Batuhan Kurt ile festivallerde başlayan tanışıklığımız, sohbetlerimiz ve filmlerinin tadı bu röportajın ortaya çıkmasına vesile oldu. Kurbağa Avcıları bu yılın ivme yakalayan belgesellerinden oldu. Kurbağa Avcıları ve diğer filmlerinden yola çıkarak kısa filmci olmayı, olaylara bakış açısını ve festivallerin herkese yansıyan etkilerini konuştuk…
Öteki Sinema için söyleşen: Banu Bozdemir
Kurbağa Avcıları ile neredeyse en iyi belgesel ödülünü kimselere kaptırmadın diyebiliriz. Kurbağa Avcıları’nın öyküsü nasıl ortaya çıktı?
2009 yılında Hıdrellez şenliklerini ve roman kızlarının evlilik üzerine düşüncelerini konu edinen bir belgesel çekiyordum. Belgesel Edirne’de “Kemikçiler” ismiyle anılan bir roman mahallesinde geçiyordu. Ana karakter olarak ele aldığımız Bahar isimli genç kızın aile bireylerinden bazılarının kurbağa avcılığı yaptığını öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Kurbağacılık birçoğumuzun pek aşina olmadığı ilginç bir meslek. Ancak bu işi yapan insanlar için adeta bir yaşam biçimine dönüşmüş durumda. O an çekeceğimiz belgesel için önemli bir konu değildi ancak benim uzun yıllar hafızamda yer edecek oldukça önemli bir detaydı. Geçen yılın yaz aylarında bu konuyu belgesel olarak ele almaya karar verdim ve araştırma sürecine başladım. Edirne’de Kurbağa ve Salyangoz Toplayıcıları Derneği olduğunu öğrendikten sonra hemen iletişime geçtim. Derneğin başkanı Şafak Demircan belgesel fikrini samimiyetle karşıladı ve beni diğer kurbağacılarla tanıştırdı. Mesleğin ayrıntılarını, zorlu yaşamlarını, emeklerini sömüren fabrikalarla ve kurbağa popülasyonunu büyük oranda azaltan tarım ilaçlarıyla mücadelelerini, Roman mahallesine has şiveleriyle uzun uzun anlattılar. Böylece hikâyenin temelini oluşturdum ve fazla müdahil olmayacağım belirli bir çerçeveye oturttum. Ancak yaptığım belgeselin didaktik olmasını ve klasik bir meslek hikâyesine dönüşmesini istemiyordum. Özgün bir anlatı diline ihtiyacım vardı. Dernek başkanı Şafak Demircan’la bir kez daha görüştüm. Bu kez hem özel yaşamlarını dinlemek, hem de avlandıkları çeltik arazileri ve bataklıkları görmek niyetindeydim. Şafak bizi ailesiyle tanıştırdı ve hikâyesini anlattı. 12 yaşındaki oğlu Tuğrul Demircan’ın okulu bırakmasından yakınıyordu. Eğitim hayatına kendi isteğiyle ve çevresel etkenlerle son veren oğlunun geleceğini garanti altına almak için avcılık mesleğini öğretmek istiyordu. Ancak Tuğrul daha önce hiç avlanmaya çıkmamıştı ve bu konuda pek istekli değildi. İşte o anda hikâyemizi özgün hale getirecek şablonun tüm detayları aklımda bir bir oluşmaya başladı. Şafak ve oğlunun avcılık serüveni filmin akışını sağlayacak ana çizgimiz olacak, arka planda mesleğin tüm detayları dolaylı olarak seyirciye aktarılacaktı. Hikâyemizin taslak metnini yazdıktan sonra av mekânlarını görmeleri için ekibimin bir kısmını Edirne’ye davet ettim. Birlikte keşif gezisi gerçekleştirdik. Teknik yaklaşımımıza dair detayları paylaştım. Ekim ayında başlayan çekimler aralıklı olarak devam ederek Ocak ayında son buldu.
Belgesel çekerken nasıl bir hazırlık sürecinden geçiyorsun, sonunda kurgudan uzak, gerçek ve her şeye açık bir yapıda filmin yapısını kuruyorsunuz? Sen nasıl başlıyorsun çalışmaya?
