Salem Cadı Mahkemeleri
İngiliz kolonilerinin yaşadığı Massachusetts yakınlarındaki Salem kasabasında başlayan ama daha sonra komşu kasabalara da sıçrayan, Şubat 1692 ile Mayıs 1693 tarihleri arasında gerçekleşen ve yüzden fazla insanın cadılıkla suçlandığı bir dizi duruşma Salem Cadı Mahkemeleri olarak anılır. Duruşmalar sonunda 14’ü kadın, 20 kişi idam cezası almış, bunların dışında ikisi çocuk 5 kişi de hapishanede beklerken (muhtemelen işkence veya kötü şartlar nedeniyle) ölmüştür.
Sonrasında tam bir kitlesel histeriye dönüşen ve birçok insanın ölümüne neden olan Salem Cadı Mahkemeleri’ni ateşleyen olaya bakalım. Salem Kasabasının önde gelen tüccarlarından Samuel Parris, bir dönem Barbados’ta ticaret yapmış, oradan gelirken yanında ev işlerinde yardımcı olacak bir çift köle (John ve karısı Tituba) getirmişti. Tituba, Parris’lerin 9 yaşındaki kızı Betty ve 11 yaşındaki yeğenleri Abigail’in bakıcılığını yapıyordu. Özellikle kışın soğuk havalarda kızlar evin dışına çıkamıyorlar ve vakitlerinin çoğunu Tituba’nın yanında geçiriyorlardı. O da onlara can sıkıntılarını atmaları için bir sürü vudu büyücüleri ve büyüleri içeren Barbados hikâyeleri anlatıyordu. Hikâyelerden etkilenmeye başlayan kızlar, çok geçmeden Tituba’dan aldıkları bilgilerle kasabadaki yaşıtları olan diğer kızlarla birlikte kendilerince büyü işleriyle uğraşmaya başladılar. İlk zamanlar bir bardak suya yumurta akı koyarak oluşturdukları kristal kürelerde birbirilerinin fallarına bakıyor, geleceğe dair kehanetlerde bulunuyor, yani kısaca uydurdukları çocukça oyunlarla eğleniyorlardı. Ancak bu oyunlar korkunç bir kâbusa dönüşecekti.
1692 yılının Ocak ayından sonra, Betty ve Abigail sara benzeri nöbetler geçirmeye, garip sesler çıkarmaya, yerlerde sürünmeye, acı içinde vücutlarını eğip bükmeye başladılar. Daha sonra 12 yaşındaki Ann Putnam Jr. ve Elizabeth Hubbard isimli kızlarda da benzer gariplikler gözükmeye başladı. Doktorlar kızlarda herhangi bir hastalık emaresi bulamıyorlardı. Garipliklerin sebebinin cadılığa bağlanması çok sürmedi ve kızlar ilk olarak Sarah Good, Sarah Osborne ve Tituba’yı suçladılar. Salem’deki topluluk içerisinde zaten çok sevilmeyen kişilerin suçlanması fazla bir tepki çekmedi. Sarah Good evsiz bir dilenciydi, Sarah Osborne kiliseye fazla gitmeyen ve uşağıyla evlenen yaşlı bir kadındı, Tituba ise zaten beyaz ırka mensup olmayan bir köleydi. Üç kadın da suçlu bulundu ama cadı avı bitmedi. Kızlar daha sonra kiliseye düzenli olarak giden ve topluluk içerisinde saygı duyulan isimleri de suçlamaya başladılar. İş artık çığırından çıkmaya başlamıştı. Cadı avı komşu kasabalara da sıçradı ve bugün artık Salem Cadı Mahkemeleri olarak anılan ve yüzden fazla insanın hayatını karartan, insanlık tarihinin en utanç verici olaylarından biri gerçekleşti.
Peki, neden bu kadar uzun bir Salem Cadıları girişi yaptık? Açıkçası Salem Cadı Mahkemeleri olayına bütünüyle hâkim olmadan (ki buradaki sadece kabaca bir özet, daha geniş olarak araştırmanızı tavsiye ederiz), filmdeki bazı ayrıntıların havada kalacağını düşünüyoruz. İnsanlık tarihinin en garip kitlesel histeri vakalarından birinin korkunç detaylarının izlerini maalesef günümüzde de sürmek mümkün ki film biraz da bunun peşinde diyebiliriz.
