Baturay Tunçat bir hayli genç bir yönetmen. Kısa filmle kurduğu güzel ilişki filmlerinden de yansıyor. Gün Işığı filmini hatırlıyorum, Rüyada Olduğunu Fark Ediyor İnsan’da da kısa film alanında işlenmemiş bir konuya değişik bir açıdan bakmayı tercih etmiş. Sorularımı kendisine yönelttim ve ne istediğini bilen, ileriye dair planlarında netlik içeren cevaplar aldım. Yolu açık olsun o halde!
Öteki Sinema için söyleşen: Banu Bozdemir
Merhaba Baturay seni tanıyalım mı?
Galatasaray Üniversitesi İletişim Bölümü’nde lisans eğitimimin son yılındayım. Lise yıllarımdan itibaren kısa filmler yaparak sinemaya ilgi duymaya başladım. Zamanla bu ilgi, yalnızca sinema değil, anlatı ve anlatı biçimleri üzerine de yoğunlaşmamı sağladı. Şu an sadece kurgusal hikâyeler değil, aynı zamanda Deneme Film olarak adlandırdığımız tür, belgeseller ve yapay zekâ ile üretilen görseller üzerine de çalışıyorum. Önümüzdeki yıl yurt dışında bir yüksek lisans programına katılmayı planlıyorum. Şu an ise geçimimi sosyal medya içerikleri üreterek sağlıyorum.
Kısa filmle olan ilişkini nasıl tanımlarsın? Bir önceki filmin animasyondu, türler arasında deneme yapmayı seviyor musun?
Şu an kısa metraj filmler yapıyor olmamız elbette bir zorunluluğun sonucu, bunu yadsımıyorum. Ancak birçok meslektaşımın aksine, kısa filmi uzun metraja giden bir basamak olarak görmüyorum. Kısa metraj, kendi yöntemi ve dili olan, başlı başına bir ifade biçimi. Hatta çoğu zaman izleyici kitlesi de farklı. Bu yüzden en büyük dileklerimden biri, günün birinde uzun metraj film çekmeye başladığımda da kısa metrajla olan bağımı sürdürmek.
Filmlerimi oluşturmaya başlamadan önce kendime sorduğum ilk sorulardan biri, “Ben ne izlemek isterdim?” oluyor. Bu bakış açısıyla hareket ettiğimde, animasyon türüne özel bir ilgim olduğunu söyleyebilirim. Özellikle somut kuklalarla canlandırılan Stop Motion tekniği beni her zaman cezbetmiştir. Benim için her tür, yeni bir şeyler deneme fırsatı sunuyor. Bu yüzden ilk animasyon deneyimimden oldukça memnun kaldım ve ileride bir uzun metraj animasyon filmi yapma niyetim var.
Gün Işığı filminde ne anlattın ve canlandırma deneyimi nasıldı?
Gün Işığı, asıl tema olarak “özgürlük”ü ele aldığımız bir film. Bir kişinin toplumun beklentilerinin dışına çıkması ve toplum tarafından dışlanmasını bir kibrit kutusuna taşıdığımız bir film. Filmde, özgür kalmak uğruna farklı davranan, bunun için de bazı fedakarlıklarda bulunan kibritimiz diğerleri tarafından hoş görülmez ve dışlanır. Ancak kibrit olarak işlevi yanmaktır. Fakat kutu açılır, bir el onu alır. Ancak başındaki baruttan kurtulup özgürleştiği için o yanmayacak; diğerleriyse yanacaktır. Artık özgürdür ancak bir kibrit değildir. Sadece bir odun parçasıdır.
Bu filmi animasyon olarak çekmekse hem pandemi koşullarıyla baş etmek için hem de sembolik anlatımla kibrit kutusu/dünyamız, kibritler/toplum benzeşmesini kurmak için tercih ettiğimiz bir yöntem oldu.
