Festivalde ilk haftanın sonuna geldik. Banu festivalde ve izlenimlerini aktarmaya devam ediyor. Çoğu sinema yazarının bu tempodan yorulup çoktan emekli olduğunu, film izleyenlerin de bunu yazmak ve paylaşmak için çok hevesli olmadığı, konserveden/bültenden takip ettiği “İstanbul Film Festivali” Öteki Sinema’nın gücünü ve farkını ortaya koyan bir çaba oldu. Banu Bozdemir’e bu insanüstü gayreti için çok teşekkür ediyor ve devam ediyoruz.
İstanbul Film Festivalinin ilk hafta yazılarını okumak içinse buradan
17 Nisan Pazar – Festivalin Son Günü
İnanamıyorum bir festival daha bitti… Festival başlamadan önce beni saran gerilimli heyecan bir kez daha geride kaldı işte!
Bugün Emek’e yoğunlaştım. Geçen sene neredeyse her akşamımız Emek’te alternatif festival yapmakla geçti. Onun sessizliğine ses olmaya çalıştık, karanlığına ışık… Bu sene ancak son güne kaldı Emek’le randevumuz… Demirören’in bütün iğrençliğiyle kapladığı ve daralttığı sokağa sular gibi aktık bugün…
Ama önce Demirören alışveriş merkezinin içine daldık, bandomuz, alkışlarımız, ıslıklarımız ve sloganlarımızla! Şok olan güvenlik müdahale edemedi bile… Rant için oraya oturtulan alışveriş merkezinde olan onlarca insan da şaşkındı! Umarım birkaç tanesi ‘ben niye buradayım ya’ diye düşünebilmiştir!
Sorun sadece Emek sinemasının kapatılması karşısında gösterdiğimiz duygusal bir tepki değil elbette. Kentsel dönüşüm adı altında herkesi başka bir yerlere sürmeleri, kafalarına göre eskiyi yakıp yıkıp yeniyi inşa etmeleri! Emek’i simgeleştirip tüm bunlara karşı çıkmak aslında amacımız…
Fotoğraflarda gördüğünüz gibi Emek sinemasının isminin, bir zamanlar ışıklar yanıyordu orada elbette, başka bir işletme tarafından gönül rahatlığıyla kapatılmış olmasıydı.
Aynı sokakta yıllarca komşuluk etmişlerdi ama birisinin yıkıldığı anda bir tekmede o savurmuştu anlaşılan, Demirören onu da gördü mü acaba?
Onu çıkarttık alkışlar eşliğinde, en azından orada bir ‘Emek’ olduğu beli olsun diye! Ben içeri girmeyi çok istedim, eminim ki orada bulunan birçok kişi de aynı duygudaydı… Ama o da büyük bir sorumluluktu ama belki de almak gerekiyordu o büyük sorumluluğu… Kapısına biz de bir kilit vurduk, en azından bir gün açılırsa biz de kilitlerini kıralım diye… Emek sinemasının perdesine sarılmıştım yıllar evvel, şimdi içimizdeki umuda sarılmalıyız, belki bir gün tekrar açılır, kim bilir… Hayal mi bu? Emek hayal olmasın, emek kapıları açık bir gerçek olsun!
16 Nisan
Festivalin sondan bir önceki günü… Basın odası yabancı basının gelmesiyle inanılmaz hareketli, bilgisayar bulamıyoruz ama onların olmasından da mutluyuz, sanki birbirimizden biraz sıkılmışız… Zira her festivalde bir aradayız!
Amador İspanyol yapımı keyifli bir film, sosyal sorunlara da değiniyor, sevimli bir ilişkiye de… İnsanların başka ortamlara girmesinin, farklı insanlarla tanışmasının onlara katacağı farklılık üstüne…
Copacabana bu yıl festivalin açılış filmiydi ama izleyemedim bir şekilde. Hem Mayıs’ta da vizyona girecek ama yönetmen Marc Fitoussi ile röportaj yapmak farz olunca soluğu filmde aldım. Keyifle izlenebilecek bir film… Çılgın bir kadını canlandıran Isabelle Huppert yaşlanmış ama çok iyi bir oyuncu. Zira o kadar fazla filmde karşımıza çıktı ama hepsinde farklı olmayı başarıyor. Bir anne –kız ilişkisi, bir annenin kendisini kızına ispat ve sevdirme hikayesi… Vizyonda görebilirsiniz çok isterseniz! Öz kızıyla anne-kızı oynuyor, fiziksel olarak bambaşkalar ama bakışlarda bir aynılık var sanki!
