Avatar ve James Cameron Sinemasının Formülleri

10 Şubat 2010

James Cameron… Tüm zamanların en çok kazandıran yönetmeni… Ticari sinemanın İsa’sı… Dokunduğu her şeyi sinema yoluyla altına çeviren müthiş bir simyacı…

Peki, bunu sağlayan şey nedir?

Genel olarak eğlence sineması dediğimiz şey seyirciyi çekmek için üretilmiş sahte iddialar üzerine kuruludur. Neredeyse gösterime giren her film; “Şimdiye kadar hiç böylesini görmediniz!” lafını eder durur. blankSeyirci bunların bir zamanların “Bir ev, bir araba…” türünden içi boş vaatler olduğunu bilir fakat alışmışlık duygusuyla fazla önemsemez. İş, verdiği sözü tutmaya geldiğinde Hollywood’da bunu başarabilen sadece bir kaç yönetmenden söz edilebilir ve James Cameron bu çetenin lideridir. Seyirci Roland Emmerich ya da Michael Bay gibi umutsuzca “Cameron” olmak isteyenlerin çektiği filmlerle oyalanır dururken Cameron gelip, yıllar sonra bir film yapar ve sonrasında herkes eğilip lideri selamlar…

James Cameron’ı kutsarcasına yapılmış bu girişin aksine acı ama gerçek olan ise çok farklıdır. Lucas, Spielberg, Zemeckis filmlerini karanlık salonda izlemiş çok az kişinin ve genelde yeni tip seyirci tarafından ilk fırsatta altına odunlar atılıp yakılmaya namzet bazı film eleştirmenlerinin fark edeceği üzere, aslında ortada yeni bir numara yoktur. Sadece illüzyonun boyutu değişmiş, çapı büyümüştür ama bu numaraya kapılıp gidenlerin sevinç çığlıklarının yarattığı histeri, bir “eğlence sineması” örneğini Oscar’ın en güçlü adayı dahi yapabilecek kadar kudretli bir şey…

James Cameron çok fazla üreten bir yönetmen değil. 1978’de Xenogenesis ile başladığı film yönetme/yaratma işinde geçen 32 yılda ancak bir elin parmakları kadar işe imza atmış… Bunun sebepleri farklı olabilir elbette ve yazının konusu değil ama Cameron’un son iki filmi ile nasıl olup da sinema tarihinin en çok iş yapan iki filmini çekebildiği bilgisi her Hollywood’cunun sahip olmak istediği bir kutsal kâse adeta…

Zor soruların her zaman kolay bir cevabı vardır ama beklenti yönünde olmadığı için ciddiye alınmazlar. Cameron sinemasının temel formülü ise şudur; Tüm bu kavganın ortasına kendini yok edercesine bir bağlılık duygusu ve eski filmlerdeki gibi büyük bir aşk kat adamım!

Seyirci sık karşılaşmadığı şeylere tepki vermeye bayılır. Çünkü karanlık bir salona doluşan ve 2 saatini gözünü kırpmadan perdeye dikerek harcayan herkes, kendi hayatının içinde olmayanların arayışına çıkmıştır ve film izlemek aslında bir kaçış planı yapmaktır.

Michael Bay gibilerinin Transformers gibi filmleri yaparken ıskaladığı şey de budur işte… Elbette Cameron’da başlangıçta farklıydı. İlk filmlerinde görüldüğü üzere, bir zamanlar o da işin daha aksiyon tarafıyla ilgileniyor ve filmlerini testosteron’la doldurarak “erkek” seyirciyi hedefliyordu. Bir yandan da Sarah Connor, Ellen Ripley gibi erkekleşmiş kadın karakterlerle filmlerinde ki dişi faktörünü eksik etmemeye çalışıyordu ama bunlar kadınların da seyretmekten hoşlandıkları filmler değildi. Titanic her şeyi değiştiren film oldu. Filmi yapan ya da izleyenler içinde en çok Cameron, seyircinin hala bir zamanların büyük aşk filmlerini özlediğini, ticari sinemanın içine aşk yerine eğlence duygusunu koyanların reçetelerinin zamanın geçtiğini anlayıp aksiyonun içine “aşk uğruna kendini feda etmek” kavramını yeniden yerleştirdi ve iki cinsi de aynı filme çekmeye başardı. Avatar genç çiftlerin afişlere bakarken “hadi buna gidelim…” diyerek mutabık kaldıkları ender filmlerden biri oldu. Genelde bu konu, sevgilisini üzmemek adına ağlak bir romantik komediye giderken aksiyon filminin afişine bakmaya çalışan erkeğin acıklı sonu ile kapanır.

