Bir tenis maçını merkezine alana ancak deyim yerindeyse kadın ile erkeğin savaşını izleyenlerine aktaran Battle of the Sexes, merak uyandırıcı başlangıcıyla kapılarını açan, akabinde irtifa kaybeden, buna rağmen finale doğru düştüğü yerden kalkmayı başaran eğlenceli ve bir o kadar da anlamlı bir film. Little Miss Sunshine ve Ruby Sparks gibi Amerikan Bağımsız Sineması’nın iki önemli örneğinin altına imza atan Jonathan Dayton ve Valerie Faris’in yönetmen koltuğunda oturduğu filmin başrollerini ise güzeller güzeli Emma Stone ve son yıllarda yeteneği ile çokça adından söz ettiren Steve Carell paylaşıyor.
Filmin konusuna değinecek olursak; dönemin kadınlar tenisinin bir numarası Billie Jean King hem özel hayatında hem de kariyerinde oldukça çalkantılı bir döneme girer. Aşkı yeniden keşfeden, aynı zamanda cinsiyetçiliğe karşı verdiği savaşta bir aktivist konumuna yerleşen ünlü tenisçi, kadın sporcuların da erkeklerle aynı haklara sahip olması gerektiğini savunur. Bu süre zarfı içerisinde ise seksist söylemlerini iyiden iyiye arttıran eski şampiyonlardan Bobby Riggs’in tahriklerine daha fazla karşı koyamaz ve onunla korta çıkmaya karar verir. Artık Billie Jean tarihin en sıra dışı maçı ile karşı karşıyadır.
Battle of the Sexes, konusu itibariyle geçtiğimiz yılın en merak uyandıran filmlerden biri. Tabii, La La Land sonrası nasıl bir geri dönüş yapacağı merak konusu olan Emma Stone’un varlığı da filme dair olan beklentiyi maksimum seviyeye çıkaran detaylardan. En son söyleneceği, en başta söyleyeyim. Yarattığı etkiye bakarsak, Battle of the Sexes pek de beklentiyi karşılayabilen bir film değil. Ancak bu demek değil ki, kalabalık kitlelerin övgüsüne mazhar olamadı diye filmi yerden yere vuracağım. Aksine, gerek kadın-erkek eşitliğine getirdiği cesur bakış açısı, gerekse son yarım saatte adrenalin seviyesini doruğa çıkaran yapısı, filme dair birçok övgü sıralanmasının da önünü açıyor.
Filmi doğru irdeleyebilmek adına ilk dakikalara gitmekte yarar var. Billie Jean’in şampiyonluk görüntüleri ile kapılarını açan ve akabinde, bir şampiyonun, sırf kadın olduğu için erkeklerden daha az para ödülüne layık görüldüğünü izleyicisine aktaran film, böylelikle Billie Jean’ın haksızlığa göğüs gerişini ve ne denli ayakları yere sağlam basan bir karaktere sahip olduğunu temellendirir. Tabii hikâye bununla da yetinmez ve onun, kuaförü Marilyn ile olan naif aşkına parantez açar. Esasen tüm sorunun burada filizlendiğini söylemek de yanlış olmaz. Nitekim bu dakikadan itibaren neye odaklanacağını şaşıran ve Billie Jean’i aktivist bir tenisçi mi yoksa aşık bir kadın olarak mı konumlandıracağını kestiremeyen hikaye, tam anlamıyla bir odak problemi yaşar. Keza bu da filmin beklentiyi karşılayamamasının ya da bir başka deyişle, gelişme bölümünün ağır aksak ilerlemesinin en büyük sebebi olarak öne çıkar.
Kabul etmek gerekir ki, Battle of the Sexes dört dörtlük bir film değil. Ancak öyle alaşağı edilecek ve yüzüne bakılmayacak türden bir yapım da değil. Her ne kadar film, büyük bir çoğunluğunda sağa sola savrulup dursa da, asıl anlatmak istediği hikâyeye son bölümde karar veriyor ve modu düşen izleyiciyi bir anda bu “Ezeli Rekabet”e ortak etmeyi başarıyor. Finalde vuku bulan ve ekran başına geçenin adrenalin seviyesini adeta doruğa taşıyan dinamik maç sekansları, tam anlamıyla filmin en güçlü yanı. Bobby Riggs’in her şeyi tiye alan yapısının bir anda ciddiye dönüştüğü, Billie Jean’in nasıl bir konsantrasyon ile o anı yaşadığını anbean izleyicisine aktaran ve yalnızca dinamizmi ile değil aynı zamanda duygu aktarımıyla da harikulade bir işi başaran film, belki de tüm hikaye boyunca savruk duran yapısını, finaldeki güçlü duruşuyla telafi etmeyi başarıyor ve izleyicisinin hafızasında hoş bir tat bırakmayı ihmal etmiyor.