Bunun için 3 animatör dönüşümlü olarak metal iskelet+ahşap gövdeden oluşan kukla modellerimizi oynattık. 1 saniye için 20 kare fotoğraf çektik. Sonunda bu filme ulaştık.
Son filmin Rüyada Olduğunu fark Ediyor İnsan’ın hikayesi nasıl ortaya çıktı? Neden bu konu?
Senaryosunu kaleme aldığım dönemde, günlük hayatımdan tam verim alamadığıma dair kendime sık sık yakınıyordum. Bu huyum hala devam etse de o zamanlar bunu çok daha yoğun hissediyordum. İçimde sürekli bir huzursuzluk ve acelecilik vardı, bu da genel bir memnuniyetsizlik hâline dönüşüyordu. “Keşke…” dediğim bir dönemdi kısaca.
Yine böyle bir gece yarısı, uyumak zorunda olmasam kendime yetebileceğimi düşündüm. Sanki o 6-8 saatlik uyku süreci, tüm keşkelerime çözüm olacaktı. Derken, hiç uyumaya ihtiyacı olmayan bir karakter yarattım. Onunla konuşmaya başladım. O kendisinden bahsetti, ben de filmimdeki diğer karakter olan Hülya gibi aklımdakileri sordum. Ve sonunda beni ikna etti: Keşkeler, şartlardan çok insanın kendi iç dünyasıyla ilgili sanırım.
Veysel bir nevi İnsomnia mı yaşıyor, bunu insanlardan gizleme sebebi maddi mi yoksa sosyal kaygılar mı? Uykusuzluk toplumda bir sorunsal olarak mı algılanıyor bu konuya çok dikkat etmediğim için soruyorum…
Bir sanatçı olarak, eserimi ortaya koyduktan sonra onun çağrışımları hakkında kesin yargılarda bulunmak istemem. Çünkü bir noktadan sonra eser, izleyicinin alımlamasıyla birlikte öznel bir bağ kurar. Ancak açıklamam gerekirse; öncelikle, Veysel bir insomnia halinde değil. Bu soru daha önce de birkaç kez geldi, ancak bana göre o gerçekten uyuma yetisine sahip değil ve Hülya’ya yalan söylemiyor. Filmin güzel taraflarından biri de bu: Kendini ve söylediklerini kanıtlayacak eylemlerde bulunsa da, hikâyenin sonuna kadar onun gerçekten doğruyu söylediğinden tam olarak emin olamıyoruz.
Diğer sorunuza gelirsek, bunu filmden bağımsız ele almak lazım. Uykusuzluk veya zor uykuya dalma, çevremde pek çok insanın yaşadığı bir durum. Bunun iki temel sebebi olduğunu düşünüyorum. Birincisi, uykuya dalış anında zihnimizin tüm günü bir rapor gibi önümüze sermesi. Bu aşamada, mekâna, şartlara, topluma ve nihayetinde kendimize duyduğumuz memnuniyetsizlik, bu süreci baltalayarak odaklanmamızı engelliyor. Böylece hatırlamamak için çabalarken, uykusuzluğun içinde kayboluyoruz. İkinci sebep ise daha somut: Sürekli maruz kaldığımız görsel içerikler. Zihnimizi uyku öncesinde bile harekete geçirerek uykuya geçişimizi zorlaştırıyor.
Neden bir otel odasında sohbet faslı başlıyor, orada da absürt bir durum var. Uykusuzluğun getirdiği sohbetin tadından dolayı mı? Orası biraz uykusuzluk tanıtımı ve uykusuzluk kardeşliği gibi olmuş…
Eğer Veysel gibi bir karakterseniz—bunu yalnızca uykusuzluk meselesiyle sınırlamadan düşünelim—somut bir sebepten dolayı bir topluluk tarafından dışlanıyorsanız, o çevrede kabul görmek için çırpınırsınız. Veysel, hayatı boyunca uyuma yetisine sahip olmamış biri ve insanların uyumak için geldikleri bir otelde aralıksız çalışıyor.
