Amerikan Sineması’nda daha çok B sinemasıyla tanınan yönetmenler var. Roger Corman, Don Siegel, Budd Boetticher, Edgar G. Ulmer ve Samuel Fuller gibi. Bu yönetmenler genelde kısıtlı zaman dilimlerinde son derece düşük bütçelerle kotardıkları işlerle eleştirmenlerin dikkatini çekmeyi başarmışlardır. Tüm kısıtlara rağmen belirli stiller yaratıp, ‘bağımsız’ ya da ‘bağımsıza benzer’ bir hüviyet kazanmışlardır. Bazen yaratıcı-yönetmen bazen de operatör-yönetmen olarak, kendilerine has dokunuşlarda bulundukları filmlerle özel bir hayran kitlesi de oluşturmuşlardır ki, bu da az buz bir başarı değildir.
Evet bu yönetmenlerin pek de ahım şahım olmayan, son kertede düpedüz “kötü” olarak nitelendirebilecek birçok filmi de vardır, olabilir ama yine de sinema tarihine birbirinden eşsiz ve güzel örnekler armağan ettikleri ortadadır, haklarını teslim etmek lazım. İşte bu tip yönetmenler arasında ne olursa olsun tek geçeceğim bir isim var, o da B Sineması’nın Orson Welles’i olarak nitelendirebileceğim Anthony Mann’dır. Mann, benim gözümde Kubrick gibi, Welles gibi, Ford gibi büyük bir yönetmendir.
Anthony Mann; 1906 yılında San Diego’da doğar. 1923 yılında Greenwich Village’ta Triangle Tiyatrosu’nda oyunculuğa başlar, zamanla yapımcılık görevini de üstlenir. 1933’ten itibaren yönetmen olarak bazı oyunlar sahneye koyar, bu sayede Hollywood’un kudretli isimlerinden David O. Selznik’in dikkatini çeker. Selznik, onu, yetenek avcısı ve oyuncu kadrosu (casting) direktörü olarak işe alır. “Gone with the Wind” (1939) ve “Rebecca” (1940) gibi önemli filmlerde deneme sahnelerini çeker, daha sonra Paramount’a geçer ve Preston Sturges’in yanında “Sullivan’s Travels” (1941) gibi önemli filmlerde yardımcı yönetmen olarak çalışır. Ardından sağlam B filmleri üreten Universal, Republic ve RKO gibi şirketlerde yönetmen olarak adını duyurur. Eagle-Lion’da çıkardığı işler ise unutulacak gibi değildir.
Anthony Mann, 1950’lilere kadar düşük bütçelerle, kısıtlı sürelerde ve genellikle ikinci sınıf kadrolarla önemli popüler işlere imza atar. Filmlerinde sürükleyici bir kurgu hakimdir, zamanla ekonomik yönetimde o denli üst bir mertebeye erişmiştir ki onun filmlerinden tek bir sahneyi bile gereksiz olduğu kanısıyla çekip çıkaramazsınız, tüm bir akış adeta birbirinin peşi sıra özenle dizilmiş domino taşları gibi ardarda devrilebilir. Anthony Mann; aleyhine işleyecek gibi görünen tüm parametreleri (az ışık, kısıtlı bütçe, sıkı deadline, sadece birkaç günlüğüne emrine verilmiş birinci sınıf oyuncular vb.) büyük ve eşine az rastlanan bir ustalıkla lehine çevirmeyi başarır. Zamanla daha büyük bütçeler ve görkemli oyuncu kadrolarıyla çalışma fırsatı yakalasa da, ününü daha çok ucuza maledilmiş popüler filmlere borçlu gözükmektedir.
