Yakın zaman önce vizyona giren İşkence Odası (Martyrs) adlı korku filmi akla benzeri başarısız yeniden çevrim denemelerini sıralamak gibi bir fikir getirdi. Bu filmler, özellikle altyazı okumayı sevmeyen Amerikalı seyircileri gözeten ve yabancı filmleri vizyona sokup sinek avlamaktansa, kendilerince yeniden çekerek gişede izleyici avlamayı hesaplayan uyanık yapımcıların eseri. Pascal Laugier’nin 2008 tarihli kült filmi İşkence Odası’nı yeniden uyarlayan ve berbat bir iş çıkararak “aslı dururken bu film izlenmez” dememize sebep olan Hollywood bakın başka hangi rezaletlere imza atmış geçmiş yıllarda.
Öteki Sinema için yazan: Emrah Kolukısa
Oldboy (2003) / Oldboy (2013)
Yakınlardan bir örnek: Old Boy. İzleyenler bilir, Park Chan-wook imzalı orijinal Old Boy 21. yüzyılda Güney Kore sinemasının ürettiği en iyi işlerden biridir. Yönetmenin “İntikam Üçlemesi”nin ikinci ayağı olan film 2004 yılında jüri başkanlığını Quentin Tarantino’nun yaptığı Cannes Film Festivali’nde Büyük Ödül’ü almış ve eleştirmenler kadar seyircilerin de takdirini almıştı. Sürpriz sonu bir yana, tek planda çekilen müthiş koridor sahnesiyle akıllarda yer eden (ki üç günde çekilmiştir o sahne) Old Boy tam 10 yıl sonra bu kez Amerikalı sinemacı Spike Lee tarafından çekildi. Josh Brolin’in oynadığı film o kadar kötüydü ki tüm albenisine rağmen gişede dip yaptı ve Lee’nin en az gelir getiren filmlerinden biri oldu. Uzak durmakta yarar var.
El Secreto de Sus Ojos (2009) / Secret In Their Eyes (2015)
Arjantin yapımı El Secreto de Sus Ojos 2009 yılında Juan Jose Campanella tarafından çekilmiş ve aynı yıl Yabancı Dilde En İyi Film Oscar’ını almıştı. Gerilimi, duygusu ve politik dozajıyla yılın en iyi filmlerinden biriydi şüphesiz. Başrollerdeki Ricardo Darin, Guillermo Francella ve Soledad Villamil gibi oyuncularla ilk kez tanışan izleyiciler için de (sürekli aynı oyuncuların benzer oyunculuk tarzlarıyla döktürdüğü performanslardan sıkılanlar için özellikle) güzel bir yenilik olmuştu bu yeni yüzler. Peki sonra ne oldu? Fena bir yönetmen sayılmayacak Billy Ray (Shattered Glass gayet düzgün bir filmdi mesela) aynı filmi aldı, Hollywood yıldızlarıyla doldurdu (Julia Roberts, Nicole Kidman, Chiwetel Ejiofor) ve batırdı. Fazla lakırdıya hacet yok, aslı dururken değmez.
[Rec] (2007) / Quarantine (2008)
İspanyol yapımı korku filmi REC ilk gösterimini Venedik Film Festivali’nde yapmış ve çok beğenilmişti. O kadar ki, Hollywood bu sefer fena halde hızlı davrandı ve hemen ertesi yıl filmin Amerikan versiyonunu izleyiciyle buluşturdu. Jaume Balaguero ve Paco Plaza’nın birlikte çektiği ve “bulunmuş film” esprisiyle, titrek el kamerasıyla, 2 milyon dolarlık bir bütçeyle kotarılan film yaklaşık 30 milyon dolar hasılat yaptı. Temelde bir zombi hikayesi olan ama bunu bir TV şovu gibi tasarlayan İspanyolların ardından filmi yeniden çeken Amerikalılar her zamanki gibi işi ellerine yüzlerine bulaştırdılar ve Quarantine adındaki filmi 12 milyon dolara mal ettiler. Yine de film 40 milyon dolar topladı ve aslının yerini tutmasa da en azından yapımcısını kurtardı. Jaume Balaguero ise filmden memnun kalmadığını açıkladı ve ekledi: “Neden din meselesinden kaçındıklarını anlamadım. Bence filmin en önemli yanını atlamışlar.”