Bu fikir, yaratmak istediğim dünyayı en başından beri en iyi şekilde resmediyordu. Aslında, bu mekân sayesinde, yaşadığı sorunun bir geceliğine de olsa başkasında da var olduğunu görüyor. Dolayısıyla, uzun bir aradan sonra ya da belki ilk defa, biriyle benzerlik kuruyor. Ve evet, aralarında bir çekim, bir kardeşlik, bir bağ gelişiyor. Bu bağı ortadan kaldırdığımızda ise filmin başlangıcı, işlenişi ve finali anlamsız kalırdı diye düşünüyorum.
Veysel’in durumu daha net ama kadının durumu daha farklı, sanki yeni başlayanlar için uykusuzluk durumunda gibi… Bunun bir sebebi var mı?
Hülya ve Veysel, hayatlarında bolca “keşke” barındıran iki karakter. Ancak Hülya’nın keşkeleri farklı; hayatta arzuladığı her şeye sahip olmuş biri ama yine de içinde bir huzursuzluk taşıyor. Veysel’in ise çok daha büyük ve köklü bir keşkesi var. Tüm bu somut-soyut karşıtlığına rağmen, sosyopolitik ve ekonomik olarak birbirinden çok farklı yerlerde duran bu iki insan, aslında benzer hissiyatlara sahipler. Aralarındaki bu ortak duygu, sohbetlerini başlatan ve bizi filmin finaline taşıyan temel unsur.
Ben, insan hangi konumda olursa olsun, ne kadar farklı şartlarda yaşarsa yaşasın, içinde bir olmamışlık duygusunu taşıyabileceğini düşünüyorum. Hissettirmek istediğim de buydu. Sanırım yaşamanın güzelliği de burada; canlılık, hep olacak gibi ama hiçbir zaman tam anlamıyla olmayan. Ve olan her şeyin de er ya da geç yok olacağı gerçeğini bilerek, tabii.
Sanırım öğrencilerin de, sinema ve dizi sektöründe çalışanların da uyku eşiğini geçtiği durumlar oluyor, buna da bir gönderme içeriyor olabilir mi?
Buna doğrudan bir göndermede bulunmadım ama söylediğiniz bir gerçek. Türkiye’de yalnızca sinema ve dizi alanında değil, birçok iş kolunda çalışma saatleri gözetilmeden bir işleyiş sürüyor. Sinema ve dizi için sektör kelimesini bilerek kullanmıyorum, çünkü gerçekten bir sektör olan iş kollarında, çalışanların unvanları ve çalışma şartları hukuka uygun şekilde belirlenmiş ve sabitlenmiş olur. Bildiğim kadarıyla, bazı iyileştirmeler olsa da, bizim için böyle bir durum henüz geçerli değil.
Uyku sorunu olanlar rüya göremediklerinden yakınsalar da sanırım bir süre sonra gerçeklik algısı değiştiği için rüya aleminde dolaşıyor gibi oluyorlar, film özellikle sonlara doğru bu ikisini iç içe geçirerek farklı bir duygu yakalıyor. Burada yakalamak istediğin duygu neydi?
SPOILER!
Aslında sonunu biraz olsun açıklamış oldum. Fakat daha derinlemesine ifade etmek gerekirse; filmin sonunda, karakterlerin birbirleriyle yaşadıkları benzeşmeyi somut bir şekilde görüyoruz. Hülya, henüz uykuya dalmışken ve uykuyla uyanıklık arasında bir noktada, tam o anda rüyada olduğunu fark ediyor. Dışarıdaki uyaranlar, rüya dünyasına karışıyor ve rüyasında Veysel’i yanında huzursuzca uyurken görüyor. Veysel ise aynı pozisyonda, Hülya’yı kendi gerçekliğinde uyurken izliyor.