Belgesel ciddi bir hazırlık süreci gerektiriyor. Diğer türlerde olduğu gibi masa başında işi bitiremiyorsunuz. Çok fazla değişken var ve bu sizi çok zorluyor. Sonuçta bir film yapıyoruz ve seyirciyi filme bağlayacak doneleri de kullanarak bir anlatı oluşturmak gerekiyor. Ancak çalıştığımız insanlar oyuncu değil ve onların gerçekliğine sadık olmak büyük önem taşıyor. Burada etik meseleler de devreye giriyor. Büyük bir sorumluluk taşıyoruz. Çünkü tarihe bir belge bırakıyoruz. Şeffaf ve objektif olmak ayrıca gerçeklik bütünlüğünü korumak özen istiyor. Olanı olduğu gibi anlatmak gerekiyor. Ben çalışmalarımı yürütürken ele aldığım konuyu farklı kaynaklardan ve farklı insanlardan öğrenmeye çalışıyorum. Ardından bunları harmanlayarak senaryo ya da bir akış metni oluşturuyorum. Ancak bazen buna bağlı kalmak oldukça zor oluyor. Konuyu nereye çekerlerse oraya da gidebilir. Hatta çekerken yeni bir şey keşfedip hikâyeyi oraya taşıdığım da oluyor. Gerçekte var olan bir merak öğesini ön plana çıkarmak benim için büyük önem taşıyor. Bu filmin dinamiğini oluşturuyor ve seyirciyi filme bağlıyor. Sonuç olarak belgesel genelde kurguda “ben buyum” diyor. Bazen hayal ettiğiniz gibi, bazen de bambaşka bir şey çıkıyor ortaya!
Kurbağa Avcıları özellikle bir aile geleneğini anlatıyor diyebiliriz ve kameran yine Trakya’da… Bahar, Hudut… Doğduğun toprakların izini süren bir belgeselci diyebilir miyiz sana?
Doğduğu toprakların izini süren belgeselci bence oldukça hoş bir tabir. Doğup büyüdüğüm coğrafyaya ve insanlarına büyük hayranlık duyuyorum. Hafızamda yer edinen ve anlatılmayı bekleyen bu topraklara ait birçok hikâye var. Buranın her yerini çok iyi biliyorum. Hem içeriden hem de dışarıdan bir gözle bakmayı başarabildiğimi düşünüyorum. Burada filmler çekmeye devam edeceğim. Ancak başka yerlerde çekmeyi düşündüğüm filmler de var. Hayat ne gösterir bilemiyorum.
Bir yandan da Bahar belgeselinde geleneklere karşı çıkan bir kız çocuğu resmederken, Kurbağa Avcıları’nda baba ve dedeleriyle aynı kaderi paylaşmaya hazır erkek çocukları var. Buradaki çelişki her an, sürekli olan, yansıyan bir şey mi toplumsal olarak ne dersin?
Bu tip çelişkiler onların hayatlarında her zaman var. Bir yandan içinde yaşadıkları ortamın eksiklerini fark ediyorlar. Fakat diğer yandan burada kendilerini huzurlu ve güvende hissediyorlar. Kurbağa Avcıları belgeselinde baba ve dedelerin çocuklara okulu bırakmamaları gerektiği konusunda verdiği öğütlere tanık oluyoruz. Ama geçmişlerine baktığımızda onların da çocuk yaşlarda okulu bıraktığını görüyoruz. Çocuklar, içinde yaşadığı toplumda ve büyüklerinin gözünde erkek olarak kabul görmek için kurbağacılık yapmaları gerektiğini biliyorlar. Aksi takdirde okula gitmeleri gerekecek. Bu kadere razı gelmek istemiyorlar ama mecburlar. Bahar’da yaşadığı hayata karşı ne kadar sitem etse de bir kabulleniş söz konusu. Evlendikten sonra sigortasız bir hayat, dayak, eziyet, parasızlık ve kötü yaşam koşulları istemiyor. Fakat içten içe gelinlik hayali ve mahallesinde yaşayacağı gelecek için büyük bir istek duyuyor. Aslında bulundukları toplumu reddettiklerinde değil kabullendiklerinde daha özgür ve mutlu bir hayat sürüyorlar. Yine de bu çelişkiler ağı topluma sürekli olarak yansımaya devam ediyor. Çünkü alternatif bir yaşamın söz konusu olduğunu düşünmüyorlar.
Ve gençlerde yaşadıkları topluma, mahalleye ve gördükleri muameleye karşı sürekli bir isyan var, ama bir yandan keyif akıp gidiyor yanlarından. Sen çekim yaparken bu özellikler seni etkiliyor mu? Nasıl?
