Babamın Kanatları Söyleşisi: Kıvanç Sezer ve Soner Alper

8 Aralık 2016

Bu hafta vizyona giren ve yer aldığı festivallerde izleyenler tarafından oldukça beğenilen Babamın Kanatları, özel bir gösterimle İzmit Symbol AVM-Cinemarine sinemalarında izleyicileri ile buluştu. Yönetmenin ve yapımcısının da katıldığı bu özel gösterim sonrası, ilk uzun metrajını çeken Kıvanç Sezer ve filmin yapımcısı Soner Alper ile oldukça keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. Babamın Kanatları’nın başlangıcı, gösterim süreci ve Kıvanç Sezer’in gelecek planları hakkında konuştuğumuz söyleşiden bizim kadar sizin de keyif almanız dileğiyle.

Öteki Sinema için söyleşen: Polat Öziş

Polat Öziş: Öncelikle ilk filminiz hayırlı olsun. Herkes filmin hikâyesinden bahsediyor ancak bir ilk film için doğru tasarlanmış ve uygulanmış bir teknik altyapı ile karşılaşıyoruz. Maddi olarak filme başlangıç süreciniz nasıldı ve bu evrede doğru yapıyı kurabilmek için nerelerden destek aldınız?

Kıvanç Sezer: İşin teknik boyutu prodüksiyonla çok ilişkili. Bir yönetmen olarak;  film yaparken, işin estetik boyutunu, sanat yönetimini, görüntüsünü, ses kurgusunu çok ince bir şekilde düşünmek gerekir. Yoksa günümüzde sinema bir teknik yeterlilik olmadığı sürece geri planda kalıyor. Dolayısıyla bu durumu bildiğim için, bunu yakalayabileceğim şartları yaratmak istedim ve bunun için de işin iyi bir şekilde fonlanması gerekiyordu. Burada da yapımcı devreye giriyor. Belki bu noktada Soner Alper bir şeyler söylemek ister.

Soner Alper: Bildiğiniz gibi ilk filmlerde finansör bulmak ya da yurtdışı ortaklıklar bulmak çok zor. Keza Babamın Kanatları’nda da aynı zorluğu yaşadık biz. Yalnızca kültür bakanlığının 300 bin lira kadar bir desteği var. Onun dışında filmin bütçesi 1 milyon-1 milyon 100 bin TL gibi bir rakama mal oldu. 5 haftalık bir çekim yapıldı ve yalnızca post prodüksiyon için bir ortak aldık.

P.Ö: Post Prodüksiyon ne kadar sürdü peki?

K.S: 3 ay kurgu sürdü. Ocak ayının başında başladık Mart sonu gibi bitirdik. Ondan sonra ses kurgusu, renk ve görsel efektler falan hepsi Mayıs ayının ortası gibi bittikten sonra, DCP’yi aldık elimize.

P.Ö:  Film Van Depremi sonrası gibi zaman diliminde başlıyor. Peki, siz filmi ne zaman çektiniz tam olarak?

K.S: Film 2012’de geçiyor ama biz 2015 Kasımında başladık ve 5 hafta gibi bir sürede çektik.

P.Ö: Bildiğim kadarıyla şantiyede can veren üniversite öğrencisi Ömer Çetin’den yola çıkarak hikâyeyi oluşturdunuz. Peki, bu noktada merak ettiğim, senaryo hangi aşamada İbrahim ve Yusuf’un hikâyesine evirildi?