Solaris (1972) / Solaris (2002)
Her ne kadar Steven Soderbergh kendi filminin aslında Tarkovski’nin filminin bir yeniden çevriminden ziyade Stanislav Lem’in romanının bir uyarlaması olduğunu iddia etse de izleyici açısından durum değişmiyor. Ortada, nereden baksanız, art house sinemanın başyapıtlarından biri var. Andrey Tarkovski sinema tarihinin en etkili yönetmenlerinden biri ve çektiği her film bugün farklı sinema dili, farklı anlatım biçimleri peşinde olanlar için bir ders niteliği taşıyor. Solaris de (Stalker ile birlikte) bilim-kurgu sinemasının köşetaşı filmlerinden biri ve bambaşka bir sinema deneyimi. Soderbergh’in çektiği Solaris’in de en azından Soderbergh için farklı bir arayış, cüretkar bir deneme olduğu şüphesiz ama George Clooney ve Natasha McElhone’un rol aldıkları filmin, aslı dururken, pek esamisi okunmaz bizce.
8 ½ ( 1963) / Nine (2009)
Riminili büyücü Federico Fellini’nin başyapıtı 8 ½ muhtemelen sinema tarihinin en taklit edilen, en çok “homage” yapılan filmlerinden biridir. Yönetmenler arasında bir anket yapılsa herhalde en sevilen filmlerden biri çıkar 8 ½, belki de en sevileni. Kimi zaman bir sahnenin (Cabaret’nin açılış sahnesi gibi), kimi zaman da tüm bir filmin (La Grande Bellazza gibi) 8 ½’tan esinlendiğini görürüz. Greenaway (8 ½ Women), Fosse (All That Jazz), Allen (Stardust Memories) 8 ½ etkilerini açıkça gördüğümüz yönetmenler arasında akla ilk gelenlerden. Sadece filmler de değil üstelik, REM’in Everybody Hurts klibi de doğrudan doğruya bir 8 ½ homage’ı değil midir? Uzatmayalım, filmden hareketle sahnelenen Nine müzikalinin sinema uyarlaması belki de 8 ½’un en direkt yeniden çevrimi sayılabilir. Rob Marshall’ın yönettiği ve Daniel Day Lewis’in başrolünü üstlendiği film ne yazık ki aslının yerini tutmadığı gibi iki acı gerçeği de şu iki ismin yüzüne tokat gibi çarpmıştır: Rob Marshall, Fellini’nin tırnağı olamadığı gibi Daniel Day Lewis de bir Marcello değildir. Dava kapanmıştır.
The Eye (2002) / The Eye (2008)
Bir Uzakdoğu uyarlamasının daha fiyaskoyla sonuçlandığı bir vakayla karşı karşıyayız. Pang Biraderlerin psikolojik gerilim tarzındaki filmi The Eye, gösterime girdiğinde çok beğenilmiş ve iki kardeşi tüm dünyada tanınan bir ekibe dönüştürmüştü. Film, anlatımı, görsel atmosferi ve tedirgin edici hikayesiyle modern çağın en etkileyici hayalet filmleri arasına girmişti. Üzerinde çok da konuşmayıp, henüz izlemeyenler için keyfini bozmayalım ama yapımcıları arasında Tom Cruise’un da (Cruise/Wagner Productions) bulunduğu Hollywood versiyonu hakkında herkesi uyaralım. Başroldeki Jessica Alba’nın güzelliğine aldırmayın ve siz siz olun bu filmden uzak durun. Ya da izleyecekseniz sadece Alba için izleyin. Anlaştık mı?
Wings of Desire (1987) / City of Angels (1998)
İşte bu tam bir rezalet. Wim Wenders’in o olağanüstü güzellikteki filmini alıp, başrole dönemin en iç bayıcı romantik komedi yıldızını koyup, bir de ağlak bir finalle bağlayınca tüm zamanların en kötü remake’lerinden birine imza attı Hollywood. Bir filmin ruhu nasıl katledilir başlıklı bir makaleye en iyi örneklerden biri olurdu City of Angels. Oysa Wings of Desire (ya da bizdeki adıyla Berlin Üzerinde Gökyüzü) muhtemelen son 40 yılın en incelikli fantazilerinden biriydi ve ona uzanan eller kırılmalıydı. İşin kötüsü film bir hayli gişe yaptı ve hatta beğenenler bile çıktı. Muhtemelen Wenders’in filmini izlemedikleri için.
