“Türkiye’nin Oscar Adayı” apoletiyle vizyona giren Ayla, nispeten durgun başlayan beyazperde macerasında, beşinci hafta sonunda büyük bir sükse yapmış durumda. An itibariyle 4 milyon seyirci barajını geçen ve ülke tarihinin en çok izlenen 10 filminden biri olan Ayla, daha uzunca bir süre vizyonda kalıp, 5 milyonu zorlayacağa benziyor. Nitekim fısıltı gazetesinin de etkisiyle izleyicinin git gide daha fazla ilgi gösterdiği film, herkesin izlemek için can attığı bir yapıya bürünmüş durumda. Peki, uzun yıllardır komedinin hüküm sürdüğü gişe liderliğini, Ayla gibi dram soslu bir tarihi hikâyenin ele geçirmesi, geleceğe nasıl yansır?
En başta belirtmekte yarar var. Son bir yılda gişe matematiğini baştan aşağı değiştirecek iki film ile karşılaşmış durumdayız. Dağ 2 ve Ayla. Malumunuz, militarist sinema ülkemizde pek fazla tercih edilen bir tür değildi. Ta ki Alper Çağlar’ın, herkesin koşa koşa sinema salonuna gitmesine olanak sağlayan, Dağ 2’sine kadar. Keza Dağ 2 de, vizyona oldukça sönük bir giriş yapmış, ancak yavaş yavaş methini duyurmasıyla birlikte kapalı gişe oynamaya başlamıştı. Bu da filmin 33 hafta vizyonda kalmasının ve 3 buçuk milyon gişe yapmasının önünü açmıştı. Esasen bu durum pek de alışık olduğumuz bir konu değil. Keza 1989’dan beri tutulan gişe rakamlarına baktığımızda, New York’ta Beş Minare, Mucize, Babam ve Oğlum, Kurtlar Vadisi: Irak ve Fetih 1453 dışında ilk 20 içerisine girebilmiş, komedi türü dışında başka bir film yok. Bu nedenle Dağ 2 için, ezberbozan bir film yakıştırmasını yapmak bir hayli mümkün.
Peki, Dağ 2’nin beklenmedik bir şekilde gerçekleştirdiği başarı kısa vadede nelere sebep oldu? Aslını söylemek gerekirse, asker üniformasını sırtını geçirmiş karakterlere zaman zaman televizyon ekranlarında rastladık. Ancak 2010’ların başında süregelen “Barış Süreci” politikasından sonra, bu tarz yapımlara da ara verildi. Ancak Dağ 2 ve içinde bulunduğumuz siyasi konjonktürün müsait olmasıyla birlikte, militarist yapımlar da tekrar ekranda boy göstermeye başladı. Söz, İsimsizler, Savaşçı gibi projeler, Dağ 2’nin hemen ardından televizyon izleyicisi ile buluşan askeri yapımlar. Önümüzdeki günlerde, Alper Çağlar’ın genel yönetmenliğini üstlendiği Börü de, aynı şekilde mini dizi olarak ekranlara gelecek. Bunun beyazperdeye yansıması ise, sinemamızda alışık olmadığımız şekilde, birbiri ardını izleyen askeri filmlerin vizyondaki yerini almasıyla gerçekleşti. Bordo Bereliler: Suriye, Bölük gibi filmler, Dağ 2’nin yarattığı sükseyle izleyici karşısına çıkan yapımlardan bazıları. Tabii bahsettiğimiz bu durum, yalnızca bir yıl içerisinde süregelen hadiseleri içeriyor. Bir başka deyişle, milli duyguları kabartan, askeri odak noktasına alan filmlere uzun vadede vizyonda rastlamak daha da mümkün hale gelecektir.
Bu durum için taklitçi yakıştırmasını yapmak mümkün olsa da, aslına bakılırsa hiç öyle değil. Yıllar yılı ucuz komedilerin çekilmesinin nedeni neyse, bir anda militarist yapımların patlamasının sebebi de bu: Garanti para. Eğri oturalım, doğru konuşalım. Ülkemizde gişe matematiği böyle işliyor; tutan ne varsa, ondan feyz alınan senaryolarla benzer hikâyeleri tekrar vizyona taşımak. Recep İvedik’in yarattığı algıdan beslenen birçok karakteri on senedir beyazperdede görmemizin ana nedeni de bu değil mi?
