İlkokul 5, sömestir tatili. Demek ki sene 1992. Marmara’nın sayfiye koylarından birinde, ufak bir oteldeyiz. Otelin önünde çay bahçesi gibi çardaklı bir kısım var. Akşam yemeğinden sonra açık havada böyle 15-20 müşteri toplanmış, plastik masa ve sandalyeler… Televizyon izleniyor. Orta boy, tüplü bir televizyon yukarda, köşede. Film daha yeni başlıyor. Ben de kenardan yerimi alıyorum. Önce Banu Alkan çıkıyor. Müşteriler arasında ufak gülüşmeler. Ardından Tolga Savacı çıkıyor ve masalardan “Oooo! Şimdi oldu” gibi sesler yükselmeye başlıyor. Erkekler, kadınlar, mütevazı bir aile ortamı. Beraber maç izler gibi Banu Alkan, Tolga Savacı, tatlı su erotizmi izliyorlar… Sanki bir İran festival filmi gibi ortam.

Şimdilerde “eski Türkiye” diye etiketleyeceğimiz bu hatıranın içinde, erotizmi dozunda ve adabıyla yaşayabilen bir Türk toplumunun izleri var. Bugün bahsetmek istediğim konu bu galiba. Bakalım nereye gidecek?

Hatırlarsanız Çiçek Abbas’ta (1982) Şener Şen, bir kadını minibüste yatırıp memelerini sıkardı. Yakın kadraj o memeyi sıkışı ve elini eteğinin altına sokuşunu ülkece izledik. Birkaç defa hem de. Prime time dedikleri, tam da en çok televizyon izlenen saatler…

blank

Bugün bunu düşününce “Türk örf ve adetlerine aykırı olup olmaması” ya da “ne kadar cinsiyetçi yorumlanabileceği” gibi filtrelerden bağımsız düşünmek oldukça garip değil mi? Ama ben bunun gibi birçok sahneyi üzerinde durulmamasıyla hatırlıyorum. Erotizm dediğiniz şey, üzerinde çok durulduğu zaman garipleşen ve ötekileşen bir unsur… Özgürlük, çoğu zaman karşı tarafa geçip aynı şiddetle bağırmakla değil, üzerinde durmamak konusunda bir uzlaşma dilini aramakla yakalanıyor diye düşünüyorum. 90’lar erotizmini düşününce kafamda vardığım sonuç hep bu.

90’lar Türkiye’sinde erotizm deyince yılbaşı çıkan dansözler hatırlanır hep ama rahatlık onunla da sınırlı değildi ki. 1994 senesinde Tarık Tarcan, Emel ve Yıldo’nun sunduğu yerli Tutti Frutti ve daha öncesinde Huysuz Virjin gibi o dönem her eve giren televizyon programlarını bugün nostalji olarak YouTube’dan bulup izleyince çok üzülmeyeniniz var mı? Bugün popüler kültüre baktığınız zaman, 90’lardaki Billur Kalkavan, Hülya Avşar, Berna Laçin, Nurseli İdiz, Hande Ataizi gibi hem gerçekten oyuncu, hem ülkeye mal olmuş, hem de aynı zamanda samimi seks sembolü olan güçlü kadınlar var mı? Daha doğrusu onları kaldıracak ve takdir edecek bir kültürel bilinç var mı?

Yok. Ya dibine kadar yozlaşma, like’lar, hediyeler, takipçiler ya da diğer uçta, dibine kadar kurumsal hayat, otosansür, samimiyetsizlik, yine pozlar, yine like’lar, yine takipçiler…

Özel kanallarla birlikte rengarenk bir döneme yelken açmıştı ülke de 90’larda. Tabi yüzeydeki bu rengarenklik -hem bilinçli hem bilinçsiz- bir sonraki 10 yılda ayyuka çıkacak olan büyük kültürel çöküşün kamuflajıydı, haliyle. Yüzeyden bakınca vitrinin içi oldukça eğlenceliydi. Hadi Bakalım Kolay Gelsin, Turnike, Süpermarket, Süper Baba, Galatasaray ve Macit Beni Otomobillendir…

Babam bir kere Kenan Doğulu’nun Yakarım Roma’yı da Yakarım şarkısını duymuştu, “Nazi Almanya’sında Hitler başa geçmeden önce popüler kültürdeki yozlaşmayı ve saldırganlığı hatırlattı bu şarkının sözleri bana”, demişti.