Kim Bu Jane Doe?
Bugüne kadar çekilmiş en iyi buluntu filmlerden (found footage) biri olan Trollhunter (2010) ile tanıdığımız 1973 doğumlu Norveçli sinemacı André Øvredal, son filmi The Autopsy of Jane Doe ile bir hayli ses getirdi. Fantastic Fest ve Sitges gibi önemli festivallerden ödüllerle döndü.
Film, aşırı kanlı cinayetlerin işlendiği ve polis ile adli tıp ekiplerinin araştırma yaptığı cinayet mahalli görüntüleriyle açılıyor. Sıradan bir kasabadaki, sıradan bir çiftin yaşadığı, sıradan bir evde bulunan cesetlerin durumu hiç de sıradan değildir. Ancak bodrumda yarı gömülü bir halde bulunan ve kimliği tespit edilemeyen çıplak kadın cesedi, diğerlerinden bir hayli farklıdır. Görünürde hiçbir yara bere izi bulunmayan vücudu, genç kadının doğal yollarla ölmüş olabileceğini akla getirir ama diğer cesetlerin kanlar içindeki korkunç halleri bir dolu soru işaretini de beraberinde getirir. İlginç bir başka detay da eve zorla girildiğine dair herhangi bir işaret olmamasıdır. Aksine kurbanlar sanki evden dışarı çıkmaya çalışırken öldürülmüş gibidirler.
*** Yazının bundan sonrası eser miktarda sürprizbozan barındırır. ***
Hemen akabinde kamera aynı kasabadaki aile morguna çevriliyor ve filmin kalanının neredeyse tamamı bu mekânda geçiyor. Uzman adli tabip Tommy Tilden ve oğlu onaylı tıp teknisyeni Austin tarafından yanmış bir cesede uygulanan otopsiye tanık olurken baba ile oğlun kişilikleri hakkında da fikir sahibi olmaya başlıyoruz. Tommy, sadece yaptığı işe odaklı, bütün verileri analiz edip en doğru sonuca ulaşmaya çalışan ve yaptığı işten keyif alan biridir. Oğlu Austin ise acemiliğin de getirdiği tecrübe eksikliği ile hemen görünürdeki olası sonuca ikna olan, yaptığı işi sevmediği hemen belli olan ama gelişime açık yetenek belirtileri de gösteren biridir. Otopsi sonrası Austin’in kız arkadaşı Emma morga gelir. İkisi arasında geçen konuşmalardan Austin’in aile mesleğine devam etmeme kararı aldığını ama bunu daha babasına söyleyemediğini öğreniriz.
Morgu gördüğümüz ilk görüntülerden itibaren zekice tasarlanmış sahneler ile sonradan gerilim unsuru olarak faydalanılacak birçok detaya şahit oluyoruz. Elektrik aksamındaki sorunlar nedeniyle yanıp sönen koridor lambaları, cesedin ayağına bağlanan zil, cesetlerin yakıldığı büyük fırın, Tildenların huysuz kedisi gibi detaylar, süregiden hikâyenin içine yedirilerek, önemleri çok da hissettirilmeden servis ediliyor.
Şerif Sheldon açılışta bulunan kimliği belirsiz cesedi morga getirir ve ölüm sebebinin sabaha kadar bulunmasını ister. Akabinde Tommy ve Austin’in gerçekleştireceği, filme ismini de veren ve neredeyse finale kadar sürecek otopsi başlar.
The Autopsy of Jane Doe, adını “tek mekânda geçen unutulmaz korku gerilim filmleri” arasına şimdiden yazdırdı denebilir. Özete bakıldığında bile aslında projenin ne kadar riskli olduğu rahatça görülüyor. Morga getirilen kimliği belirsiz bir ceset ve ona uygulanan otopsiden ibaret bir film çekmek herkesin becerebileceği bir iş değil. Ian B. Goldberg ve Richard Naing imzalı senaryonun (ki her ikisinin de ilk sinema filmi deneyimi), yönetmen André Øvredal tarafından çok iyi özümsendiği filmin her karesinde belli oluyor. Kendi başlarına sapasağlam ayakta duran karakterler, olay örgüsünün içerisine yerleştirilen zekice tasarlanmış detaylar ve tabii ki cesedin bağlandığı nokta ile ortaya övgüye değer bir iş çıkmış.