Birçok yapımcının yeni denizlere yelken açmak gibi, daha düzgün bir tabirle ifade etmek gerekirse özgün olmakla alakalı kaygısı yok. Neticede sinema bir ticari araç ve birçokları onun sanatsal tarafıyla zerre ilgilenmiyor. Bu da Türk izleyicisinin bayağı hikâyelere mecbur kalmasına ve aynı filmleri, defalarca kez izlenmesine neden oluyor; hepsi bu! Ne yani, gişedeki rakiplerine benzemeyen ama ayakları yere sağlam basan filme, Türk izleyicisi gitmiyor mu? Pekâlâ gidiyor. Nitekim Dağ 2 ve Ayla’nın özgün ama bir o kadar da kalite kokan yapısının, izleyici nezdinde takdirle karşılanması da tam anlamıyla bunla ilintili. Yerli sinemaya ilgi duyan seyirci iyi film izlemeyi ve farklı hikâyelere tanıklık etmeyi seviyor; yeter ki taklitçiliğe sırt çeviren sinemacılar olsun!
Evet, Dağ 2’nin gişe matematiğini sarsan yapısından sonra, bir yıl içerisindeki ikinci farklı filmle karşı karşıyayız. Peki, Ayla ilerleyen süreçte gişede neleri değiştirebilir, böyle bir güce sahip mi? Aslına bakılırsa, Ayla’dan sonra tam anlamıyla taşlar yerinden oynayacak! Çünkü karşımızda duran film, ağlamayı ziyadesiyle seven izleyici için adeta biçilmiş bir kaftan. Tabii Ayla’yı yalnızca dram yönüyle değerlendirirsek hata etmiş oluruz. Ayla, dramatik bir anlatı olmasının yanı sıra, sırtını biyografik bir hikâyeye dayayan, güçlü sponsorlarla desteklenen bir film. Bu da ilerleyen süre zarfı içerisinde, Ayla’nın izlediği yolun benzerini takip eden bir avuç filmin doğmasına neden olacaktır.
Malum, ülke sinema tarihine baktığımız vakit, biyografik anlatılara pek fazla rastlamak mümkün değil. Böylesine yaşanmışlığın olduğu bir ülke için, şaşılası bir durum bu. Her daim hikâye eksikliğinden dem vuran, ancak bir türlü yüzünü Anadolu’ya, kendi insanına çevirmeyen yapımcıların da hazırcılığını buradan anlayabiliyoruz. Tam da bu noktada ortaya çıka Ayla, Kore Savaşı’ndan günümüze uzanan bir hikâyeyi, beyazperdeye uyarlıyor ve sinemamızın da parmakla gösterilecek biyografik anlatılarından biri olarak öne çıkıyor. Peki, bu neyi değiştirir? Doğrusunu söylemek gerekirse, birçok şeyi değiştirecek!
Artık yerli sinema seyircisi, Recep İvedik muadili filmleri izlemekten fazlasıyla sıkıldı. Evet, gülmek her daim en büyük terapidir ancak, sinemanın yalnızca gülmek için var olmayan bir sanat dalı olduğu gerçeği de ülkemizde yavaş yavaş anlaşılıyor. Keza Dağ 2’nin adrenalini tavan noktasına çıkaran yapısından sonra, Ayla’nın hem hüzünlendiren, hem de ülkenin yaşanmış bir olayına parantez açan yapısı, onlar gibi özgün birçok yapımın geleceğinin de habercisi. Nitekim bu dakikadan itibaren, yaşanmış, tarihe geçmiş birçok olayın ve kahramanın beyazperdeye yansımasına fazlasıyla tanıklık edebiliriz. Bu yeri geldiğinde, Süleyman Astsubay gibi adı duyulmamış bir kahraman da olabilir, yeri geldiğinde Müslüm Gürses gibi kitleleri peşinden sürüklemiş bir sanatçı da! Ancak şu bir gerçek ki, iyi film izlemek ve gerçek hikâyelere tanıklık etmek için can atan sinema seyircisi, artık vizyonda rahat bir nefes alabilecek ve bayağı mizahtan yakasını kurtarabilecek. Bu da Ayla’nın, sinemamıza kattığı, katacağı en önemli yenilik olarak hatırlanacaktır.