Yolculuk/ The Trip gerçekten de hoş bir hikaye. Steve Coogan ve Rob Brydon, Altın Lale ödüllü Uyduruk Bir Öykü’deki gibi bu filmde de kendilerini oynuyorlar. Yollarda geçen, lüks restoranlarda gurmeliğe soyunan ve ağzımızın suyunu akıtan bir hikaye. Tam bir muhabbet filmi, ikili durmadan konuşuyor, taklit yapıyor ve ünlü oyuncuların yerlerinde gözleri olduğunu vurguluyorlar. Komik muhabbetlere gülüyorsunuz, İngiltere kırsalında dolaşıp doğaya bırakıyorsunuz kendinizi, güzel yani.
Bir yandan da ödüller açıklandı, festivalin sonuna geldiğimiz gün gibi ortada… Saç en iyi yerli film oldu, minimal filmlere yine gün doğdu!
15 Nisan
Mutluluğun Peşinde / Rabbit Hole’un vizyona gireceğini bildiğim için sona sakladığım filmlerden oldu. Normal basın gösteriminde izledim. Konu duyarlı, can acıtıcı ve etkili…
Yönetmen dört yaşındaki oğullarını kaybeden bir anne ve babanın dağılmışlıklarını anlatıyor, kopma noktasına gelip gelip sonra yapıştıklarını… Bir dinginlik var, belki bu daha da etkili kılıyor filmi… Nicole Kidman hem yapımcı, hem oyuncu.
Sonrasında festival insanları olarak geleneksel tekne gezisine aktık… Bu bir gelenek oldu artık, soluk almak için yapılıyor. Yerli yabancı tüm konuklar o tekneye akıyor. Avrupa Konseyi yapıyor bu geziyi… Rüzgarın altında bir kez daha baktık İstanbul’a ve güzel olduğuna bir kez daha karar verdik.
Eğer bir İran filmleri fanatiğiyseniz (ben öyleyim) geçen yılın Altın Ayı ödüllü filmi Bir Ayrılık’ı kaçırmayın derim. İran filmlerinin kendine has gerçekliği, tavrı, aykırılığı beni her daim cezbediyor… Bir Ayrılık, bir boşanma halinde çocuklarının velayetini paylaşamayan bir çifti anlatıyor… Asghar Farhadi imzası taşıyan filmi bence izleyin…
Son anda gitmeye karar verdiğim ve iyi ki gitmişim değdim bir film oldu Yağmuru Bile… İspanya’nın Oscar adayı olan film, gerçek bir soruna, su sorununa eğiliyor. İsminin “Yağmuru Bile” olmasının nedeni, Bolivya’da suyun özel bir şirkete verilmesi ve bu şirketin yağmur suyunu bile insanlardan esirgemesinden alıyor. Gael Garcia Bernal’in ve Luis Tosar’ın başrolde olduğu film, gerçeklerin ve filmlerin çatışmasını anlatıyor. Değişik bir paralel kurgu, ezilmişliğin tekrarlanışı, gerçekçilik, vicdan her şey çok doğru dürüst ve yerli yerinde. Çok beğendim, tavsiye ediyorum. Vizyon yolu gözüken filmlerden bu da…
14 Nisan
Sayılı gün çabuk ve yorucu geçermiş, bendeki formül de şaşmadı!
Kar Beyaz Sabahattin Ali’nin Ayran isimli öyküsünden uyarlanan, beyazlara yaslanmış bir film. Yönetmen görüntüye dayalı bir yol izliyor, öykü uzuyor, güzel görüntüler eşliğinde bir filme geçiş yapmak istiyoruz ama pek başarılı olamıyoruz, o kadar kısa bir öyküden ancak kısa film olur diyebiliriz, Ankara’da en iyi senaryo almasına da ayrıca şaşırmıştık, vizyon yolu yakın… Karlı filmleri severim ama bu fazla karlı!
Lars Von Trier imzalı Avrupa, hala izlemeyenler için iyi bir fırsat. Almanya’ya, savaşa farklı bir bakış, Trier bakışı!
İçimdeki Yangın acılarla dolu bir hikaye… Bir savaşın insanların hayatını nasıl cehenneme çevirdiğine, nasıl yabancılaştırıp bir kenara attığına dair çok can yakıcı bir hikaye. Yakında vizyonda olacak filmde Simon ve Jeanne ölen annelerinin sırını bulmak üzere yollara düşerler, geçmişe dalarlar, sırları deşerler, savaşın acı yüzüne tanıklık ederler ve annelerinin ölümcül sırrını bulurlar… Tüyler diken diken çıkmanız olası, etkili bir film zira!