K.S: O dönemde ben, Nazım Hikmet Kültür Merkezi Sinema Akademisi’nde Özcan Alper’in bir workshopuna katılmıştım. Orada da belli bir sosyal gerçeklikten film yapma süreci nasıldır diye bir tartışma yapıyorduk. Benim çıkış noktam da, edebiyat okuyan bir öğrencinin okul inşaatında can vermesinden filizleniyordu. Aslında oraya öğretmen olarak dönmesi gereken biri, inşaat işçisi olarak çalışırken hayatını kaybediyordu. Bu belirli bir gerçeklikti. Fakat hikâyeyi Ömer Çetin üzerinden kurmayı bir şekilde başaramadım. Dolayısıyla biz o atölyede şunu tartıştık:  Burada kurmaca ve hayali karakterler var, başka bir değişle bizim yarattığımız karakterler var. Bu yüzden gerçekle birebir bağlantıyı bir süre sonra kenara bırakıp, o kurmaca karakterler üzerinden nasıl giderizi tartıştık. Sonrasında ise benim aklıma böyle bir öykü geldi. Kanser olan bir işçi ve kan parası meselesi. Onu ilk düşündüğüm zamanda bu düşünce beni çok etkiledi ve sanki bu her şeyi özetliyor gibiydi. Sonrasında ise İbrahim ve Yusuf üzerinden bir hikâye kurup, başlangıçta örnek aldığımız üniversite öğrencisi işçi bir yan karaktere dönüşmüş oldu. Esasen burası bana bir alan açtı. Hikâyeyi biraz daha kurgusal bir alanda ve biraz da anlatmak istediğimiz şeyi çerçeveleyen bir yerden kurmamızı sağladı.

P.Ö:  Hikâye oldukça bıçak sırtı ve ülke sinemasında açıkça görmezden gelinen bir konu üzerine kurulu. Bana kalırsa filmin en büyük önemi; işçi kazalarına cesur bir duruşla işçi cinayetleri diyebilmesi. Peki, bu dramatik yapıyı böylesine gerçekçi bir şekilde oluştururken nasıl bir araştırma sürecinden geçtiniz?

K.S: Şantiyelere gittim. İşçi arkadaşlarla vakit geçirdim hatta onlarla dostluklar kurdum. Onlara kafamdaki hikâyeyi anlatıp, görüşlerini aldım. Anılarını, yaşadıklarını dinledim… Mesela İnşaat İşçileri Sendikasından Mustafa Ağabey vardı, onun yanına gidip gelmeye başladım. Onun hikâyelerini dinledim. Tabii bir taraftan da bu konuyla ilgili okumalar yapmaya devam ettim. Necmi Erdoğan ve Tanıl Bora’nın Türkiye’de Yoksulluk Halleri diye bir kitabı vardır. O kitap çok güzel anlatır durumu. Buna ek olarak yan okumalar, izlemeler yaptım. Ve biraz da hayal gücü neticesinde böyle bir hikâye çıktı ortaya. Özellikle bunlara iş kazası değil de iş cinayetleri teriminin kullanılması şu anlamda çok önemli; çünkü bunlar bile bile olan şeyler. Önlenebilir olan şeyler… Kaza aslında öngörülemeyen şeylerdir. Ama bunların hepsi bilinen şeyler. Yani öyle ki, bir inşaatı yapacak olan müteahhit orada kaç kişinin ölebileceğini öngörüyor. Ona göre de bir tazminat bütçesi belirliyor. Bunlar oluyorsa demek ki olay çok vahim bir durumda. Ben de biraz bunu göstermek istedim.

P.Ö: Pekâlâ, filme baktığımız zaman şantiyelerin adeta bir başrol hüviyetinde olduğunu görüyoruz. Bu durumu böylesine işlevsel kullanmak şantiyeleri gezdiğiniz süreçte mi aklınıza geldi?

K.S: Bu, beni filmde çeken şeydi aslında. Bir görsel sanat olarak baktığımızda, mekân kullanımı hikâyenin bir parçasıdır ve çok büyük bir kısmını inşaatta geçiren az sayıda film gördüm. Majid Majidi’nin Baran filmi, Ken Loach’un Riff-Raff’ı vardır. Ama dünya sinemasında da çok kullanılmayan bir mekândır şantiyeler. Orası beni grilik ve çirkinlik anlamında da çekti. Bir de evlerimizin bitmemiş hali olduğu için kendi içimizdeki yabancılaşmayı da barındırıyor. Çünkü hiçbirimiz evlerin o halini bilmiyoruz.

blank

P.Ö: Filmin ana konusu işçi cinayetleri evet ama hikâye çok fazla alana temas ediyor. Van depremi, taşeronlaşma, fıtrat kavramı var. Peki, bu değindiğiniz noktaların hikâyeyi rayından çıkaracağını düşündünüz mü yoksa işçi cinayetlerinin altını doldurmak için bilinçli olarak seçtiğiniz bir yöntem miydi?