Geri kalan herşey aslında James Cameron’ın eski işlerindeki karakter ve durumların yeniden yaratılmasından ibarettir. Jake Sully bu defa yaratık tarafından öldürülememiş Dwayne Hicks karakteridir çünkü Neytiri, âşık olmuş ve onu korumuş bir Ripley’dir. Albay Miles, vazgeçmeyen ve her öldü sanıldığında yeniden ayağa kalkan düşman karakter olarak aslında Terminatörlerin T-800’ü, T-1000’idir. Helikopter pilotu Trudy, Aliens’in erkek Fatma’sı Vasquez’dir. Şirket adamı Parker Selfridge çıkarlar uğruna herşeyi feda etmeyi göze alan olarak yine şirket androidi Ash’dir. Finalde albay ve Pandora yırtıcısına binmiş Neytiri’nin kapıştığı sahne Aliens’de Ripley’in, Mother Alien ile kapıştığı anların CGI olarak yeniden çekilmiş hali gibidir. Daha pek çok örnek de verilebilir elbette…

blank

Uzun lafın kısası: Cameron’ın, Titanic’i çektikten sonra gelen ilgi ve paraya sonra kendisinin de şaşırdığı ama gelecek filmleri için doğru analiz yaptığı ortada… Diyebilirim ki Titanic başarılı olmasaydı Avatar’da olmayacaktı. Bu aşk duygusunda ufak bir değişiklik yapmayı da ihmal etmedi elbette… Kadının toplumda değişen yeri ve gücünü yeni filmine aktararak Neytiri karakterinde aşığını kollayan ve onun içi dövüşen bir dişi tanımladı. Nihayetinde Cameron, bir Vegas kumarhanesinde kazanacağından emin bir kumarbaz gibi, Titanic’in Jack ve Rose’unu alarak eski filmlerinin yapısının içine yerleştirdi ve zarlarını salladı. Sonuç: Çok kısa bir süre sonra elinde sarı bir heykelcikle arabasının içinde “İşte bu!” diyerek evine dönüyor olabilir. Bu olursa eğer, arabası otoyolda uzaklaşırken, yukarıda bulutlar arasında onu selamlayan Errol Flynn, Douglas fairbanks gibi âşık kahramanlar olacaktır.

Murat Tolga Şen

http://sinema.ekolay.net/haber/1785/685205/Avatar_ve_James_Cameron_sinemasinin_formulleri

!Anket!

Sitem nasıl?

Sonuçları görüntüle

Yükleniyor ... Yükleniyor ...

blank

Murat Tolga Şen

Murat Tolga Şen, sinema eleştirmeni, senarist ve oyuncudur. Öteki Sinema'nın kurucusudur ve OFCS (Online Film Critics Society) üyesidir. 2012-2023 yılları arasında Medyaradar sitesinde TV sektörüne dair eleştiriler kaleme almış, 2014-2016 sezonunda Okan Bayülgen’in Dada Dandinista adlı programının yazı grubunu yönetmiştir. Ayrıca 2017-2019 yılları arasında Antalya Sinema Derneği’nin danışmanlığını yapmış ve 2014-2023 yılları arasında Eğlenceli Cinayetler Kumpanyası’nda oyunculuk yapmıştır. Şen, "Bir Notanın Hikayesi" adlı belgeselin senaryo yazarı ve "Bir İz - Madımak" belgeselinin danışmanıdır. Yazılarına Beyazperde ve Öteki Sinema'da devam etmektedir.

6 Comments Bir yanıt yazın

  1. Yani Cameron’ın bilmem kaç milyarı doları ve kaç milyon insanı aşan başarısı, sadece doğru işlenen bir aşk hikayesine mi bağlıdır?

    Yaptığınız bu indirgemeye şiddetli bir yorum yazacakken filmin en hoşuma giden kısımlarının nasıl da Neytiri+Jake sahnelerinin olduğu geldi aklıma. Çünkü ikinci izleyişimde ‘Şu başları geçse de Neytiri’li, aşklı sahneler gelse’ diye sabırsızlıkla beklemiştim.

