Almanca resim anlamına gelen Bild, bundan 71 sene önce o zamanki adıyla ve sanıyla Batı Almanya’nın (Federal Almanya namıdiğer) tabloid gazetesi olarak yayım hayatına başladı. Tanınmak isteyen ve haliyle özgün işlerin peşine düşen bu çömez tabloid gazete, aynı yıl Lilli adlı çizgi roman serisini, ya tutarsa arzusuyla okuyucuların önüne koydu. İkinci paylaşım savaşının hala izlerini taşıyan ve çift kutuplu dünyanın artık vücut bulmasıyla resmen ikiye ayrılan Almanya’nın batı bölümü, kadını meta olarak gören kapitalist sistemin güçlü etkisini, elbette hissedecekti. Dokuz yıl boyunca tefrika edilen Lilli, gerçekten büyük ses getirmişti. Atkuyruklu, seksi sarışın sekreterin maceraları, ezber bozuyordu, kadın altın avcısıydı, baştan çıkarıcıydı, küstahtı, açık sözlüydü, kışkırtıcı pozlar vermesini bilirdi, teşhirciydi. Üstelik hem çok saf hem de çok zekiydi.
Lilli’nin 1955 yılında oyuncak bebeğe çevrilip, toplam 130 bin adedinin satılması, 1958’de Almanya’da Lilli, Büyük Şehirden Bir Kız adıyla suç, gizem, komedi türünde çekilmiş filminin beyazperdeyle buluşması, onu kısa sürede yerelden evrensele taşıdı, artık tüm dünya, kırmızı ojeli, yüksek kaşlı, soluk tenli, al dudaklı Lilli’nin cazibesinin farkındaydı. Lakin bunca aşırı ilgi, başına bela olacaktı, hiç kuşkusuz. Çünkü ABD’li oyuncak üreticisi Ruth Handler, erkeklerle dolu yönetim kuruluna, Lilli’yi dönüştürmeyi teklif ediyor, oyuncak bebekten, yetişkin oyuncak bebeklere geçiş için büyük bir baskı kuruyordu. Birçok kez reddedilen Ruth, terzilerle birlikte Barbie’ye çevirdiği Lilli’yi masaya koyunca, itirazları sonlandırmış ve Mattel şirketinin kaderiyle beraber oyuncak bebek algısını da tamamen tersyüz etmişti. Ve nihayet Barbie, 1959 yılında hem esmer hem de sarışın olarak üretime geçti. Barbie, kızı Barbara’nın isminden türetilmişti, plastik bebeği kendi çocuğunun yanına kardeş diye koymuştu (duy da inanma).
Kadın olmayı es geçip, salt anneliği kız çocuk dimağlarına kazıyan, evcilik oyunundan şaşmasınlar, nesiller boyunca oyuncak bebekle oynasınlar diyen kadim gelenek, önce yıpranmaya sonra çatırdamaya başlayacaktı, saklı amaç buydu (şaka, şaka, kız çocukları, yetişkin bebeklerle oynamayı daha çok seviyordu, kurnaz Ruth bunu çoktan çözmüştü). Farkındalık, aslında bambaşka olmalıydı ya, her neyse. Ve Barbie’nin doğuşu, Lilli’nin ölümü demekti. Tüm hakları eline alan Mattel, onun yaşamasına, Barbie ile karşılaştırılmasına ve gelecek kuşakların da hatırlamasına izin vermeyecekti. Ben erkekle aynı özden yaratıldım, eşitlik isterim deyince cennetten kovulan Lilit ve onun yerine itaat eden Havva’nın Adem’in kaburgasından yaratılması öyküsü gibi, belki de.