K.S: Aslında bunların hepsi inşaatın bir parçası. Örneğin Van Depremi; bir yerin yıkılıp tekrardan inşa edilmesini ve potansiyel bir inşaat sahası olmasını simgeliyor. O anlamda çok ortaklaştığını düşünüyorum. Taşeronlaşma, örgütlenemeyen işçiler vs. hepsi bu meselenin bir parçası. Umarım dağılmamışımdır çünkü dağılmaktan korkmadım da değil.

P.Ö: Biraz da oyunculara gelelim. Menderes Samancılar zaten filmin en büyük artılarının başında geliyor. Onun üstüne denilebilecek pek bir şey yok aslında. Ama en az onun kadar etkili olan Musab Ekici ve Kübra Kip’in performansları var. Onları keşfiniz nasıl oldu?

K.S: Şöyle oldu. Ben Menderes Ağabey’e audition yapmadım. Doğrudan teklif yaptım. Bu rolü senin oynamanı istiyorum dedim. Okudu senaryoyu ve kabul etti. Ondan sonra Yusuf ve Nihal karakterleri için audition yaptık. İkili olarak yaptık bu çekimleri ve birkaç sahneyi oynamalarını istedik. Hasbelkader Musab ve Kübra aynı auditiona düştü ve aralarında bir elektrik oldu. Sonra onları başkalarıyla çekime aldık ama aynı elektrik yoktu ortada. Dolayısıyla onlar hem benim için hem de bana kalırsa Türkiye Sineması için iyi birer keşif oldular. İkisi de çok yetenekli ve genç oyuncular. Özellikle ödül almaları onların önünü açacaktır ve ben onlar için bu konuda ayrıca sevindim.

P.Ö: Bir sorudan ziyade şöyle bir yorumda bulunmak istiyorum. Filmi izlerken Yusuf’un yan hikâyesinin zaman zaman filmi ana konudan saptırdığı düşüncesine kapıldım. Ancak finale doğru onun da bağlayıcı yönü daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmaya başladı ve kafamdaki soru işaretleri de bir nebze olsun dindi.

K.S: Esasen o bir riskti. İbrahim’in çok trajik bir hikâyesi var ama Yusuf’un ki öyle değil. O yükselmeye çalışan,  tam kişililiği de oturmamış ancak hayata umutla bakan bir karakter. Dolayısıyla o filme bir yaşam coşkusu katıyor. O benim için çok önemliydi. Ama Yusuf’un hikâyesinin ana konudan saptırması meselesi hem senaryoyu yazarken hem de kurgu aşamasında üzerine çokça düşündüğümüz bir şeydi. Yer yer, raydan çıkma pahasına Yusuf ve Nihal’in hikayesine yer açmak istedim. Neticesinde final sahnesiyle birlikte; Yusuf üzerinden olan meselenin toparlandığı düşüncesindeyim.

P.Ö: Filmde devlete ya da sisteme karşı geliştirilen birçok eleştiri ile karşılaşıyoruz. Siz de hak verirsiniz ki ülkemizin içinde bulunduğu siyasi konjonktürde devleti eleştirmek pek de kolay bir şey değil. Peki, filmden sonra bu konuyla ilgili negatif bir geri dönüş aldınız mı?

