Şahsımın yıllardır cevaplayamadığı sorulardan bir tanesidir yerli korku sineması. Biz bu işte neredeyiz, nereye gidiyoruz, gelecek ne gösterecek, vesaire… Külliyatı bu kadar takip eden biri olarak varabildiğim sonuçlar öyle kısıtlı ki utanıyorum. Daha da çok vakit harcayacağa benziyorum açıkçası. Bir yandan Anadolu folklorlerinin gizemli olaylara, cinlere perilere merakını hepimiz biliyoruz, öte yandan iş bunu popüler kültüre taşımaya geldiğinde koca Yeşilçam dahil tüm yerli sinemada tek akılda kalan korku figürümüz Süt Kardeşler’in Gulyabani’si… Hakkını sonuna kadar teslim ederim, Gulyabani muhteşemdir, ama kastettiğimi anladınız sanıyorum.
Bizde bir korku sineması var olmasına, hem de sandığımızdan eski (ilk yerli korku filmi Çığlık’ın 1949 yapımı olduğu düşünülürse altmış dört yıllık bir geçmiş söz konusu). Ne var ki o sinema yaptığı işi bir şeyler anlatma derdiyle yapmıyor. Gişeden kısıtlı vizyon tarihinde kırabileceğini kırıp tarihte kaybolmayı göze alan bir sinema üretebildiğimiz. Amaç bu kadar net ve kuru olunca yeni bir şeyler üretmektense hazıra konmak en kolayı tabii. Biraz doğudan uzun saçlı kız imajı, biraz batıdan şeytan çıkarma ritüeli; kızın adını Leyla, “exorcisti” de cinci hoca yapınca Türkiye’de her şey rayına oturuyor ne yazık ki. Otantik olmaya çalışıyormuş gibi gözüküp çiğ bir oryantalizmde saplanıp kalıyor hayalgücümüz. Bu sorun hep kendini göstermese inanın yabancı filmlerden esinle yükselecek bir yerli korku sinemasına karşı değilim, sonuçta iyiyi model almakta utanılacak bir şey yok. Lakin biz model almaktan ziyade karbon kağıdına kopya yapıyor, kimse uyanmasın diye de baharat niyetine özensizce yerellik serpiyoruz. Zihnimiz tembelliğe alışmış bir kere…
Can Evrenol’un son filmi Baskın, işte tam bu noktada beni bir kez daha sorgulamaya, “bu alışkanlıktan kopabilir miyiz acaba?” demeye yöneltti. Şehrin ücra bir köşesindeki karanlık bir ayine yapılan polis baskınını anlatan Baskın, alışılageldik korku öğeleri ile Türkiye’yi harmanlamayı ustaca kotarmış ilginç bir yapım. (Bakın “harman” diyorum, aradığımız bu, “kopya” değil) Film kendince bir formül deniyor ve büyük ölçüde başarılı oluyor diyebilirim.
Can Evrenol’u Öteki Sinema’daki yazılarından tanıyorsunuz. Ancak sinema eleştirmenliğinin yanında 2010 yılında çektiği To My Mother and Father kısa filmi ile korku külliyatımıza ihtiyaç duyulan kıvamlı kanı da sunmuş bir isim kendisi, bunu da zihinde tutmakta fayda var. O zamanlar Can’ı (haydi biraz ilk isim hitap edelim) şahsen tanımayan biri olarak bu on dakikalık kısa filmden çok etkilenmiştim. Aradan geçen zamanda kendisinin zevklerini ve çalışma ritmini gözlemleme fırsatı buldum ve To My Mother and Father’ın bir acemi şansı olmadığına net kanaat getirdim. 2012’de çektiği Pencil isimli bir diğer filmi de bu kanaatimi fazlasıyla destekliyordu. “Gore” ve B-sinemasından anlayan ve bu tarz filmleri birilerini etkilemek için değil, sevdiği için yapan biri Can. Zaten bu sevgisi yapılan işin kıvamının tutmasını sağlıyor.
Neyse, şahsa yönelik güzellemeler kafi sanırım. Baskın’a geçelim. Neden önemli ve seyredilesi Baskın? Film çok zor bir şeyi deneyerek Amerikan popüler kültürünün demirtaşlarından Cthulhu Mitosu’nu isim vermeden Türkiye sokaklarına taşıyor. İlk deneme değil tabii bu, benzer çabaya giren sayısız kısa film seyretmiş, çizgiroman okumuşumdur, lakin bana Baskın’daki inandırıcılığı yaşatan daha önce hiçbir eser olmadı diyebilirim (Çok iddialı konuşuyorsun diyen varsa lütfen çıksın bir adet örnek versin yeter, susarım). Film kısıtlı zamanındaki her öğeyi ölçülü kullanmayı biliyor. Polislerin arabadaki konuşmaları ne çok uzun ne çok kısa, baskın anından işlerin ters gitmeye başlama süreci kararında yayılıyor, atmosferin memleket toprağından Lovecraft-Silent Hill konseptine geçişi keskin değil, bilakis seyirciyi kısıt ateşte pişiren bir şeffaflıkta.