Mobilyacı Mattel, bir anda oyuncak imparatoru oldu, Almanların kandırıldık, soyulduk diye dava açması da kar etmedi, şirkete yönelik mali sahtekarlık iddiaları da kapatıldı bir şekilde, atı alan, pardon Lilli’yi alan Kaliforniya’yı çoktan geçmişti. O günden bugüne tam 64 yılda, dünyanın en popüler bebeği Barbie oldu, Mattel’in 1961’de üretmeye başladığı diğer yetişkin bebeği Ken (Ruth’un oğlu Kenneth’ten aldı ismini) ise ikinciliği kaptı. Bir milyarı aşan bebek satıldı bugüne dek, vay canına arkadaş. Sonra mı ne oldu? Zamanın ruhuna göre, Barbie şekil aldı, sarışın plastiğin vücut ölçüleri ise hep tartışma konusu oldu. Ebeveynler, çocuklarının Barbie yüzünden yeme bozukluğu geliştirdiğini söylediler, hatta kimi Barbie’nin zengin yaşamının ve tarzının, yoksul ailelerin çocuklarında travmaya yol açtığını vurguladı, ısrarla. Meşhur “Barbie Sendromu” böylelikle oluştu, estetik cerrahinin kapıları aşındı, ne yazık ki.
Filme geçelim, yazarken gerçekten darlandım (böyle bir kelime yok). Evet, malum devir değişti, oyuncak yetişkin bebek satışları eskiye oranla inişe geçince, hop Barbie filmi imdada yetişti. İnanılmaz bir reklam kampanyası, devasa tanıtım, yer gök pembe oldu, hayata bakışımız ise pespembe. Bunca yatırım, elbet meyvesini verecekti, şu ana dek yaklaşık 600 milyon dolar gişe yaptı tüm dünyada, üstüne kata kata da devam ediyor. Platformlarla yapılan orantısız savaşta çokça yıpranan sinema salonlarına kan oldu, can oldu, çok iyi oldu.
Film, beklentimi aştı, oraya geleceğiz. Ben, haddim olmayarak filmin, kadın mücadelesinin yeni itici gücü olduğu söylemlerine takıldım, bir parça. Ticari marka estetiğini, kadın erkek eşitliğiyle denkleştireceksek şayet, yanmışız demektir. Feminizm konusuna ise hiç girmiyorum, bir erkeğin bunda söz hakkı yok denebilir ki haklılık payı da vardır.
Aqua, meşhur Danimarkalı-Norveçli bir dans-pop grubudur. 1997’de yayımlanan Barbie Girl ise en bildik şarkılarıdır, bu eser, bir milyar iki yüz altmış altı milyon kez izlenmiş YouTube kanalında, mühim iş! “Saçlarımı tarayıp, beni her yerde soyabilirsin” der, sonra ekler, “Dokunabilirsin, oynayabilirsin, hep senin olacağımı söylersen.” Devamında… “Ne istersen yap lütfen.” O zaman, come on Barbie, let’s go party! Sen ironi dersin, öbürü algı. Yoksa Ava Max, üstüne niye “Senin Barbie kızın değilim” diye şarkı yapsın ki, bedenime dokunamazsın diyerek.
Barbie’nin kadın dayanışmasına geçmeden, filmin hayli popüler isimlerden oluşan albümüne, K-Pop çaylak kız grubu Fifty Fifty de şarkı verdi. Adı Barbie Dreams. “Gözlerimi kapattığımda, bu bir hayal / Bir dergiden mükemmel plastik yaşam / Sonra, uyandığımda, bu gerçek / Hepsine sahip olabilirim, Barbie hayallerimi yaşayabilirim” diyor şarkı, özetle. Grup, tüm müzik listelerinde zirveye tırmanmaya çabalayan Cupid (Aşk Tanrısı) şarkısıyla adını duyuruyor, malumunuz. Neyse, Sio, Aran, Saena, Keena (Aran’ın sesi harbiden çok güzel) adında dört gencecik kadından oluşan grup, yöneticileri ile mahkemelik olunca, herkes daha dava sonuçlanmadan patronlarından yana saf tuttu ve kızlara, nankörler, hainler diye hakaret etti, ediyor. Ve edenlerin çoğu da hemcinsleri, niye mi? Çünkü fandomuna girdikleri, bias edindikleri erkek gruplarını, güçlü bir kadın grubunun tehdit ettiğini düşündüler, hayat kısa, önyargılar uçuyor.