K.S: Biz filmi çekerken siyasi ortam böylesine gergin değildi. Film vizyona girdikten sonra ya da tam o aşamalarda ortam daha da sertleşti. Ama biz yaptığımız eleştirinin arkasında duruyoruz. Çünkü bu eleştiriyi yapan yalnızca biz değiliz. Yani Türkiye’de günde az 3 işçinin ölümünün bir sorumlusu, muhatap olması lazım. Bizim eleştireceğimiz birilerinin olması lazım. Çünkü bu insanlar, önlenebilir kazalarda, yok yere ölüyorlar. En azından bu insanların ailelerinin acısına sahip çıkmak anlamında bizim yaptığımız eleştirileri; hükümete de devlete de patronlara da yöneltmek lazım. Var olan yasa denetlenmiyor bir kere. Bu da kuzuyu kurda emanet etme durumunu ortaya çıkarıyor. Mesela mahkemelerde de, işveren avukatları işçiyi suçlar genelde. Ama o mesele çok problemlidir. Ölen kişiyi suçlamak, aslında işin kolayına kaçmak ve asıl sorumlarının cezasız kalmasını sağlamaktır. Ve bu cezasızlık özellikle işçi ailelerini en çok üzen şeylerin başında gelir. İki üç gün önce adalet arayan işçi ailelerine özel bir gösterim yaptık İstanbul’da. Çıkışında da onlarla bir söyleşi gerçekleştirdik. Ve şöyle dediler; bu film, bizim bu mücadelede yalnız olmadığımızın simgesi. Hani filmin finalinde de o imza atılmıyor ya. Orada aslında çok uzun süren bir mücadele var. Onların bana böyle bir şeyi söylemesi ise, kendi içimde filmin duygusal olarak amacına ulaştığı izlenimi oluşturdu.

blank

P.Ö: O zaman hemen şöyle bir soru sorayım. Malumunuz filmin izleyici kitlesi biraz daha arthouse işleri seven bir kitle. Peki, sizin bu aşamada filmi –bence- asıl sahipleri olan işçilere ulaştırma gibi bir projeniz var mı?

S.A: Şu anda İzmit’te de olduğu gibi; sivil toplum örgüleri, sendikalar, Eğitim-Sen, DİSK, TMMOB gibi oluşumlar oldukça büyük destek veriyorlar. Onların düzenlendiği toplu gösterimler oluyor. Bizde Kıvanç ile birlikte katılmaya çalışıyoruz. Keza film vizyondan kalktıktan sonra da yıl boyunca ulaştırabildiğimiz kadar insana ulaştırabilme hedefimiz var ki işçilere filmi izlettirmeyi çok değerli görüyoruz. Maalesef her yere de gidemiyorsun. Her yerde sinema yok. Dağıtım ağında bir tekelleşme var. Herkese ulaşabilecek bir reklam bütçen de yok. Biz de harcasak 1 milyon lira reklam bütçesi belki bizim film de 500 bin izlenebilir. Ki bence izlenebilirliği olan bir film. Gerçekten ben 500 tane salon bulsam, bu filmin 300, 400, 500 bin belki de 1 milyon izleyiciyi bulabileceğini düşünüyorum. Ama maalesef bunu dağıtımcıya inandıramıyoruz.

K.S: Şu an zaten 15 kopya girdik.

P.Ö: Hepsi Başka Sinema mı?

S.A: Bir iki tane onun dışında da var ama onda da sinemaları biz aradık yani. Yalvar yakar kabul ettirdik.

P.Ö: Siz de denk gelmişsinizdir muhakkak. Filmin feci bir şekilde I, Daniel Blake ile bir karşılaştırılması söz konusu. Hatta sizin için de, “Yeni bir Ken Loach mu yetişiyor” sorusunu soranlar var, bu konu hakkında ne diyeceksiniz?