Edirne romanlarının bu özelliklerine bayılıyorum. Bu durum beni roman filmlerinin unutulmaz yönetmeni haline getirmez umarım. Çünkü bu çelişkilerden onlarca hikâye çıkarılabilir ve ben bunları düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum. Gençler bu mahallede yetişmekten mutlu değiller. Çünkü çocuk kalmak ve büyümek arasındaki ince çizgide oradan oraya savruluyorlar. Hayatın en tatsız yanlarıyla çocuk yaşlarda yüzleşmek zorunda kalıyorlar. Sitem ediyorlar, kızıyorlar, kavga ediyorlar. Tabi bunlar işin görünmeyen tarafı. Ancak kültürlerini ve mahallelerini sahiplenmeyi asla bırakmıyorlar. Bol bol gülüyorlar. Çevrelerinde olup biten tüm olumsuzluklara karşı kayıtsız kalmayı tercih ediyorlar. Biz çekim yaparken kavgalara da, kötü olaylara da tanık olduk. Yarım saat sonra hayatın hiçbir şey olmamış gibi devam ettiğini fark edince epey şaşırıyor, gülüyorduk. Olaylar çok hızlı kızışıyor ve bir anda sona eriyor. Ne olup bittiğini anlayamıyorsunuz. Beni içine çeken de bu kabulleniş ve her şeye rağmen normalleşmiş yaşamlar sanırım. Kamerayı döndürdüğümüz herkes en güzel maharetlerini sergilemeye başlıyor. Bir anda her şey şova dönüşüyor. Kimi dans ediyor, kimi şarkılar söylüyor, kimi de en güzel kıyafetlerini giyip kameraya kendini gösteriyor. Kamerayı kapattığımızda çaylar, kahveler, ikramlar ardı ardına geliyor. Gel de burada film çekme! Tabi ben Edirneli olmanın faydalarından yararlanıyorum. Dışarıdan gelenlere kapılar bu kadar açılmaz. Sabah erken kalktığı için yorgun olan ekibin enerjisi burada bir anda tavan yapıyor. Mahalleden ayrılmak istemiyorlar. Kurbağa Avcıları belgeselinin yüksek enerjisi de burada yaşayan insanların pozitif ruh halinden kaynaklanıyor.
Hudut’ta tam bir haber belgeselcisi gibi çalışmışsın, yoldan aktardıkların bir bütüne güzel bir biçimde dağılıyor. Belgeselin seni cezbeden tarafı tam olarak ne?
Belgesel filmler genelde kendi hikâyelerini doğuruyor. Belgesel film çekmenin en ilgi çekici yanının bu olduğunu düşünüyorum. Ne kadar hazırlık yaparsanız yapın çekerken keşfediyorsunuz. Dolayısıyla heyecanınızı hiç yitirmiyorsunuz. Kurmaca formuna yaklaşan belgesel filmlerden pek hoşlanmıyorum. Bazen küçük dokunuşlar gerekiyor ama bunu aşırıya kaçıranlar var. Böyle olunca hakikati yitirdiğini ve gerçeklikten uzaklaştığını düşünüyorum. Hudut bence son derece gerçekçi bir belgesel! Yüzlerce Suriyeli mültecinin Avrupa’nın kapılarını açacağına dair inançla sosyal medya üzerinden örgütlenip Edirne sınırına yürüyüşlerini ve günler süren gergin bekleyişlerini anlatıyor. Hiçbir müdahale yok, gerçeklikle oynama, yönlendirme yok! Topluluğun hikâyesini anlatıyoruz. Her an bir şey oluyor. Her konuştuğumuz insan bize göç ve göçmenlik hakkında farklı perspektifler sunuyor. O özel anı tarihe bir not düşmek için belgelerken insan haklarına değer verdiğini söyleyip aslında tam tersini yapan ikiyüzlü devletleri-yöneticileri eleştiriyoruz. Türkiye bu konuda çok olumlu bir tavır sergiliyor. Belgesel gerçekleri seyirciye aktarmak için en iyi anlatım aracı olabilir!
Kurmaca denemelerin de oldu ama son yıllarda tarzın belgesel sanırım. Bu değişimin bir sebebi var mı?
Kendimi belgeselci ya da kurmaca film yönetmeni olarak tanımlamıyorum. Derdimi, hayalimi, hikâyemi en iyi nasıl anlatabileceğimi düşünüyorsam o türde filmler üretiyorum. İki türde de filmler üretmekten büyük keyif alıyorum. Her kurmaca film yönetmeninin belgeseli deneyimlemesi gerektiğine inanıyorum. İnsanlarla yakın temas halinde olmak, diyalog kurmak, dinlemek, paylaşmak içinde yaşadığımız toplumu daha iyi anlamayı ve toplum dinamiklerini analiz etmeyi sağlıyor. Sonuçta insanı anlatıyoruz. Belgesel iyi huylu bir virüs gibi, bünyenize girdiğinde kolay kolay sizi bırakmaz. Siz de onu bırakmak istemezsiniz. Bu çok ilginç bir bağ. En azından ben de durum böyle!
Kısa film festivallerinin senin, sizlerin için önemi nedir, sizin festivalleri yorumlayışınız nasıl? Her festivalin değeri aynı değildir diye düşünüyorum.