Anthony Mann ilkin; dönemin ruhuna uygun olarak çevirdiği “Strangers in the Night” (1944), “The Great Flamarion” (1945), “Two O’Clock Courage” (1945) ve “Strange Impersonation” (1946) gibi filmlerle adını duyurur. Müzikallerden çok, karanlık ve melodramatik öğeler barındıran, yer yer adeta korkunç bir iblis gibi insanın göğsüne oturan ve nefessiz bırakan bu kara filmlerle konuşulmaya başlanır. Ve 1947 yılında peş peşe çektiği 3 sağlam kara filmle (“T-Men”, “Desperate” ve “Railroaded!”) bu alandaki şöhretini pekiştirir, “Raw Deal” (1948) ve (Alfred Werker’le beraber çektiği) “He Walked by Night” (1948) adlı başyapıtların ardından, şahsi kanaatimce, Robert Siodmak ve Alfred Hitchcock gibi devlerin bulunduğu bir lige terfi eder. O artık kara filmler tarihinin en önemli yönetmenleri arasındadır.
Anthony Mann’ın sinema tarihine ikinci büyük katkısı ise westernlerde kendini gösterir. Mann; kara filmlerde elde ettiği deneyimi westernlerin üzerine adeta bir tül gibi örter ve bugün otoriteler tarafından ‘psikolojik western’ olarak sınıflandırılan kendine has bir alt-türün önde gelen eserlerini yaratır. “Winchester ’73” (1950), “Devil’s Doorway” (1950), “Bend of the River” (1953), “The Far Country” (1954), “The Tin Star” (1957) ve “Man of the West” (1958) başta olmak üzere bu westernlerde kapana kısılmış ana karakterler; çoğu zaman bir türlü iyi edilemeyen ve bu nedenle açık bir yaraya benzeyen ailevi meselelerden muzdarip gibidir. Bu filmlerde hep gizli ve rahatsız edici gerçekler günyüzüne çıkar. Kadın-erkek ilişkileri olumsuz koşullar içinde, beşik gibi sallanır durur. Film içinde dengeler sürekli değişir ve uçsuz bucaksız araziler, çağdaş melodramların kara filmlerle gizlice buluştuğu yerlere dönüşür. Aksiyon, beklenmedik gelişmelere gebe hikayenin dramatik çatısıyla müthiş bir uyum yakalar. Trajedi, yer yer Shakespearyen bir üslupla santim santim yükselir ve başkarakterler de dahil olmak üzere önüne gelen ne varsa katar, sürükler gider. “Man of the West” (1958) gibi muazzam örneklerde ise Thomas Mann’ın o muhteşem romanı Der Zauberberg’deki (Büyülü Dağ) gibi düello’lara denk gelirsiniz. İnanılır gibi değil! “The Naked Spur”da (1953) film boyunca dengeler değişir ve film çaktırmadan karmaşık, karanlık ve menfaatperest insan davranışlarını inceleyen bir tür laboratuvara, bir tür politik alegoriye dönüşüverir. Zaten bu filmleri seyreden Jean-Luc Godard ve arkadaşlarının adeta aklının çıkması ve Anthony Mann’ı birden koskoca John Ford ile aynı mertebede değerlendirmeye başlamaları tesadüf değildir.
Mann’ın 50’li yıllarda çevirdiği tüm filmler bir kurgu şaheseridir, bunu westernlerinde rahatlıkla gözlemleyebilirsiniz. Mann; kısa, çarpıcı ve soluksuz kesmelerle filmlerine ayrı bir dinamizm katar, ileride bu konuyu detaylıca inceleyeceğim. Mann’ın iki uzun soluklu işbirliği, hem onun hem de ortaklarının önünü açmıştır. Bunlardan ilki James Stewart ile yaptığı 8 filmlik seri. Açıkçası ben bunların hemen hepsini ayrıca severim ama Mann’ın, gelmiş geçmiş en iyi görüntü yönetmenlerinden John Alton’la yaptığı 6 filmlik işbirliğinin başka bir değer ve önem taşıdığı kanaatindeyim. Bu ikili, bize sinema tarihinin en nadide görsel çalışmalarından bazılarını hatıra bıraktılar. Keşke bu çalışmaları dev bir perdede 35 mm. görebilseydik. “Border Incident” (1949) ve “Devil’s Doorway” (1950) gibi başka ekiplerin yönetiminde rahatlıkla mundar olabilecek zayıf projeler bile Alton-Mann ikilisinin maharetli elleriyle soluğunuzu tutarak izleyeceğiniz filmlere dönüşmüşlerdir. “T-Men”, “Raw Deal” ve “He Walked by Night”ı hayal gücünüze bırakıyorum. Sakın bu filmleri uyduruk bir versiyondan izleyeyim demeyin, yazık olur.
