Çeşitli mecralarda çok sorulan bir sorudur: “Türkiye’de neden bilimkurgu çekilmiyor?” Kimileri sosyal olgulardan bahseder, bilimkurguyu uzay operasından zanneden kimileriyse ekonomik ve teknolojik yetersizliklerden. Benim verdiğim cevapsa işi bilen ve bilimkurguya inanan sinemacıların azlığıdır. Automata, dediklerimi ispatlarcasına Bulgaristan’ın bağrından kopup geliyor ve sadece 7 milyon dolarlık bütçesiyle bilimkurgu olmayı başarıyor. Ve fakat bunun ötesine geçtiğimizde sular bulanmaya başlıyor.
İnsan nüfusunun güneşin radyoaktif etkileri yüzünden 21 milyona düştüğü, kıyamet sonrası bir ortamda geçiyor Automata. Bu yüzden de insanlar ağır işlerde Pilgrim (Hacı, filmin konusu açısından önemli) adında robotlardan faydalanıyor. Robotların iki yasası var: Biri canlılara zarar vermelerini, diğeri kendilerini değiştirmelerini engelliyor. Fakat birdenbire kendilerini tamir ettiği, geliştirdiği öne sürülen robotlarla ilgili haberler gelmeye başlıyor. Kahramanımız Jacq Vaucan, bu gizemli olayı araştırmaya karar veren bir sigorta eksperi. Başlangıçta kimse ihtimal vermese de zamanla ayyuka çıkan bu olay hem doğacak kızına iyi bir gelecek hazırlamak isteyen Jacq, hem de bağlı olduğu şirket için bir ölüm kalım savaşına dönüşüyor. Buraya kadar her şey güzel.
Ancak ilerledikçe acemice hatalar başlıyor. Filmin ilk yarısındaki Blade Runner’ı bir hayli andıran ortam, her şeye hâkim olan ve pisliğini örtmek için öldüren şirket, şehir-getto ayrımı gibi şeyler bir sistem eleştirisinin yolda olduğunu müjdeliyor ama hevesiniz kursağınızda kalıyor. Ne sınıf ayrımının temellerini, ne de ölüm kalım savaşı veren bir türün nasıl bu kadar kapitalist olduğunu açıklamaya yelteniyor film. Başka bir deyişle Automata bir kapitalizm distopyası değil ama ilk yarısında kendini öyle zannediyor. Filmin ikinci yarısıyla birlikte şehir dışına çıkıldığındaysa odak robotların varoluşsal sorunlarına kayıyor. Bu sorunlar aslında böyle bir konudan beklenen bir şey ama ilk yarıda temelleri atılan unsurlara bir daha geri dönülmemesi konunun biraz havada kalmasına yol açıyor. Robotların “ben nereden geldim” sorularına eşlik eden tek şey uzun yürüme sahneleri olunca ilginizi canlı tutan tek şey “robotları kim değiştiriyor” gizemi oluyor. Film bunu da fazla sürdürmüyor, ama neyse ki tam bu anda satranç tahtasına koyulan birkaç taş hareket ediyor ve “şimdi ne olacak” sorusunu sorduran olaylar meydana geliyor. Maalesef bu olayların tamamen aksiyona yönelik olması, senaryonun felsefi bütünlüğünün neredeyse tamamını yitirmesine yol açıyor.
Senaryoyu okuyup beğendiği için projeye dâhil olan ve filmin yapımcılığını da üstlenen Antonio Banderas, biri seslendirme olmak üzere iki rol oynayan Melanie Griffith’i, yine seslendirme yapan Javier Bardem’i, yardımcı rollerin adamı Robert Forster’ı ve adını bilmeyenlerin bile görünce tanıyacağı Tim McInnerny, Dylan McDermott, Birgitte Hjort Sorensen gibi oyuncuları projeye çekmiş. Bu oyuncuların üzerlerine düşeni yapması, performans düşüklüğü gösteren bazı Bulgar ve Rus oyuncuların daha da sırıtmasına yol açıyor. Buna karşın filmin işçilik konusunda notunun çok da düşük olmadığını söylemem gerek. Öncelikle bütçesinin düşüklüğünü kesinlikle hissettirmiyor Automata. Filmdeki robotların gerçekten yapıldığını düşününce takdiriniz bir kat daha artıyor. Bilgisayar efektlerinin sayısı az ama özenildikleri de belli oluyor.
Son tahlilde Automata’nın kötüden çok acemice bir film olduğunu görüyoruz. Bu acemiliklerin senaryo yazımından işçiliğe, filmin her yerini sarmış olması seyir zevkini aşağı çekiyor. Antonio Banderas’ın yaptıkları da bir yere kadar etkili oluyor. Buna karşın filmin iyi yaptığı şeyler de var. Kıyamet sonrası bir ortamda geçen, Asimov’un yarattığının dışında bir robot mitolojisi içeren, az parayla çok iş başaran, Hollywood harici bir film arıyorsanız şans verebilirsiniz.