    Yine de doğru gelmiyor bana.(?)

    Kafamı karıştırdınız. :)

  2. Selam,James Cameron’un yaptığı gibi bir film yaptığınız anda önünüzde saygı ile eğileceğim.Ama o ana kadar,FB’mi büyük GS’mi tadından öteye gitmeyen James Cameron tukakacılığına (nam-ı diğer popüler olan kötüdür kimsenin anlayamadığı ise muhteşemdir yaklaşımı)göz ve kulaklarımı kapayacağım.
    Eğer ki,Jake Sully gibi,Pandora’dan dönmek istemediysek,Nav’i lerle birlikte yırtıcılara bindiysek,bunu gerisinden başka bir başarı,formül,v.b.aramamak lazım.Bu işler bu kadar basit olsaydı (bas şekeri tatlıya olsun bitsin kafası) herkes James Cameron olurdu ve James Cameron olmazdı.

  3. Haluk öncelikle bu yazı James Cameron’ı yeren bir yazı değil… Ayrıca yerse bile buna hakkımız var. Ortaya konulan her iş, her ürün, her fikir eleştirilebilir olmalı ki daha da gelişebilsin. Sonuçta yapılan işe bilet alarak katkıda da bulunduk. Hem omleti eleştirmek için tavuk olup yumurtlamaya gerek yok öyle değil mi…? :)

    Zaten söylediğin şey aslında bir paradoks! Neden dersen; Senin mantığınla yaklaşırsak, hiç kimse, 5 yıllık ve günde 12.000 kişinin girdiği, Türkiye’nin en çok okunan sinema blogu olan “Öteki Sinema” gibi bir blog kurup içine de kendi fikri, emeği olan 800 kadar makale koymadan, bizim yazdıklarımızı eleştiremez!

    Oldu mu şimdi…? :)

    Olmadı elbette, Biz filmleri, sen bizi eleştirmeye devam et ve unutma burası “Öteki Sinema”

    Kal sağlıcakla… :)

  4. Gereksiz, daha doğrusu nereye gideceğini bilememiş tukaka huyu beni de rahatsız ediyor (ki bu yazıdan çok öteki (!) yazı için geçerli). Bir şeyi sevmemekle onu kötü /art niyetli gibi değerlendirmek arasında ciddi farklar var. Ne var ki, aynı yazıları yazan, kimi zaman farklı düşünmekle beraber kalemine güvendiğim insanlardan çıkan bu yazılarda, satır arasında, asıl eleştirilen filmleri yapanlardan çok onları izleyen belli bir kesim (o da büyük bir kesim) gibi geliyor. O kesim ki her sene ayrı bir kralı baş tacı yapıp, bir öncekini apar topar sokağa fırlatıyor. Bu tür bir sinema anlayışının derinliğinin popüler sinema dergisi / programlarının reklam içerikli tanıtımlarından bir farkı yok bence… Peki derin olmak zorunda mı? Tabii ki hayır. Yine de sinema zevkleri (özellikle kendini “Avrupa filmlerini seven” olarak tanımlayanlar tarafından; sanki öyle bir tür sineması varmış gibi) ciddiye alınmamış, dalga geçilmiş, küçük ama sadık grupların arada tepki vermeye hakkı olsa gerek.
    Hoş, b tipi filmler koleksiyoncuların ilgisini çekmesiyle daha saygı görüyor artık. Yine de bu ilgi bir Tarantino filminde yapılan bir kaç saniyelik göndermenin süresinden fazla değil.

  5. Murat Tolga Şen’in bütün tespitlerine katılıyorum. bunlara benim ekleyebileceğim de şu: Cameron’un sinemadaki teknolojik imkanları takip eden bir yönetmen olduğu ortada. Yani kendisi “sinema sanatı açısından bir başyapıt ortaya koyacağım” saikiyle yola çıkmıyor. Tek yapmak istediği sinema teknolojisinin “başrolde” olduğu filmler çekmek. Elindeki muazzam mali kaynakla, arkasındaki yapımcı şirketlerin büyük desteğiyle bu işi başarıyor da. bunun sinema açısından kötü bir şey olduğunu söylemiyorum kesinlikle. Ama bu Cameron’un dahi olduğu anlamına da gelmiyor. Cameron yapmak istediğini yapıyor sadece; ne yapmak istediği de ortada.