Nikita (1990) / Point of No Return (1993)
Luc Besson’un en sağlam filmlerinden biri olan Nikita 90’lı yıllarda Fransız sinemasının da yeniden silkinişinde katkısı olan yapımlardandı. Tam bir Hollywood aşığı olan Besson’un bu işi Amerikalılar kadar iyi becerdiğinin bir kanıtı sayılabilecek Nikita (ve tabii ki 1994 tarihli Leon) üç yıl sonra John Badham tarafından Point of No Return adıyla yeniden çevrildi. Hikaye birebir aynıydı belki ama hem başroldeki Brigitte Fonda oynadığı role tam oturmamıştı (nerede Anne Parillaud’nun çaresiz Nikita’sı, nerede Fonda’nın fonda kaybolan ruhsuz yorumu), hem de Badham hikayenin gerektirdiği yüksek tempoyu ve duygusal geriplanı tam oturtamamıştı. Belki Nikita gibi bir örnek olmasaydı filme bu kadar yüklenmezdik ama şurası da bir gerçek, Nikita varken Nikita izlenir.
Gojira (1954) / Godzilla (1998)
Godzilla bir efsane, ona şüphe yok. Hollywood’un King Kong’una, Japon sinemasının yanıtı bir anlamda. Bir başka düzlemde de 2. Dünya Savaşı’ndan atom bombasıyla uyanan bir toplumun yaşadığı travmaların bir izdüşümü. 1954 tarihli orijinal Godzilla (ya da asıl adıyla Gojira) aradan geçen 60 küsur yılda defalarca beyazperdede belirdi ve hatta ilginç versiyonları bile çekildi. Benim çocukluğumdan aklımda en çok kalan Godzilla King Kong’a Karşı, ya da Godzilla Mechagodzilla’ya Karşı gibi filmlerdir örneğin, başkaları başka filmler sıralayacaktır. Hollywood da Godzilla’ya bir hayli ilgi göstermiş ve Japonlarla işbirliği halinde ilk yıllardan itibaren kendi versiyonları için motor demişlerdir. En iddialı Godzilla prodüksiyonlarından biri olan 1998 tarihli Roland Emmerich filmi Godzilla ise kesinlikle uzak durulması gereken Godzilla uyarlamalarındandır. Dönemin felaket filmlerinin vazgeçilmez ismi olsa da çoğu kez sıradan ama çok büyük bütçeli filmlere imza atan Emmerich elindeki onca paraya ve onca yıldıza rağmen Gojira’nın eline su dökememiştir.
Yojimbo (1961) / Last Man Standing (1996)
Akira Kurosawa’nın klasik filmi Yojimbo birçok başka filme ilham vermiş, bu işten özellikle western sineması çok ekmek yemiştir. Sergio Leone’nin spagetti western furyasını başlatan ünlü filmi A Fistfull of Dollars (Bir Avuç Dolar) aslında Yojimbo’nun bir yeniden çevrimidir. Franco Nero’nun oynadığı Django da yine Yojimbo etkisiyle çekilmiştir ve Tarantino her ne kadar Sergio Leone’nin adını dilinden düşürmese de asıl borcu belki de Kurosawa’yadır. Filmin 1996 yılında yapılan bir başka versiyonu ise uzak durmanız gereken filmler listesinde: Last Man Standing. Walter Hill’in yönettiği, 90’ların en büyük aksiyon yıldızlarından Bruce Wilis’in oynadığı ve içki yasağının hüküm sürdüğü Amerika’da geçen bir mafya hikayesine dönüşen Last Man Standing muhtemelen Yojimbo’dan türeyen filmler içinde en kötüsüdür.
Les Diaboliques (1955) / Diabolique (1996)
Kült film Diabolique birçok sebepten ötürü unutulmazlar arasında yerini almıştır. Bir kere Simone Signoret’nin muhteşem varlığı bile yeter. Dahası, Fransız sinemasının en büyük ustalarından, Hitchcock’un tahtını sallayan belki de tek çağdaşı Henri-Georges Clouzot’nun imzasını taşımaktadır. Filmin uyarlandığı Fransız romanına aslında Hitchcock da göz koymuş ama Clouzot ondan önce davranarak film haklarını satın almıştı (Hitchcock’un çekemediği en iyi Hitchcock filmi demeleri boşuna değil). Gerilimin bir an bile düşmediği, izleyiciyle kedinin fareyle oynadığı gibi oynayan ve sürprizli sonuyla sinema tarihine geçen film tam 40 yıl sonra Hollywood’da da çekildi ama sonuç bir fiyasko oldu. Yıldızı o yıllarda bir hayli parlayan Sharon Stone’un başrolünü Isabelle Adjani ile paylaştığı yeni versiyon o kadar beğenilmedi ki, gişede battığı gibi Stone da Razzie ödülüne aday gösterildi. Var mı dahası?