Bir anlamda, ikisi de farklı alemlerde, birbirlerine uyudukları esnada birbirlerini izliyorlar ve yüzlerinde, kendi huzursuzluklarını görmüş oluyorlar. Sonuçta, her ikisi de taşıdıkları huzursuzluğun farkındalığını yaşıyor. Böylece film anlatısı tamamlanıyor.
Liseden beri film çekiyorsun, bunu teşvik eden bir durum oldu mu, gençlere bu anlamda nasıl öneri sunmak istersin. Kendisini film çekerek ifade etmek isteyen bir genç nasıl başlamalı, nasıl yol almalı?
Hikaye anlatmayı sevdiğimi fark ettim. Kendimi sözel olarak ifade etmekte zorlandığım dönemde, kelimelerle kuramayacağım bağı sinemayla çok daha büyülü bir şekilde kurduğumda, bu bağa sıkı sıkıya sarıldım ve bir daha hiç bırakmayacakmışım gibi hissettim—en azından şimdiye kadar. Bu süreçte, lisedeyken beni teşvik eden hocalarım oldu ve üniversitemde de hocalarımın desteği devam ediyor. Kendi yaşıtlarıma ya da benden daha küçüklere verebileceğim tek tavsiye, ne çekerlerse çeksinler, bu işi bireysel görmemeleri. Sinemayı icra etmek, oldukça kolektif bir süreç. Bu süreçte, yıprandığınızda yanınızda birilerinin olduğunu bilmek başlarda çok anlamlı. Ben de yaptığım tüm filmleri, liseden beri dost ve sınıf arkadaşı olduğum Mustafa Kemal Turhan ile gerçekleştiriyorum. Dolayısıyla bir ya da birkaç yol arkadaşı bulmak oldukça önemli.
Filmin Akbank Film Festivali’nde finalist. Buradan yola çıkarak kısa film festivallerinin yönetmen açısından dinamiklerini sorsam, nasıl geçiyor senin açından?
Film festivalleri, kısa filmcilerin izleyiciyle somut olarak buluştukları tek mekanlar olduğundan, bizim için büyük bir değer taşıyor. Akbank, Adana, Antalya ve İstanbul gibi köklü festivaller, bu değeri daha da derinden hissettiren platformlar. Bu festivallerde filminiz izleyicisiyle buluşacağı için içten bir heyecan oluyor, bu da çok değerli bir duygu. Ancak bazen bu duygu ağır basabiliyor ve işin yarışma havasına sokulmasına neden olabiliyor. Bazen sanatçılar, gözlemlediğim kadarıyla, kendi filmleri dışında sinemayla ya da kısa filmlerle ilgilenmiyorlar, bu da biraz şaşırtıcı olabiliyor. Ödül odaklı bir yaklaşım yerine, doğru koşullarda festivallerin bizim için bir çölde vaha işlevi görmesi çok daha sağlıklı. Bu ortamlar, sinemanın farklı alanlarından insanlarla tanışma ve sohbet etme şansına sahip olduğum yerler, bu yüzden festival süreçlerini gerçekten seviyorum. Festivallerde tanışıp yakın arkadaş olduğum birkaç arkadaşım var. Onlara da buradan selamlar!
Bundan sonra hangi film var sırada, yoluna nasıl devam edeceksin?
Şu an bitirme projem olarak, 2024 yılında Türkiye’de gerçekleşmiş bazı cinayetler ve olayların etkilerini ele alan mockumentary türünde bir kısa film üzerine çalışıyorum. Önümüzdeki birkaç yıl boyunca kısa filmler yapmaya devam etmeyi planlıyorum. Sonrasını ise içinde bulunduğum süreç belirleyecek.
Son olarak neler söylesin?
Bu röportaj vesilesiyle filmi izlemek isteyenler, sosyal medya üzerinden benimle iletişime geçebilirler. Son olarak, ufak bir inceleme yapmak benim için keyif verici oldu. Teşekkür ederim.