K.S: Estağfurullah. Benim için Ken Loach çok büyük bir yönetmen. Kendime örnek aldığım ve sinemasından çok şey öğrendiğim biri. Tabii ki ona benzetiliyor olmak beni mutlu eder. Fakat kendime biçtiğim böyle bir misyon yok. Ben Ken Loach gibi olacağım demiyorum. Ama şöyle bir şey var: Aynı gerçekliğe bakıp, benzer bir bakış açısı ve niyetle bir şeyler ortaya çıkardığınız zaman örtüşebiliyor. Örneğin bizim film Toz Bezi ile de örtüşüyor. Toz Bezi biraz daha ev işlerinde çalışan kadınlara yönelirken biz inşaat işçilerine değiniyoruz. Böyle benzerlikler olabiliyor çünkü benzer gerçekliklere bakıyoruz. Bu arada ben de I, Daniel Blake’i izledikten sonra çok düşündüm ve Ken Loach’a bir mail attım. Bizim filmi sizin filminize çok benzetiyorlar, izlerseniz çok seviniriz dedim. Aradan bir hafta falan geçti cevap attı. Karlovy Vary için tebrik etti. Oraya 1960’larda gittiğini sonra 1990’larda gittiğinde çok bozduğunu gözlemlendiğini dile getirdi. Benim oraları nasıl bulduğumu sordu. Adana’daki ödüller için tebrik etti, filmi de en kısa zamanda izlemek istediğini belirten çok samimi bir mail attı. Yani sırf bu yüzden bile Ken Loach’a benzetilmek bir onur benim için. Çünkü dünyanın başka yerinden bir yönetmen adama mail atıyor ve oldukça alçakgönüllü bir şekilde buna cevap veriyor. Bu onun büyüklüğü aslında. Ama başa dönecek olursak, kendime bundan sonraki filmler için bir Ken Loach misyonu yükleyemem. Çünkü en azından benim açımdan bir filme başlama süreci mekanik değil de daha duygusal ilerliyor. Yani, bir şey bana değiyor ve o değen şey bir şekilde içimde büyümeye başlıyor. O büyüyen şeyi paylaşmaya başlıyorum artık. Ancak aynı gerçekliklere baktığımız için onunla aynı benzerlikler ilerleyen filmlerde de kurulabilir.

P.Ö: Ken Loach’tan sonra biraz da ülkemiz topraklarına geri dönelim. Kendi sinemanızda Yılmaz Güney’i nereye koyuyorsunuz?

K.S: Yılmaz Güney, bu ülke gerçekliğinin ürettiği ve toplumun ona sunduğunu geri verme etiğinde bir yönetmen olduğu için çok kıymetlidir. Her filmini sevmeyebilirsiniz ama Yılmaz Güney Türkiye’deki özgün yerini her daim koruyacaktır. Çünkü bu toprağın insanlarını sinema diliyle ve cesur bir şekilde anlatır. Ama mesela bir Ömer Lütfi Akad sineması, Gelin-Diyet-Düğün üçlemesi de çok önemlidir. Hatta Hudutların Kanunu ile Ömer Lütfi Akad hem Yılmaz Güney için bir öğretici olmuştur hem de onun için bu yolu açan kişi. Tabii ki, birçok insanda olduğu gibi benim de çok değer verdiğim ve önemsediğim bir sinemacıdır Yılmaz Güney.

blank

P.Ö: Peki Babamın Kanatları’ndan sonra bizleri ne bekliyor olacak. Sanırım hikâyeyi bir üçleme halinde devam ettirmeyi düşünüyorsunuz?

K.S: Evet, bir üçleme düşünüyorum. Şöyle ki; bu filmde inşaat işçilerinin yaptığı lüks sitenin bitmiş halini ikinci filmde göreceğiz. Ve oraya taşınan orta sınıf-beyaz yakalı bir aileye odaklanacağız. Üçüncü filmde de orayı yapan ve oradan zenginleşen asıl müteahhide çevireceğiz kameralarımızı. Burada amacım; 2010’lar Türkiyesi’nde konut ekseni etrafındaki çarkın nasıl işlediğini göstermek.

P.Ö: İlk filmde gördüğümüz ve yoğun bir şekilde ilerleyen sistem eleştirisini diğer filmlerinizde de görebilecek miyiz? Bir başka değişle, Babamın Kanatları’nda yakalan ruh devam edecek mi?