Fabrikadaki Piyano Çin’den gelen dokunaklı, müzik dolu bir film. Festivalin yarışma bölümünde yer alıyor, bir baba kızı için piyano inşa etmeye koyuluyor, duygusal, yavaş ve dingin!
Bizim Büyük Çaresizliğimiz bugün vizyonda, bence güzel. Yönetmenin minimal ayarından çıkıp doğru dürüst bir konuyla film çekmeye giriştiği Bizim Çaresizliğimiz ismiyle zıt bir umut barındırıyor aslında. Üç tane yalnız ruh birbirine tutunmaya çalışıyor, duygular tavan yapıyor ama aralar hiç bozulmuyor! Tavsiye edilir.
Çığlık 4, festivalin gece yarısına denk geldi biz basın gösteriminde izledik, eğlendik. Bol bol dalga geçen film, korkuyla komediyi harmanlayıp, eski ekibi de katıp önüne yeni bir film çıkarıyor. Wes Craven tüm rehaveti atıp neşe katıyor sabahımıza!
13 Nisan
Festivalin tuvaletindeyim, görevlilerden biri reklamlar başlayınca salonu kapatıyorlar koşun dedi… Şaşkın şaşkın baktım ve her gün 3-4 film izleyen birisi olarak 15 dakikalık reklam kuşağını başından sonuna izlediğimi hayal ettim, korkunç bir şeydi. Her gün, her seans 15 dakika reklam izlememek için salona geç giriyoruz, bir süre sonra zaten reklamlar algımıza yerleşmiş otomatik görüntüler olarak kalıyor. Daha kısa olsa hiçbir itirazımız olamaz!
Attenberg arkadaş tavsiyesiyle, hatta festivalin iyilerinden biri olarak gittiğim bir film oldu ama hayal kırıklığına uğradığımı çok rahat söyleyebilirim. Babasının bizim anlayamadığımız bir şekilde yaşamdan uzak tuttuğu kızın aslında sadece cinsellikten uzak tutulduğunu anlıyoruz ve yaşadığı cinsel denemelerden pek memnun kalmıyoruz. Arada yapılan anlamsız danslar, kızın mahrumiyetine mi yoksa doğayla olan bütünleşme isteğine mi hizmet ediyor anlamıyoruz, zira anlamsız figürler onlar. Derdini bu kadar uzatarak ve hatta gerçeklerden uzak tutarak anlatan sinema tarzı sıkıyor, uyutuyor, iç geçirtiyor. Etrafımızda içi geçmiş bir hayli izleyici vardı!
Diğer filmi eğlenceli tutmakla iyi yapmışım, en azından tarzını bildiğim Stephen Frears filmi izlemek istedim ve eğlendim. Tamara Drewe’in başlangıcı çok iyiydi, filmin atmosferi, yazarlar grubu ve insan ilişkilerinin anlatımı çok başarılıydı, sanki biraz daha kısa olsa daha iyi olurdu ama dediğim gibi eğlencesi vardı, aktı gitti… Aşk ve ilişki denemeleri, taşra insanının kendinden taşan istekleri bu filmin konusu… Rahatlamak isteyenler tercih edebilir.
Saç ve Gişe Memuru Antalya film festivalinde izlediğim filmlerden. Saç’ı teknik bir hatadan dolayı tamamlayamamıştım, sonra da ‘ben sıkıcı filmler çekiyorum’ diyen Tayfun Pirselimoğlu’na kulak verdim ve izlemedim, Gişe Memuru bir ilk film, Tolga Karaçelik imzası taşıyor. Yalnızlığa, iletişimsizliğe farklı bir şekilde bakıyor, göktaşının çekim gücü hayal gücünü tetikliyor. Yarışma filmlerinden biri, o yüzden izlenebilir!
Festival bitişe yaklaşırken, her akşam olan etkinlik, parti, plaket törenleri de festivalin uzantısını oluşturuyor, takip etmek tabii ki zorunlu değil ama festivalin ruhunu sonuna kadar yaşamak için arada bir boy göstermek de keyifli oluyor!