Funny Games (1997) / Funny Games (2007)
Bu listedeki en garip yeniden çevrim vakalarından biri hiç şüphesiz her iki filmi de aynı yönetmenin çektiği Funny Games olsa gerek. İlkini 1997 yılında çeken ve deyim yerindeyse herkesi şok eden Michael Haneke, nedendir bilinmez (para olmasın), aynı filmi, Amerikalı oyuncularla ve İngilizce olarak 10 yıl sonra bir kez daha çekti. Akla Borges’in muazzam öyküsü “Don Kişot’un yazarı Pierre Menard” geliyor ister istemez. Don Kişot’u kelimesini bile değiştirmeden 20. yüzyılda yeniden yazan Pierre Menard’ın aslında bambaşka bir roman yazması gibi, acaba Haneke de aynı filmi farklı bir coğrafyada çektiği için bambaşka bir film mi çekmiştir? Güzel zihin egzersizleri bunlar ama ben şahsen ilkini tercih ederim.
One Missed Call (2003) / One Missed Call (2008)
Takashi Miike’nin 2003 tarihli filmi One Missed Call yönetmenin en iyi filmlerinden biri olarak görülmez (hatta nefret edeni çoktur) ama aynı filmin 2008 tarihli Hollywood uyarlaması tam bir faciadır. O kadar ki, film “gelmiş geçmiş en kötü Japon korku uyarlaması” olarak kayıtlara geçmiştir. Eric Valette imzalı filmde, orijinal filmde de yer alan bazı sahneler kullanılmış, buna rağmen film korkutmayı başaramadığı gibi Rotten Tomatoes’da “0” (yazıyla sıfır) çeken nadir filmlerden olmuştu. Unutun gitsin derim.
The Wicker Man (1973) / The Wicker Man (2006)
Kült filmlerden uzak durmakta yarar var. Ağzınızla kuş tutsanız sinema izleyicisine yaranamazsanız. Hele de başrole Nicolas Cage’i koyarsanız, işiniz iyice zor. Robin Hardy’nin 1973 tarihli korku filmi klasiği The Wicker Man her dönem yeniden keşfedilen, her kuşağın baştacı ettiği nadir filmlerden. O filmi alıp yeniden çekmeye çalışmak ise abesle iştigal elbette. Üstelik Neil LaBute türe uzak, farklı gerilim ilişkilerine yatkın bir hikaye anlatıcısı. Örneğin bir Ben Wheatley olsa anlarız, ki o bile bu işe kalkışmayacak denli akıllıdır diye düşünüyoruz. Velhasıl, antipatik Nicolas Cage’in de katkılarıyla The Wicker Man remake çöplüğünde yerini aldı çoktan.
Pulse (2001) / Pulse (2006)
İlk gösterimini Cannes’da Belirli Bir Bakış bölümünde yapan ve internet aracılığıyla canlılar alemini ziyaret eden hayaletleri konu alan Pulse (orijinal adı Kairo) Japon sinemacı Kiyoshi Kurosawa’nın (Akira Kurosawa’nın akrabası değil) imzasını taşıyordu. İki ayrı hikayeden oluşan ve ilk 30 dakikası bir hayli etkili olan Pulse daha sonra Hollywood’un eline düştü ve yine berbat bir iş ortaya çıktı. Üstelik senaryoya katkıda bulunan isimlerden biri Wes Craven olduğu halde. Kirsten Bell, Ian Somerhalder ve Christina Milian gibi genç kuşağın popüler isimlerine rağmen, başta yönetmen Jim Sonzero’nun basiretsizliği ve senaryonun asıl filmin ruhunu ıskalayan ve klişelere yaslanan yapısı sebebiyle fiyaskolar galerisine girdi.