Türkiye’de festivaller dışında yaptığımız çalışmaları izleyiciyle buluşturabileceğimiz pek platform yok ne yazık ki! Bu nedenle festivaller bizler için büyük önem taşıyor. Kısa filme değer veren izleyici kitlesiyle buluşma ve tepkilerini bizzat ölçme fırsatı buluyoruz. Ancak birçok festival filmlerle var olduğunu unutuyor. Politikacıların buluşma ve birbirlerini pohpohlama yerine dönüşüyor. Bazıları kendilerini bu duruma öyle kaptırıyorlar ki ödül törenine ödül alan yönetmeni davet etmeyi unutuyorlar. Ama birbirlerine plaketlerini takdim etmeyi unutmuyorlar. Tabi ki her festival böyle değil. Yaptığımız filmlere, yönetmenlere ve izleyicisine büyük önem veren ve saygı duyan festivaller de var. Filmlerimizi izleyicisiyle buluşturmak için büyük çabalar gösteren festivalleri seviyorum. Sonuçta festivaller bu etkileşim için yapılıyor.
Kısa filmin popülerleşmesiyle ilgili düşüncelerin nelerdir?
Teknolojik olanakların ilerlemesi ve maliyetlerin eskiye kıyasla daha uygun hale gelmesi hayali sinema olan birçok kişiyi kısa film yapmak konusunda yüreklendirdi. Kısa film deneme-yanılma-öğrenme alanı… Hiç kimse kamerayı ilk kez eline alıp harikalar yaratmamıştır. Çektikçe hatanızı, eksiğinizi, iyi olduğunuz yanları öğreniyorsunuz. Kesinlikle sayısal olarak ciddi bir artış var. Nitelik bakımından hala kat edilmesi gereken yollar olduğunu düşünüyorum. Ancak kaliteli işlerin sayısı da gün geçtikçe artıyor. Biçimsel olarak uzun metraj filmlerle yarışacak kısa filmler üretiliyor. Sanırım en büyük eksiğimiz özgün ve güçlü senaryolar. O da zamanla olacak. Sinemanın ne olduğunu bilen iyi bir kuşak yetişiyor.
Her şeye rağmen film çekme duygusu yaşıyor musun? Mesela istediğin koşulları yaratamadın, toplumsal ve kişisel olarak istediğin koşullar yok diyelim. Beş yıl film çekmeden durabilir misin, nedir film çekme süreleri…
Sanırım beş yıl film çekmeden duramam. Söyleyecek bir sözüm, anlatacak bir hikâyem varsa ne yapıp eder istediğim koşulları yaratır, bir film çekerim. Bu hep böyle oldu. Hayat çok kısa ve benim çok hikâyem var. Ancak henüz olgunlaşmamış bir proje için de erken hareket etmem.
Film çekmek için maddi koşulları nasıl yaratıyorsun?
Genellikle filmlerimin bütçesini kendim karşılıyorum. Ailemden ve arkadaşlarımdan büyük destek görüyorum. Maddi ve manevi olarak her konuda benim yanımda duruyorlar. Kültür ve Turizm Bakanlığı desteklerinden yararlandığım da oldu. Bazen festivallerden gelen maddi ödülleri kaynak olarak kullanıyorum. Genellikle zorlu ikna süreçleri yaşasam da Edirne Belediyesi ve yerel işletmeciler lojistik konularda önemli katkılar sağlıyor.
Kısa filmciler olarak etkileşim, dayanışma, birlik içinde misiniz?
Kısa Film Yönetmenleri Derneği bu konuda imdadımıza yetişti diyebilirim. 2016 yılında WhatsApp’ta dayanışma ve birlik içinde olmaya çalışan yaklaşık 20 kişilik bir yönetmen grubuyken bugün Sidar Serdar Karakaş’ın çabalarıyla 200 üyesi olan bir dernek haline geldik. Henüz olgunlaşma aşamasında ve gelecekte kısa filmcilere büyük katkıları olacağına inanıyorum. Ayrıca yeni oluşumlar da dikkatimi çekiyor ve bu beni çok sevindiriyor. Şahsi olarak da kısa film üreten arkadaşlarımla sürekli etkileşim ve diyalog halinde olmaya çalışıyorum.
Bundan sonra yapmak istediklerin hakkında bilgilendirir misin bizleri?
Son yıllarda belgesel çalışmalarına ağırlık verdiğimi söyleyebilirim. Yeni bir belgesel projem var. Yakın zamanda çekimlerini tamamladım. 2019 yılında izleyiciyle buluşturmayı planlıyorum. Kurmaca bir kısa film çalışmam var. İleriki süreçte bu proje için çalışmaya başlayacağım. Ardından uzun zamandır üzerinde çalıştığım ilk uzun metrajlı filmimi gerçekleştirmeyi planlıyorum.
Son olarak neler söylersin?
Röportaj için çok teşekkür ederim. İyi çalışmalar dilerim.