12 Nisan
Festival yorgunluğu yavaş yavaş bir uyuşturucu gibi bedenimi sarıyor, hissediyorum. Yorgunluk, doygunluk, taşma hali… Ama festival hız kesmiyor ve devam ediyor…
Dedim ya ikinci hafta Türk filmlerinin yoğunluk kazanan bir hafta. Kayıp Özgürlük Umur Hozatlı imzası taşıyan bir film. Çok klişe bir aşk öyküsü etrafında, ülkemizde yaşanan sorunlara dikkat çekmeye çalışan film çok yanlı bir bakış açısıyla vermeye çalıştığı gerçekliği de yok ediyor ve anlatmaya çalıştığı konuyu fazlasıyla basite indirgiyor… Ankara’da yarışma filmiydi burada yeni Türkiye sineması bölümünde.
İlkini yine İstanbul Film Festivali’nde izlediğim Özel Tim 2, Brezilya’nın katı, kanlı ve yoz ortamında geçiyor. Brezilya’da hasılat rekorları kırdı bizde de çok sevildi hala benzeri tarzda bir film çekilmedi ne yazık ki! Film ilkinden 13 yıl sonrasına taşınıyor, aksiyon yine hız kesmiyor ve herkes bu kanlı isyana bir yerinden bulaşıyor…
Cebimde Kan Var, festivalin önemli belgesellerinden. Cep telefonunda kullanılan madenlerin çoğunun Kongo’da üretildiğine dair bir telefon firması Nokia’dan bir açıklama ve kabullenme bekleyen adamımız, bir sürü görüşme, yol ve iddiadan sonra bizi ikna etse de, telefon firmasını bir savaşa yol açtığına ikna edemiyor. Bir Michael Moore imzası taşımaya, hesap sormaya çalışan belgesel, iddiasını fazla karşılayamıyor ne yazık ki! Bizde filmden sonra salon insanları olarak cep telefonlarımızı açarak ve arayan var mı diyerek kontrol ederek çıkışa ulaşıyoruz.
Zefir Antalya’nın yarışma filmlerindendi. Minimal slasher tanımı yakıştırdığımız film Karadeniz’in yeşil ve ferah ortamına farklı bir anlam yüklüyor, hikaye başlangıcından farklı noktalara kaysa da arada ben birazdan müthiş bir psikopatlık yapacağım demekten de geri kalmıyor… Vizyon yolu yakın…
11 Nisan
Festivalde ikinci haftanın startını cumartesi günü verdik aslında. Havanın beni bunaltan bu depresyonik halleri olmasa film izlemekten daha fazla keyif alacağım ama neredeyse yazlık girdiğim salondan kışlık çıkmak sinirlerimi epey bir bunalttı, bünyem havaya diş biler hale geldi, hem de çok fena!
Festivalin ikinci haftası Türk filmleri haftası olur genelde… Yarışma ve yarıma dışı filmler ip gibi dizilir seanslara. Bu sene özellikle Yeni Türk Sineması bölümü ve belgeselleri bir hayli fazla. Ya da bana öyle geldi.
Oğul ulusal yarışma filmlerinden, yollarda geçiyor, evet pek fazla bir süre yollarda geçiyor ama pek bir vaadi yok. Ama Metin Kahraman’ın müzikleri hoş, tam gönlümüze göre… Film derdini, Dersim’de yaşananları anlatmaktan uzak, garip bir yere sürükleniyor… Bizde dertlere ilgi var ama onu doğru dürüst çekme derdi pek yok ne yazık ki!
Bazı yönetmenlerin çocukları da yönetmen oluyor, Julie Gavras gibi… Bunun örnekleri çoğaltılabilir sonuçta. Julie Gavras, Fidel’in Yüzünden filminin yönetmeni aynı zamanda. Evet, evet o güzel filmin. Aşkın İkinci Perdesi yönetmenin 2. filmi… İlk filminde çocuk dünyası vardı, burada yaşlanma halleri üzerine durumlar. Komik ve samimi bir filmdi, fazla bir iddiası yoktu ama aktı gitti… Vizyon yolu gözükebilir!