Dünya emekçi kadınlar günü kutlu olsun, yooooo dünya kadınlar günü o, hımmm bana önce çiçek gerek, sonra hediye gerek. Zaten 1 Mayıs’tan sınıf kavgasını, birliği, mücadeleyi çoktan çıkarttı birileri, bu sadece emekçi bayramıdır hoy hoy, gelsin tatil loy loy. “Hayatın olduğu yerde savaşmak istiyorum” diyen Clara Zetkin’den değil, “Üzgün olmaktansa öfkeli olmayı yeğlerim” diyen Ulrike Meinhof da değil, “İnsan hakları, herkes içindir; yalnız erkekler için değil!” diyen Flora Tristan hiç değil! Sanırsın ataerkil düzenden yeniden anaerkil düzene geçişi, birçok kız çocuğunun oynama şansı dahi bulamadığı Barbie gerçekleştirecek, ah ne güzel bir masal! Pembe, gönlüm sende, tabi canım.
Tamam tamam, geldik filme, bu bir propaganda filmi, daha önce yazdıklarımı okuyanlar, beyin yıkama işi yapıtlara çok da karşı çıkmadığımı bilir, elbette iyi kotarılması şartıyla. Doktrinler çağındayız en nihayetinde. Telkin biricik gerçeğimiz, mesaj verme kaygısını dahi örtbas edebiliriz. Filmimizde hiç değilse bir Barbie hayatı sorgularken, üreme organları olmayan Ken’ler tam tekmil anguttur, morondur, yooo yooo gerçek dünyadaki erkekler de aptalın önde gidenidir, hımmm yani sanal bir öç bizimkisi, bilemedim.
Barbie’yi Greta Gerwig’in yönettiğini, ortak yazarın Noah Baumbach olduğunu, Margot Robbie, Ryan Gosling ve Will Ferrell’in başrolleri paylaştığını söylemiş miydim? Yazdığımı tekrar okumuyorum, evet. Barbie bebekleri çeşitlendirerek, üzerine yapışan faşist ve beyaz etiketini çıkartalım usulca, bakın tekerlekli sandalyede turlayan Barbie bile mevcut geniş kadromuzda.
Film yer yer komik, hatta bazı sahneler, direkt sırıtma nakşedebilir yüzümüze, Ryan Gosling deseniz döktürüyor, şefkatli, çekingen, eğlenceli, ağırbaşlı ve nazik yanı da var metnin. Hiciv deseniz o zaten gırla. Filmde pek aman aman bir derinlik yok ama cana yakınlık var, eğer size de uyarsa. Kurumsal bir firmanın kontrolündeki feminist şahlanış veya şirketleşmiş feminizm olayına hiç girmeden, lanet gerçeklik yerine, kadının egemenliğini, güzelce resmeden plastik ütopyaların bir an önce ete kemiğe bürünmesini dileyim ki safımız, tavrımız, tarafımız belli olsun. Sermayedarlar gücünü korudukça, kapitalizm var oldukça, kadın-erkek eşitliğini nasıl sağlayacağız mevzusuna filmin getireceği bir perspektif olmayacaktı, şüphesiz.
Oyuncaklarını unutan büyümüş çocuklara, bunca yıl Barbie gibi olma düşü kuran hayran kültüne yapılan bir filmin, sonuna doğru bocalamasına, ilk yarım saatin ivmesini pek kolay yitirmesine rağmen, geçer notum baki. Ancak yine de yetenekli Greta Gerwig, Küçük Kadınlar ve Uğur Böceği gibi filmler çeksin istiyorum. Birçok unutulmaz kadın öyküsü var dünyanın her köşesinde, her an yazılmakta olan. Yakıcı, yıkıcı, sarsıcı, akılda kalıcı. Üstelik sahici varken yapay olanın hükmü de bir yere kadar, değil mi ama?
Pazarlama bütçesinin, yapım bütçesine eş olduğu, hatta ucu ucuna geçtiği bir yapıt hakkında, bu kadar kelam çok bile. Plastik leğeni, pardon bebeği, hayır ya mücadeleyi bir kenara bırakıp sadede gelirsek, Beatles der ya; “Hiçbir şey gerçek değil! Ve etrafta tutunacak hiçbir şey yok!” Güçlü bir itiraz yükselir uğultular arasından… Barbie hariç de. Peki, öyle olsun.
Öteki Sinema için yazan: Alper Turgut