kal, çocukluk travması olan terk edilme korkusu ile başbaşa kalan Semih’in saplanıp kaldığı travması ile usulca yüzleşmesini anlatıyor.
Bugünle geçmişin bağını hatırlamak üzerinden kuran film, ana karakteri Semih’in ayrılık acısını göstererek açılıyor. Zamanın ve mekanın iç içe geçtiği bir kurgu dilini seçen yönetmen, böylelikle Semih’in zihinsel dünyasını ve kafa karışıklığını da izleyicisiyle cesurca paylaşıyor. Ve hatta daha filmin en başından Semih’in gittiği barda arkadaşları ile aralarında geçen diyaloglar ile film boyunca Semih’in yanıtlarını arayacağı soruları da izleyicisine veriyor. “Biz hep buradayız. Sen kalabiliyor musun?”, “Neredesin sen Semih?”, “Bir tık geç kaldın sanki, bir tık.” diyen arkadaşlarına “Buradayım” diye yanıt veren Semih’in savruluşu ekrana yansırken, yönetmen temel meselesinin bunlar olmadığını, aslında içsel bir yolculuğu anlatacağını da hissettiriyor.
Açıktan, önce barın isminde, sonra ikinci kez spor salonundaki Semih’in üzerindeki tişört ile izleyicisinin dikkatini “Dante” ismine çekiyor. Bilindiği gibi Dante, ünlü eseri İlahi Komedya’yı büyük bir aşk ve tutkuyla bağlandığı Beatrice’in ölümü ile yazar. Hayatına başka kadınlar girse de Dante, ömrü boyunca tek bir kadını sever. Cehennem, Araf ve Cennet olmak üzere üç cilt olan İlahi Komedya’da Dante, Beatrice’in kılavuzluğunda bir yolculuğu anlatırken, aynı zamanda kitabı hem bir arayışı hem de yeniden doğuşu simgeler. Dante’nin Cehennem’ine öfke, kin, nefret gibi duygular, Cennet’ine ise iyilik, mutluluk, güzellik gibi duygular hakim, tıpkı filmde ayrılık acısı çeken Semih’in cehennemi olan ayrılık ve cenneti olan Defne’nin (Dilan Çiçek Deniz) hissettirdikleri gibi…
Film, birbirlerinin karşıtı çizilmiş olan iki karakterin tanıtılması ile devam eder; Semih’in çocuk kalmış, haşarı, sorumsuz, plansız, spontane yaşamının aksine Defne’nin yaşamının düzenli, disiplinli, planlı ve sistematik olduğu görülür. Zıtlıkların birlikteliğinden ortaya çıkan bu tutkulu ilişkinin, bir gün Defne’nin Semih’in hayatından sessiz sedasız çıkışı ile bittiği anlaşılır. Defne’nin gidişinin ardından Semih’in, onu merak etiği, kıskandığı, ayık kafa ile onu aramayı başaramadığı ve geldiğinde ona kal diyemediği ve pek çok kadının ilgisi ile avunmaya çalıştığı izlenirken, muhtemelen filmin seyircisi kendi yaşamından izler bulup Attila İlhan’ın “Ayrılık Sevdaya Dahil” dizelerini hatırlıyordur bile…
Semih, ayrılık acısı ile baş etmek için birlikte olduğu kadınlar ile, “çok kadının hiç kadın” olduğu bir boşluk halinin ortasına düşer. Aslında Semih onları dinlese, hayatına giren tüm kadınların kendisine ayna tuttuklarını fark edebilecektir. Kadınlar tarafından sürekli sevilmek isteyen Semih’e “Senin kendini sevmen mümkün mü?” diye soran Beril (Berrak Tüzünataç), ona kendisini sevmesi gerektiğini hatırlatırken; Defne onu bencil yanı ile yüzleştirmeye çalışır: “Kendinle o kadar meşgulsün ki beni merak bile etmedin!” diye sitem eder. Evine gelip onunla konuşan patronu Ceyda (Ceyda Düvenci) kırgınlığını “Kendimi duyulmamış hissettim. Senin için yeterince önemli olmadığımı düşündüm.” diyerek belirtir. Babasının kendisine yaptığını, çevresinde ona kıymet veren herkese yaptığını fark eden Semih ilk kez sert bir şekilde sarsılır.