Festivalin belgeselleri daha çok biyografi içeriyor, sosyal konular daha azınlıkta ama yok değil. İki Escobar, Andres ve Pablo Escobar iki Kolombiyali. Birisi futbolcu, birisi uyuşturucu taciri. İki Escobar’ın hayatı meraklıları için daha cazip olabilir sanki sanki…
Erdal Eren belgeseli, Oğlunuz Erdal bence mutlaka izlenmeli, bir döneme ışık tutan belgesel, on sekizine gelmeden idam edilen Erdal Eren’in anlatıyor, tanıklıklar, olaylar eşliğinde. Keşke olmasaydı diyorsunuz, keşke idam edilmeseydi, keşke bu kadar kör olmasaydı insanlar…
Keşke festivalde daha fazla konuk olsaydı, yıllarca dünya sinemasına yön veren birçok yönetmen ve oyuncuyla karşılaştık, yan yana durduk. Çok güzeldi, keşke yine daha fazla konuk olsa…
10 Nisan
Eskiden festivalde birkaç tane baba film olurdu, o film kulaktan kulağa yayılır ve herkes bir şekilde o filmde alırdı soluğu… Şimdi, hala, bugüne kadar öyle bir filmle karşılaşmadım.
Bir filmin dünya festivallerinde yer alması, hatta ödül kazanması bizi ona zınk diye bağlamıyor. Bir de korsan tezgahlarında da festival var. Ayrı bir bölüme festival filmlerini koymuşlar yani festivalde izlediğimiz filmler çoktan paylaşıma sunulmuş durumda. Festivalin bunun için yapacağı bir şey var mı bilemiyorum ama daha özgün, el değmemiş yapımlar sunulmalı sanki seçkilerde. Bir filmi sadece festivalde izlemenin anlamı olmalı yani bence! Bu anlamda Filmekimi çok doğru bir zamanlamaydı…
Oyuncu John Turturro’nun Tutku’su bir dans ve müzik filmi, yönetmeni Napoli’ye birazcık İspanya havası yüklemeye çalışmış, Napoliten müziğinin derinliklerine inmeye çalışmış ve ortaya gerçekten de tutkulu bir çalışma, güzel bir seyirlik çıkmış. Tutkulu dansçılar ve şarkıcılar görmek güzeldi…
Sonrasında öneri üzerine Mutluluğum / Schastye Moe filmine daldım ama içim geçti itiraf ediyorum. Georgy çok iyi niyetli bir kamyon şoförü ama karşısına hep kötülükler çıkıyor. Rusya’da geçen filmde Georgy kafasına en son bir darbe almıştı, o arada da benim içim geçmişti, gözümü açtım yaz olan mevsim kış olmuş, çelimsiz bir adam olan Georgy sakallı, hafıza kaybı yaşayan birine dönüşmüş. Bağlantı kurana kadar epey çabaladım, filmdeki anlamsız şiddetten bunaldım ve yönetmenler niye dertlerini daha kısa bir şekilde anlatmıyor diye isyan ettim.
Sonrasında Anayurt olan ismi nedeniyle aklıma sürekli Anayurt Oteli’ni getiren filme gittim. Film ensest konusuna el atıyor ama yoğun bir süreç var aynı zamanda filmde. Yani sepetine ne varsa doldurmuş yönetmen ama yine de iyi dağıtmayı başarıyor filmin içine… Sonra yoruldum artık ya! Havanın gitgelli hallerinden iyice bunaldım ve sinemalardan uzaklaşarak hayatın içine karıştım ve İstiklal’in kalabalığında iyice yok oldum… İyi mi ettim onu da bilemedim…
Tayfun Pirselimoğlu’nun Saç’ı…
Antalya Altın Portakal’da salonun yarısından çoğunun filmin ilk 30 dakikasından sonra insanların salondan dışarı kendini zor attığı film.
Ve şimdi… 30. istanbul film festivalinde aldığı “en iyi yönetmen” ve “en iyi film” ve “en iyi kadın oyuncu” dalında alığı ödüllerle Reha Erdem filmlerini sevdiğimi ama sevdiği filmleri sevmediğimi kafama çarpmış film.
Diğer festivallerden eş dost kontenjanından aldığı bir kaç ödül başka bu ödüller bambaşka. İstanbul Film Festivali ödülleri,festival filmlerinin önümüzdeki bir kaç yılda oluşacak genel eğilimini de işaretlemesi bakımından önemli… müjdeler olsun! hiç bir zaman olmadığı kadar sabit planlar ve yavaş hareket eden insanlar bizi bekliyor! bana kalırsa 70’lerin salon komedilerindeki abartılı karakterler ne kadar yanlışsa bu kadar kesilip, biçilmiş minimalist karakterlerde o kadar yanlış! yanlış anlaşılmasın, minimal sinema olsun ama karakterlerin gerçeğinden kopmadan, anlatımın minimalleştirildiği bir sinema olsun. (bkz:çoğunluk)