K.S: Umarım. Ama bu filmde inşaat işçilerini anlattım, şimdi sıra tersane yahut maden işçilerinde diye bir misyon yüklemedim kendime. Bunu yapabilirim ama bunun belgeseli de yapılabilir. Çünkü sinemanın özelliği onun içine bir hikâye ekleme meselesidir. Onu da daha ilerleyen yıllarda göreceğiz, nasıl şeyler ortaya çıkacağını.

P.Ö: İkinize de bir soru sormak istiyorum. Film birçok çevreden olumlu geri dönüş aldı, bir sürü ödül kucakladı. Pekâlâ, sizi bu dönemde en çok heyecanlandıran an ya da olay hangisiydi?

K.S: En çok heyecanlandığım an Adana’ydı. Çünkü orada ilk defa, “galiba biz bu işle doğru bir şey yapabildik” hissini hissettim. Bir film yapıyorsunuz ve insanlar nasıl reaksiyon veriyor çok önemli. Onu da ilk defa o gece hissettim. Ama şu kadar ödül almamızla alakalı bir durum değil. Normalde çok sakin bir yapım olmasına karşın, o gece gerçekten oldukça heyecanlanmıştım.

S.A: Benim için Karlovy Vary olabilir. Oraya seçilmek başlı başına sevindirici bir olay zaten.  Çünkü filmi bitirmişsiniz, 3 yıl uğraşmışsınız, elinize bir tane DCP kopya almışsınız ama filminin kaderinin ne olacağını tahmin edemiyorsunuz. Karlovy Vary’nin festival başkanı da çok onur verici bir şekilde davet etmişti bizi. Oraya gidince de Çek Cumhuriyeti’nde 51. kez yapılan bir festival. 1200 kişilik bir salon. Ben de bilmiyordum salonun o kadar büyük olduğunu. Herhalde 200-300 kişi olur diye bekliyordum. Salona girdiğimde bir baktım, bütün koltuklar dolmuş, ayakta bekleyenler var. Orada acayip heyecanlanmıştım.

P.Ö: Benim sormak istediklerim açıkçası bu kadar, sizlerin son olarak eklemek istediği bir şey var mı?

K.S: Bir şekilde film festival sürecinden sonra dağıtıma girdi ve en azından toplumun bir kısmına ulaşmaya başladı. Benim için asıl önemli olan insanlara ulaşmak ve onların tepkilerini görmek. Bu benim için, kendimi geliştirebileceğim bir süreç oluyor. Söyleşiler ya da alınan tepkiler vs. Bu yüzden mümkün mertebe, sonraya bırakmadan, vizyondayken filme gitmelerini rica ediyoruz. (Gülüşmeler)

S.A: Ben işin yapımcısı olduğum için daha farklı bir gözle bakıyorum. Bir sonraki filmleri de yapabilmek ve böyle duyarlı daha birçok film ortaya koyabilmek adına açıkçası sinema dağıtım aşaması çok önemli. Bu nedenle izleyicilerden bu tarz filmleri takip etmelerini, destek olmalarını ve özel bir ilgi göstermelerini rica ediyoruz.

blank

Polat Öziş

1992 İzmit doğumlu… Küçük yaşlarda tanıştığı Yeşilçam filmleri sayesinde sinema en büyük tutkusu oldu. Sonrasında ilginç bir şekilde Muğla’ya İktisat okumaya gitse de tutkusundan vazgeçemedi ve sinemayla ilgili çalışmalar ortaya koymaya başladı. İzledi, düşündü, çekti. Sonunda ise filmler hakkında yazmaya başladı. Film Arası Dergisi, Film Hafızası ve Öteki Sinema’da çok sevdiği filmler hakkında yazmaya devam ediyor.

1 Comment Bir yanıt yazın

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Mehmet Özgür Candan: ‘Belgesel sinema çok kontrolsüz bir alan’

Mehmet Özgür Candan’la belgesel sinemayı, fikir ve çekim aşamasını hatta

Ayce Kartal: ‘Animasyon jürilerin vicdanıdır!’

Ayce Kartal takip ettiğimiz ve filmlerinden keyif aldığımız bir animasyoncu!