Tabii Battle of the Sexes’ın tek dikkate değer tarafı, finaldeki müsabaka değil. Aksine izleyicisini o bölüme götüren ve o bölümün ilgi çekici olmasına olanak sağlayan altyapıdaki hikâye. Kadın haklarının önemine değinen ve herhangi bir cinsin, bir diğerinden üstün olmasının mümkün olmadığını eğlenceli ve bir o kadar naif bir üslupla izleyicisine aktaran film, her bir dakikasında ekran başına geçenlere tebessüm armağan etmeyi ihmal etmiyor. Özellikle finale doğru artan tempo ve Bobby ile Billie Jane arasındaki mücadelenin iyiden iyiye yükselişe geçmesi, filmin komedi dozajının da yukarı seviyelere çıkmasına olanak sağlıyor. Böylelikle karşımızdaki film, tüm negatif yönlerine rağmen güçlü bir söylemi, mizahi dille aktarmayı başarıyor ve izleyicisiyle sıkı bir bağ oluşturuyor.
Tam bu noktada parantez açılması gereken iki isim ise, filmin yönetmen koltuğunda oturan Jonathan Dayton ve Valerie Faris. Aslına bakılırsa, ikilinin daha önceki referanslarına göz attığımızda, Battle Of The Sexes’ın ne denli samimi bir film olabileceğini öngörmek mümkün. Kaldı ki, Dayton ve Faris kendilerine yaraşır bir şekilde, bir kez daha sıcak ve oldukça içten bir filmin altına imza atmayı başarıyor. Hele hele son yarım saatte yakaladıkları tempo ve izleyenin pür dikkat kesilmesine olanak sağlamaları teknik anlamda ne denli ileri seviyeye çıktıklarının göstergesi. Ancak onlara methiyeleri düzerken, eksilerini göz ardı etmek de pek mümkün değil. Battle Of The Sexes’ın özelinde fazlasıyla dağınık bir görüntü çizen ikili, özellikle Billie Jane’in hayatına mı yoksa onun Bobby Riggs ile yapacağı mücadeleye mi odaklanılması gerektiğinin kararsızlığını fazlasıyla yaşıyor. Bu da anlatının bütünlüğü parçalayan ve heyecanı minimize eden en önemli faktör olarak öne çıkıyor.
Filmin diline, tebessümü beraberinde getiren yapısına ve erkek egemen söylemleri tek çırpıda yok edişine birçok övgüyü sıraladıktan sonra, bayrağı taşıyan ve anlatının cazibesini doruk noktasına çıkaran ana detaylara geçelim. Birçok komedi filminde, yüzümüzü güldüren adam olarak karşımıza çıkan ve oyunculuğundan ziyade mizahi gücünü ön plana taşıyan Steve Carell, yeteneğiyle de ne denli büyük bir aktör olduğunu Battle of the Sexes’da adeta dosta düşmana kanıtlıyor. Özellikle Foxcatcher’daki performansıyla parmak ısırtan ve Battle of the Sexes’da da üzerine koyarak devam eden Carell, açık ara filmin en büyük artısı. İrrite olunması pekâlâ mümkün bir karaktere sempati katan ve fazlasıyla seksist söylemlerine rağmen, ekranda göründüğü her an güldürmeyi başaran Bobby Riggs’e tüm yeteneğiyle hayat veren Carell, aynı zamanda finaldeki duygu değişimini realist bir biçimde aktarması ve izleyiciyi buna inandırmasıyla da fazlasıyla takdiri hak ediyor. Ne var ki onun için sıralanan övgülerin, her daim hayran gözlerle izlediğim Emma Stone için dile getirilmesinin pek mümkün olmadığı da söylemek gerekir. Filmin en başından itibaren fazlasıyla donuk ve role girememiş izlenimi uyandıran Stone, La La Land’den sonra oldukça aşağılarda seyreden bir performansla filmin negatif yönlerinden biri olarak beliriyor.
Türkçe’ye “Ezeli Rekabet” olarak çevrilen, ancak zaman zaman merkezine aldığı rekabeti unutan, buna rağmen barındırdığı güçlü söylem ve kadın-erkek eşitliğine getirdiği doğru bakış açısıyla dikkat çeken Battle of the Sexes, eksilerine rağmen eğlenceli ve bir o kadar samimi bir film olarak öne çıkıyor. Kadın tenisinin önemli figürlerinden biri olan Billie Jane King’in biyografisi olarak da nitelendirebilecek film, özellikle Steve Carell’ın başarılı performansı ve final bölümündeki müthiş maç sekansları ile izlenmeyi ziyadesiyle hak eden anlamlı bir seyirlik olarak fark yaratıyor.