Morgda geçen sahnelerde ölümü ya da ölümün soğukluğunu seyirciye aktarabilmek için buz mavisi ve benzer tonlardaki soğuk renkler tercih edilmiş ki o hissi almamak mümkün değil. Aynı şekilde morgun arada eklemeler yapılsa da 2-3 kuşak öncesine ait olması ve dekorasyonun ona göre yapılması, “eski” hissini veriyor ki aynı şekilde ölümle bağlantı kurulması kolaylaşıyor.
Baba ve oğul rollerindeki Brian Cox ve Emile Hirsch, filmin mütevazı yapısına uygun dengeli oyunculuklarıyla katkı sağlarken, kimliği belirsiz ceset rolünde Olwen Kelly’yi izliyoruz. Evet, bir cesedi canlandırmak ne kadar zor olabilir ki diyebilirsiniz ama yönetmen Øvredal öyle düşünmüyor ve Kelly’nin rolünün filmdeki en zor rol olduğunu söylüyor (ki biz de aynı fikirdeyiz). Zaten oyuncu seçimi aşamasında ilk olarak Olwen Kelly’yi seçmişler. Kelly’nin yoga bilgisi sayesinde nefesini ve vücudunu kontrol edebilmesi seçilmesinin arkasındaki önemli nedenlerden biriymiş.
Masum Değiliz Hiçbirimiz
The Autopsy of Jane Doe, aile morgunda çalışan baba oğul aracılığıyla bir öykü anlatıyor gibi gözükse de aslında öyküyü anlatan kimliği belirsiz cesetten (Jane Doe’dan) başkası değil. Tommy ve Austin, cesetten alabildikleri kanıt kırıntıları ile yapbozun eksik parçalarını bir araya getirmeye çalışıyorlar. Bitmiş halini sadece Jane Doe’nun bilebileceği bir yapboz. Finale doğru cesedin kim olabileceği, başına neler gelmiş olabileceği hakkında onaylanması mümkün olmayan birtakım bilgilere sahip oluyorlar ama bu bilgiler çok da işlerine yaramıyor.
Film bittikten sonra insanlık tarihinin yaşanmış, yaşanmakta olan ve maalesef daha da yaşanacak gibi görünen utanç verici olayları akla geliyor. Birçoğuyla hesaplaşmadığımız, ders almadığımız, halının altına süpürüp unutmaya çalıştığımız olaylar. Belirli aralıklarla tekrar eden ve bu gidişle insanlığın sonunu getirmesi muhtemel olaylar. Yaptıkları için Jane Doe’yu kim suçlayabilir ki? Bir şeyleri anlayabilmemiz için illa kendi başımıza mı gelmesi gerekiyor? Gerçi o zaman da çoktan iş işten geçmiş oluyor ki insanlık adına duyulan umutsuzluğun ana kaynağı tam da burada yatıyor.
Öteki Sinema için yazan: Murat Kızılca
Çok güzel bir değerlendirme olmuş. Murat Bey’e teşekkür ederiz. Film son zamanlarda izlediğim en iyi korku-gerilim filmi olmuş. Hatta Halka 3 bu filmin gölgesinde vizyona girdi benim için ve o gölgede kaldı. Eklenebilecek tek bilgi cesedin ismi olabilir. “Jane Doe” sanki sıradan bir isim gibi dursa da aslında “kimliği belirlenememiş kadın ceset” anlamındaymış ve kimliği belirsiz tüm kadınlara bu isim verilmekteymiş. Tek eleştirilebilecek husus Jane Doe’nun genelde çıplak olarak görünmesi olabilir. Son yıllarda bu çıplaklık durumu gittikçe artmakta ve ergen çocuklarımızla bile birlikte film izleyememize neden olmakta. Buna bir de yeri filmlerin etkisiyle artık yabancı filmlerde de açıkça küfürleşmenin yapılabilmesi. Sinemaya Logan’ı izlemeye iki ergen çocuğumla gitmiştim. Filmde bir zamanlar “lanet olsun” şeklinde çevrilen “f*ck” kelimesi ve türevleri artık dilimize uygun olarak çevrilmeye başlandığına tanıklık ettik. Çocuklarımın yanında bu kelimeleri hiç kullanmaya bir baba olarak baya utandım. Aile terbiyemize uymayan bu dublajlardan vazgeçilimesi dileği ile…