Can’ın Baskın’ı yaratırken sırf retro korku filmlerinden değil, video oyunlardan da esin aldığını söyleyebiliriz. İnkar edilemez Silent Hill hissiyatına ek olarak filmin geneli bana 2006 yılının FPS oyunu Call of Cthulhu: Dark Corners of the Earth’un girişini şiddetle anımsattı (Fırsat bulursanız oynayın, güzel oyundur).
Filmin içine gizlenmiş hoş eleştirileri de keşfetmek benim için ayrı bir zevk oldu. Baskın polis protagonistlerini bir anda savunmasız kurbanlara dönüştürerek doğası gereği aykırı bir yapım halini alıyor (Polisleri beyazperdede bu kadar çaresiz hale sokmak tabii ki korku sineması için yeni bir şey değil ama Türkiye için kırılması zor tabulardan biri). Polis aracına sıçrayan kan gibi sembolik hamleler de pek ekranda alışık olmadığımız öğelerden. Beni en şaşırtan şey ise filmin başlarında ekip olay mahaline giderken fonda filmin dokusundan hiç beklemeyeceğimiz şekilde Selda Bağcan’dan Yaz Gazeteci Yaz’ın çalması oldu. Özellikle anaakım basına güvenin neredeyse hiç kalmadığı şu günlerde filmin bu müzikle yola çıkmasının elbet bir sebebi var. Baskın bu tip analizleri yüzünüze vuran bir film değil ama korku filmlerinde subliminal mesaj aramayı seviyor iseniz, bu tip hoş oyunlar filmde mevcut.
Tabii şunu da söylemeden olmaz ki Baskın, hikayesi açısından To My Mother and Father gibi çarpıcı ve kafa karıştırıcı bir film değil. Net ve yabancı dizi/filmlerden aşina olduğumuz, bilindik bir yolu var hikayenin. Evrensel korku seyircisi To My Mother and Father’dan, Baskın’dan aldığından çok daha fazla zevk alacaktır. Nitekim yerli sinemamız açısından baktığımızda Baskın’ın daha önemli bir film olduğu görülebilir. Görülmelidir de çünkü film, tür sineması/sanatı yapamamamızın arkasındaki en önemli engeli aşabilmiş. Yerel, yurdum polisi ile Anglosakson korku şahı Lovecraft’ın aynı on dakikayı paylaşabileceğini göstermek asla basit bir iş olamaz. Baskın sayesinde batı korku sinemasının ucuz kopyası olmayan, ondan esinlenip aynı zamanda kendi kimliğini de koruyabilen bir korku filmi çekebileceğimizi anladım ve filmi bu önemiyle değerlendirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Zira elimizde gelecekteki benzer çalışmalara ciddi ölçüde örnek olabilecek nitelikte bir ürün var . Okuduğum bazı eleştiriler hikayenin ya da kurgunun aksaklıklarından şikayet ederken bence bu noktalara takılmak çok da gerekli değil. Baskın’daki hikaye ve kurgu gerekirse düzeltilebilecek bir şey; müziğinden oyuncularına, mekanından makyajına atmosfer ise gerçekten yapılabilir olduğunu birinin göstermesine muhtaç olduğumuz bir şeydi. Ben bu kısa filmi kendi adıma Can’ın kapsamlı bir uzun metrajının tadımlık sinyali olarak kabul etmeye karar verdim, eksiklik sayılabilecek noktalara bu yüzden çok takılmıyorum. Bir düşünelim, bu dokuyu tutturmuş bir yönetmen bir başka Lovecraft hikayesini, mesela Innsmouth Üzerindeki Gölge’yi alıp bir Anadolu kasabasına uyarlasa? Şüphesiz çok zor bir proje olur bu, ama layıkıyla yapılabildiğinde de altmış beş senenin ardından gerçekten iyi bir korku filmine sahip olabiliriz. Her şey mümkün bu dünyada.
İlk fırsatta seyretmeniz dileğiyle. Kim bilir belki Baskın sayesinde cesaretiniz artar, yapılamaz sandığınız bir korku filmi projesine siz girişirsiniz, kim bilir?
Öteki Sinema için yazan: Yigilante Kocagöz
Eline sağlık Yiğit çok güzel bir değerlendirme olmuş.