Mann’ın sinema tarihine katkısı kara filmler ve westernlere sınırlı kalmaz. O hangi tür popülerse, o alanda dinamik, yaratıcı ve kalıcı eserler veren eşsiz bir operatör-yönetmendir. “Reign of Terror” (1949), “Thunder Bay” (1953), “The Glenn Miller Story” (1954), “Men in War” (1957) ve “The Fall of the Roman Empire” (1964) filmlerini izleyenler ne demek istediğimi gayet iyi anlayacaklardır. Onun sinemasında, insanda farklı tatlar bırakan büyük bir ustalığın kristalleştiğine şahit oluruz. Farklı oyuncularla, farklı dekorlarda, farklı türlerde, tekrar tekrar izlenmeyi hak eden harika filmler çeker. Kendi deyimiyle, “dahi değildir, sade bir işçidir”. Tabii ki bu son derece alçakgönüllü bir açıklama. Kendine verilen görevi başarıyla yerine getiren, iyi işler çıkaran, birinci sınıf bir işçidir o. Kıymeti pek de bilinmeyen bir işçi. Anthony Mann, yirmi küsur yıla sığdırdığı aşağı yukarı 40 uzun metraj filmlik kariyeri boyunca hiç ödül almaz. Ama ödül verir. 1964 yılında Metin Erksan’ın “Susuz Yaz”ı Berlin’de Altın Ayı aldığında, jüri başkanı Anthony Mann’dır.
Kimin ne düşündüğünün benim için çok da bir önemi yok. Ödülleri de fazla önemsemiyorum. Mann sadece yeni-yetme yönetmenlere değil herkese ilham verdi. Stanley Kubrick, Spartacus’ü Anthony Mann’dan devraldı (iyi oldu, o başka mevzu), Orson Welles ve Carol Reed “Third Man”de, “He Walked by Night”taki kanalizasyon sahnesini ödünç alıp kullandı. Onun kullandığı teknikler film çeken herkese örnek teşkil edegelmiştir. Bence Anthony Mann, kim ne derse desin gelmiş geçmiş en iyi yönetmenlerden biridir. Bazı yönetmenlerin kariyerinde en az 5 iyi filmi vardır, bazı yönetmenlerin en az 10 iyi filmi. Anthony Mann’da bu sayı tıpkı Hitchcock gibi, tıpkı Kurosawa gibi onbeşi geçer. Bu nedenle yazıya başladığımdan beri filmografisinden hangi birini seçeyim de size önereyim diye kıvranıyorum, bana kalsa tüm filmlerini sırayla izleyin derim ama, neyse. Büyük bütçeli işlerini hariç tutmak amacıyla 1960’ları dahil etmiyorum, her yıldan da en fazla bir film seçiyorum ve sayıyı da fazla abartmıyorum, makul bir sınırda tutuyorum. İşte sizin için seçtiğim Anthony Mann filmleri:
“STRANGERS IN THE NIGHT” (1944)
Hep merak etmişimdir acaba Carl Jung bu filmi izledi mi, izlediyse ne düşündü diye. “Strangers in the Night” (1944), gelmiş geçmiş en tuhaf, en sıradışı senaryolardan birine sahip.
Bu tip bir hikayenin sabun köpüğü misali dağılıp gitmesi işten bile değildir, peki niye film kaya gibi duruyor? Bunun müsebbibi Anthony Mann’ın anlatım tekniği. “Strangers in the Night”; B filmler içinde adeta bir mücevher, az bilinen, örnek bir kara film. İzleyin derim ben.
“T-MEN” (1947)
“Desperate” (1947) ve “Railroaded!” (1947) gibi müthiş örneklerin bulunduğu bir yılda “T-Men”i seçmemin sebebi tamamen teknik. “T-Men”; ‘hazine adamları’ üzerinden polis soruşturması (police procedural) alt-türüne güzel bir örnek teşkil ediyor. Bir dönem bu belgeselvari filmler çok modaydı, bu film o kanonun en seçkin ve heyecan verici örneklerinden biri.