A Bout de Souffle (1960) / Breathless (1983)
Nedendir bilinmez, Godard’ın başyapıtı Serseri Aşıklar’ın (A Bout de Souffle) Hollywood uyarlaması Breathless kimi sinemacılar ve eleştirmenler tarafından pek sevilir. Jim McBride’ın başrolleri Richard Gere ve Valerie Kaprisky’ye verdiği film kötü bir film değildir belki ama, çok rica ederim, Godard’ın filmiyle mukayese kabul etmez. Biri kendinden önce gelen bütün bir sinema anlayışını derinden sarsmış, diğeri o filmin hikayesini alıp sıradan bir aşk/macera filmine dönüştürmüştür. McBride’ın filminin en büyük destekçisi de Tarantino’dur bu arada. Normalde değmez derim ama sırf kıyaslayıp saf seçmeniz adına bir izleyin isterseniz.
Anthony Zimmer (2005) / The Tourist (2010)
Son yıllarda The Tourist kadar alay edilmiş, yerin dibine sokulmuş bir film daha var mıdır acaba? Aslında The Tourist’in bir Fransız filminin Hollywood uyarlaması olduğu pek bilinmez ama öyledir. 2005 tarihli Anthony Zimmer, yönetmenliğini Jerome Salle’in üstlendiği ve Sophie Marceau, Yvan Attal gibi oyuncuların rol aldığı seyirlik bir macera filmidir. Eleştirmenlerden de yüksek not alan Anthony Zimmer’in 2010 tarihli uyarlaması ise başrollerdeki Johnny Depp ve Angelina Jolie’nin varlığına rağmen fena çuvallamış ve birçoklarına göre senenin en kötü filmleri arasında gösterilmişti. Filmi izlemek yerine internetten Ricky Gervais’in filme dair alaycı yorumlarını bulup izleyin, çok daha fazla eğlenirsiniz.
Psycho (1960) / Psycho (1998)
Geldik listemizdeki bir diğer tuhaf denemeye. Bir tarafta Alfred Hitchcock’un zamansız başyapıtı, diğer tarafta onun kare kare yeniden çevrilmiş bir taklidi. Biri siyah beyaz, diğeri renkli üstelik. Aslında Gus Van Sant’in iyi niyetli denemesine biz de iyi niyetli yaklaşıp “dikkate değer bir çaba” demek isterdik ama o kadar da saf olmamak lazım. Kırk yılın başı eline yüklü bir bütçe imkanı geçtiğinde (Good Will Hunting sağolsun), kendi yazdığı bir film yerine tutup da Hitchcock uyarlamasına soyunma ilginç bir romantizm doğrusu ama Gus Van Sant’in yaptığı tam de buydu işte. Bir nevi saygı duruşu denilebilir. Ama şunu da anlıyoruz, ne kadar dikkatle benzetmeye çalışsanız da, tıpkı büyük bir ressamın tablosunu taklit etmek gibi, aslının yerine geçmiyor ve kabak sizin başınıza patlıyor.
The Shining (1980) / Biri Beni Gözlüyor (1988)
Bu da bizden olsun. Stanley Kubrick’in korku sinemasının en büyük başyapıtlarından biri kabul edilen filmi The Shining, ilginçtir, bir tek biz Türkler tarafından yeniden çekildi (tabii Kubrick’in filminden nefret eden Stephen King’in yapımcılığını üstlendiği diziyi saymazsak). Birinde Jack Nicholson ve Shelley Duvall oynarken, bizim versiyonda Tarık Tarcan ve Selin Dilmen oynuyordu. Kubrick’in yokluğunda yönetmen koltuğunu ise bugün sinemamızın hatırı sayılır isimlerinden olan Ömer Uğur devralmıştı. Sonuç, tahmin edersiniz ki, tam bir rezalet oldu. Şöyle söyleyelim, bu film o kadar kötü ki, eğer The Shining’i izlediyseniz (aksini düşünmek bile istemiyoruz), o zaman bunu da mutlaka izlemelisiniz.
Dipnot: Elbette atladığımız filmler olmuştur. Şunu belirtelim yine de, bazı filmleri özellikle almadık, zira asıllarının yerini tutmasalar da bu listeye girmeyi hak etmeyecek kadar iyi olduklarını düşünüyoruz (örnekse: Let the Right One In remake’i olan Let Me In ya da Ringu uyarlaması Ring gibi). Ama tabii ki atladıklarımız var, onları da siz ekleyiverin artık.