    Bu bağlamda bakılırsa, mesela çoğu kişinin söyleyip durduğu gibi Titanik bir aşk filmi (ne demekse bu!) değildir, batan bir geminin hikayesidir ve filmde teknolojik imkanlardan faydalanılarak geminin ve içindekilerin başına neler geldiğini anlatır. İçinde tabii ki “aşk” var, ama hangi filmde yok ki aşk. Malum birkaç tür dışında, sinemanın her türünde çekilen filmlerde zaten aşk var. Kemal Sunal filmlerinde var, B tipi korku filmlerinde var, bilim kurgu filmlerinde var, kung-fu filmlerinde var vs. Yani asıl olay aşk falan değil burada.

    Keza Avatar da öyle: Burada önemli olan ne anlatıldığı değil, nasıl anlatıldığı. Eğer Cameron Avatar’ı iki boyutlu çekseydi ve film bu kadar reklam, PR çalışmasıyla desteklenmeseydi, Hollywood’da çekilen onca film arasında bu kadar ilgi görmesi imkansızdı. Ama Cameron (ve yapımcı-dağıtımcı şirketler) oyunun kuralını iyi bildikleri için zarları doğru atıyorlar. risk almıyorlar. en büyük teknolojiyi seriyorlar önümüze. Gerisi geliyor zaten. o teknolojiyi gördükten sonra, filmin konusu, kurgusu, senaryosu önemini yitiriyor zaten. Dediğim gibi kötü bir şey değil bu belki. Ama her sinemaseveri tatmin etmeyeceği de aşikar.

  6. Merhabalar,öncelikle hemen belirteyim,buraya yazıyorum ve bloğa devam ediyorum keza polemik meraklısı değilim tam tersine,bu sayfalarda emeği geçenlerin bilgi ve tecrübelerinden faydalanmaya ve öğrenmeye çalışıyorum.Bu satırları da Sayın MTŞ Bey’e ya da diğer yorum yazanlara cevap olsun diye değil de merakımı gidermek için yazıyorum.

    Zaten aşağıdaki sorular da bu konuyla ilgili değil;ama 800 küsur eleştiri yazmış bir üstadın fikirlerini duyabilmek için arı kovanına çomak sokmaya değer :)

    – Profondo Rosso,Rosemary’s Baby filmlerinin nesi korkunç ? Bunları iyi film yapan doneler nelerdir ?
    – Fargo’yu iyi film yapan nedir,kadın polisin eski sevgilisi ile olan ilişkisi filme ne tür bir zenginlik / derinlik kazandırmaktadır?
    -Paranormal Activity’nin “korku sinemasının geleceği” şeklinde taçlandırılmasının sebebi nedir?Bu filmin nesi korku janrına bir yenilik getirmektedir?
    -Michael HANEKE’nin Casche filmindeki açılış sekansı,neyi ifade etmektedir,hayatın sıradanlığını ve durağanlığını mı ifade etmektedir,bu çok mu büyük bir buluştur,açılış sekansı bir şey ifade etmektemidir,seyircinin hayatın sıradanlığından kaçmak için tercih ettiği bir mecrada hayatın sıkıcı olduğunu seyirciyi bayarak anlatmak bir deha örneğimidir?
    -Bir filmi iyi ya da kötü film yapan nedir?
    Bunu madde mmadde sıralamak mümkünmüdür?
    -İlaç prospektüslerini hazırlayanlar,ille de latince mi kullanmak zorundadır,kabahat latince bilmeyen ve öğrenmemekte israr eden hastalarda/tüketicilerde’midir? O prospektüsü sadece doktorlar ve tıbbi mümessiller anlayacaksa prospektüsü yapmanın faydası nedir? İlacı kullanacak hastaya ne fayda sağlar(buraya üye olanların bu madde ile sinema arasındaki bağı kurabilecek düzeyde olduğuna eminim)?

    Saygılarımla

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Dr. Jekyll ve Bay Hyde’ın Beyazperde Serüveni

Fantastik edebiyatın mihenk taşlarından biri olan Dr. Jekyll ve Mr.
blank

Lars von Trier

“Benim işim tahrik etmek çünkü bu şekilde iyi film yaparsınız!”