Sıradan romantik aşk filmlerinde kullanılan klişelerden uzak duran film, gerçekçi üslubu ile bir dram olarak da kendi dilini kurmayı başarırken senarist ve yönetmenin ortaklığında giderek daha iyi işler çıkacağının da habercisi bence. Bu arada Semih’in hayatındaki her bir kadının incelikli bir şekilde işlendiğini ve her birinin güçlü ve kendine özgü yanları olan kadınlar olarak çizildiği ve her bir oyuncunun da rollerine hakkını vermiş olduğunu söylemek gerek…
Semih’in banyoda gördüğü aynı kupanın, hem babasının hem de Defne’nin gidişi ile hissettiği terk edilme korkusunun ve yaşadığı acının tekrarının simgesi olduğu söylenebilir. İlk çabalar(ın) travmayı tekrar öne çıkartmak için, yani unutulan olayı hatırlamak ya da daha doğrusu onu gerçek kılmak, onun tekrarını yeniden yaşantılamak için, (…) benzerini başka bir kişi ile benzer ilişki içinde yeniden yaşamak için gösteril(diğini) söyleyen Freud’dan hareket edilirse, Semih’in aslında saplandığı travmasını yinelediği de kolayca fark edilebilir. Ayrılık acısıyla baş etmenin yollarını arayan Semih, tam da bu yüzden “O adamdan bir o kaldı bana” dediği babasının kupasını ve mektubunu annesine geri gönderir. “Gidenlerden kimseye kal diyemiyorum ben” diyen Semih’in gerekçesi de böylece anlaşılır olur. Filmin izleyicisi, kadınlarla ve hatta yaşamla Semih’in kurduğu bağın, babasına dair tamamlanmamışlık duygusundan kaynakladığını da fark eder. Semih’in içinde bulunduğu karanlıktan çıkıp çıkamayacağı merak edilirken, çalıştığı şirketin ismi Fenix (Phoenix), ekranda uzunca bir süre kalır ve Semih’in travması ile yüzleşerek küllerinden bir Anka kuşu gibi doğacağı da işaret edilir.
Travması ile yüzleştiği noktada babası gibi “bencil” bir adam olmayı bırakan Semih, Defne’nin babaannesinin mezarına gider, tamamlanmamışlık duygusunun simgesi olan bir türlü bitiremediği işi tamamlar, Özge’nin (Şükran Ovalı) hayalini kurduğu gitarı ona alır, Beril’in kafesinin ismini elleri ile yazar ve en önemlisi kendisine Rüstem isimli bir köpek alır. Köpeğine “bana güvenebilirsin” diyen Semih, güvenilir olmayı da öğrenir yeni bir yaşama başlarken…
Turgut Uyar’ın dizeleri olan “Bir sürekli kaşıntı, alışkanlığa karşı” dizesini dövme olarak göğsüne yazdıran Semih, yıllar sonra Defne ile karşılaştığında geçmişi ile barışmış olarak onun karşısında durur. “Bir havai fişek o da karanlığa karşı” diyerek ona takılan Defne’ye “Sen bana bütün laflarını etmiştin diye hatırlıyorum. Hatırlamak güzel değil mi? Çok güzel hatırlamak!” der ve artık kendisi olmanın keyfi ile kendi yoluna köpeği Rüstem ile yürümeye başlar. Unutmak yerine bu sefer hatırlamayı seçen ve geçmişi ile yüzleşen Semih’in, kendisini tanımlamasının simgesi olarak artık ne dövmeye ne de kadınlara ihtiyacı vardır.
Kendi travması ile yüzleşen Semih’in, içsel yolculuğunun sonu, aslında bir başlangıca dönüşmüştür bile….
Öteki Sinema için yazan: Zehra Yiğit