Ayla’nın sinemamıza katkısı yalnızca, biyografik hikâyeleri diriltmesiyle olmayacaktır. Malumunuz film, güçlü sponsorların desteği ile de dikkat çekiyor. Esasen bu durum, birçok yapımcının, hatta ve hatta ilk filmini çekecek yönetmenlerin, ülke ekonomisinde söz sahibi olan şirketlerden rahatlıkla destek istemesinin de önünü açacak. Nitekim Ayla’nın gişede yarattığı başarıyı göz önüne alırsak, bu filme el uzatan herkesin bu işten karlı çıktığı gerçeği ile yüzleşmek de mümkün. Hal böyle olunca da dev şirketler, kendi kazançlarını göz etmek adına, önlerine gelen hikayelere ve sinemacılara bir nebze de olsa daha fazla sıcak yaklaşacaktır. Esasen bu durum, her daim maddi imkânsızlıktan şikâyet eden sinemacılarımız de yeni bir umut kapısının doğması anlamı taşıyor.
Peki, Ayla’nın hiç mi olumsuz bir yansıması olmayacak? Ne yazık ki, eğrisi doğrusunu gölgeleyecek! Nitekim ülke sinemasında, ne zaman öncü diye tabir edebileceğimiz bir film geldiyse, ucuz ve bayağı taklitleri de birbiri ardını izledi. Nasıl ki, Babam ve Oğlum’un hiç beklenmedik anda vuku bulan gişe başarısından sonra, ajitasyona ağırlık veren ve sinema dili olarak hiçbir şey vadetmeyen bir dolu film ortaya çıkmışsa, Ayla sonrasında da benzer bir tablo ile karşılaşmak mümkün. Nitekim doğru yapılanı bile, yanlış analiz etme konusunda bir dünya markası olan “tüccar sinemacıları” işin içine kattığımızda, sinema salonlarında enteresan dramlarla karşılaşmak uzun bir geleceğe yayılacak gibi durmuyor.
Her iyi film, kendinden sonra gelecekleri bir miktar etkiler. Usta yönetmen Milos Forman’ın dediği gibi, “Film çekenler ikiye ayrılır; büyük sinemadan etkilenenler yani Bergman, Fellini gibi film çekmek isteyenler ve kötü filme tepki olarak ortaya çıkanlar” Bu durumun ülkemizdeki tezahürü de ticari anlamda her yıl gişede karşımıza çıkıyor. Bir önceki sezonun tutan filmi, benzer şablonlarla izleyici karşısına çıkarılıyor ve aynı etkiyi yaratması bekleniyor. Ancak gerisi, koca bir hiçlikten ibaret! Gelgelelim Dağ 2 ve Ayla gibi özgün ve bir o kadar kaliteli yapımların varlığı, yeni sinemacılara da örnek teşkil edecek kadar değerli. Evet, artık sinemada eli ayağı düzgün biyografik hikâyeler izleyebilir, dev bütçeli yapımlarla karşılaşabiliriz. Çünkü bunu hakkıyla başarabilen sinemacılar mevcut. Buradaki asıl konu, öncü diye tabir edebileceğimiz yapımları doğru analiz edebilmek!
Ayla sonrası biyografik hikâyeler artacak, dram sosu yüksek anlatılar beyazperdede daha fazla yer bulacaktır. Bununla birlikte dev bütçeli yapımlar da kuvvetle muhtemel birbiri ardına gelecektir. Bu öngörüyü geliştirmek için kâhin olmaya gerek yok. Dağ 2 sonrası yaşananlara bakmak kâfi. Ucuz komediden sıkılan, artık farklı duruşlar görmek isteyen izleyici içinse hem Dağ 2, hem de Ayla deyim yerindeyse bulunmaz bir Hint kumaşı! Komedinin, gişedeki hâkimiyeti belki hiçbir zaman yıkılmayacak ancak, sinema salonlarında çok seslilik de yavaş yavaş baş gösterecektir. Ee bu durum da, biz sinemaseverlerin sadece yüzünü güldürür.