“RAW DEAL” (1948)
“He Walked by Night”ı (1948) başka bir listede önermiştim, o nedenle 1948 yılında seçeceğim Anthony Mann filmi “Raw Deal” (1948) olacak. Gölgeleri adeta dans ettiren görüntü çalışması John Alton’dan. Kara filmlerde dış ses sıkça kullanılan bir tekniktir, bu kara filmde dış-sesimiz bir kadın, evet bir kadın. Claire Trevor en iyi performanslarından birini veriyor. Mann’ın en iyi kara filmlerinden biri bu, kimilerine göre en iyisi.
İlk kez, tamamen tesadüf eseri denk geldiğimde televizyonda izledim ve bir anda çarpıldım. O ne hız, o ne kurguydu öyle?
Fransız İhtilâli’nin öncülerinden Robespierre rolündeki Richard Basehart’ı şıp diye tanıdığım için filmi bulmam ve baştan sona sindire sindire izlemem hiç sıkıntı olmadı. Olağanüstü görüntü çalışması yine John Alton’dan. Philip Yordan’ın senaryosu oklarını çaktırmadan Amerikan Karşıtı Eylemleri Soruşturma Komisyonu’na (HUAC) yönelten müthiş bir metafora evriliyor.
Kostüme filmler içinde bir tepe noktası olan “Reign of Terror” (The Black Book, 1949), insan avına dönüşen dehşet verici bir ihtilâl portresi.
Hangi birini seçeceğimi ben de bilmiyorum, hepsi birbirinden güzel. “Winchester ’73” (1950), “Bend of the River” (1953), “The Naked Spur” (1953), “The Far Country” (1954), “The Man from Laramie” (1955) ve “The Tin Star” (1957). Ustanın en sevdiğim filmlerinden biri olan “Winchester ’73”e başka bir vesileyle geri döneceğim için “The Naked Spur”u (1953) seçtim.
Anthony Mann, 50’lerden itibaren daha güçlü kadrolarla film çekme fırsatı yakalar, bu fırsatları da heba etmez.
Şu kadroya bakın: James Stewart, Janet Leigh, Robert Ryan, Ralph Meeker ve Millard Mitchell. Sadece 5 kişilik bir macera bu. 5 karakterin kılı kırk yaran analizini içeren film detay üstüne detay barındırıyor. Her yeni bilgi, her yeni gelişme dengeleri değiştiriyor ve “The Naked Spur” ilginç ve merak uyandırıcı bir felaket filmine dönüşüyor.
“SERENADE” (1956)
Bu filmi çözümlemeye şimdilik gücüm yetmiyor, daha kırk fırın ekmek yemem lazım. Sadece büyük ve önemli bir film olduğunu ve çağının çok çok ötesinde bir öngörüye sahip olduğunu hissediyorum, o kadar.
Bu denli yoruma açık eserler için Slavoj Zizék gibi entelektüellere başvurmak gerekir. Eğer James M. Cain’in romanından uyarlanan “Serenade” (1956) filmine IMDb’den bakarsanız, okuduklarınız sizi yanıltır ve hayâl kırıklığına uğratır. Karşımızda bambaşka bir Freudyen kimlik arayışı filmi var.
“MAN OF THE WEST” (1958)
Anthony Mann’ın “Man of the West”i (1958), Gordon Douglas’ın “Barquero”su (1970) ve Sam Peckinpah’ın “The Wild Bunch”ı (1969) ile beraber gördüğüm en Shakespearyen western filmi.
Çatışmaların ortasında aklını oynatmanın eşiğine gelen tipler ve bir çöl serabının hafif bir meltemle dağılıp gitmesinin hüznü perdeyi işgal ediyor. Lee J. Cobb, “Barquero”nun Warren Oates’i gibi olağanüstü bir performans sergiliyor. Finaldeki hayalet kent ve son karşılaşma (düello demeye bin şahit ister) sadece filmdeki karakterleri değil seyirciyi de ters köşeye yatırıyor. Başyapıt!
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
KAYNAKLAR
http://sensesofcinema.com/2003/great-directors/mann_anthony/
http://www.wsws.org/en/articles/2013/12/18/man1-d18.html [/box]