Laikliğin tanımını, karikatürize bir biçimde popüler kültürdeki erotizm üzerinden kurarsak, o yıllarda ülkedeki en laik olay geceyarısı Show TV’nin “kırmızı noktalı” filmler kuşağıydı. 80’lerin video kasetçiden gidip erotik film alma adeti, 90’larda kırmızı noktalı filmler üzerinden vatandaşın ayağına getirilmişti. Ancak işin içinde, bana bu filmlerin sosyo-kültürel eleştirisinden daha da enteresan gelen başka bir katman daha vardı. Dikkat çekmek istediğim konu şu ki; biz bu kırmızı noktalı filmler kuşağında seks filmi adı altında meğer çoğunlukla taş gibi sanatsal Tinto Brass filmleri izliyormuşuz. Tabi bu filmler “pulp” filmlerdi. Yani Pulp Fiction’daki (1994) “pulp”: Ucuz edebiyat. Bu ucuzluğun içinde kendine has bir estetik algı ve cinsel özgürlük dersi alıyormuşuz…

Tabi bu filmler tamamen sansürsüz değildi. Erotik sahnelerde, heyecanın en yükseldiği yerde Show TV, babacan bir tavırda reklama keserdi. Hevesimiz nasıl kursağımızda kalırdı belli değil. Ne kadar isyan edersen et, reklamların bitmesini ve filmin yeniden başlamasını da heyecanla beklerdik. Alternatifi yok.

İşte bu dönemin zirvesinde “Bay Popo” vardı. Gazetelerin sinema sayfalarında kendisinden bu şekilde bahsedilirdi. Filmlerinde özellikle kadınların popolarına odaklandığı için kendisine böyle bir isim yakıştırılmıştı. Bayan Popo Sevtap Parman ile karıştırılmasın.

blank

Amerikan kültüründeki sarı saçlı, iri memeli, bimbo seks sembolü imajının aksine İtalyan usta Tinto Brass, erotizmi bambaşka bir tip ve tavır üzerinden seyirciye sunuyordu. Tinto Brass filmlerindeki kadınlar çoğunlukla toplum tarafından baskılanamayacak kadar naif kadınlardı. Güzellikleri ve toplum kurallarından bihaberlikleri, onlara adeta gerçeküstü bir erotizm bahşediyordu. Tinto Brass sinemasındaki kadınların cinsel özgürlükleri ve şapşal erkekler karşısındaki güçlerini keşif hikayeleri, Türk seyircisine aslında çok sağlıklı ve estetik bir cinsel deşarj sunuyordu. Ha Türk seyircisi olarak bunun değerini biliyorduk bilmiyorduk, o ayrı konu tabi.

Tinto Brass 60’larda ve 70’lerde birçok farklı türde filmler üretmiş, ancak sinematografi olarak deneysel ve avangart çizgisini hep korumuş bir isimdi. 70’lerin sonunda Salon Kitty (1976) ve Caligula (1979) ile ünü doruğa ulaşmış, 80’lerde siyasi ve kültürel atmosferin değişmesiyle beraber tamamen erotik türde filmlere yönelmişti. Korku sineması için Dario Argento neyse, erotik sinema için de Tinto Brass öyle bir imzaydı. Hatta sonunu Tinto Brass daha iyi getirdi desem ayıp olmaz herhalde.

Kurguda bilinçli aksaklıklarla yarattığı kendine has temposu, sık sık çok yakın plan kullanımı, ani zoom’lar, baş döndüren pan ve şaryolar ile Tinto Brass’ın sinematografisini empresyonist olarak tanımlamak çok yakışıyor bence. Tıpkı bir Monet tablosu gibi, bilinçli bir kaba estetik üzerinden isyankar ve cüretkar.

90’larda ve 2000’lerin başında bile, Kadıköy Broadway Sineması gibi bazı salonlarda Tinto Brass’ın yeni filmlerine rastlayabilirdiniz. Bu tarz salonlarda erotik dozu yüksek, ödüllü festival filmleri gösterilirdi. Eski Yeşilçam Seks Sineması kültürüyle karıştırmayın. 90’larda o sinemalar tamamen bitmişti. Artık porno, Kadıköy sahildeki işportacı “Vivid Ahmet”in Bond çantasının içindeki korsan CD’lerdeydi…

blank

18 yaşında olmadan birçok 18+ filme gitmiştik Broadway Sineması’nda. David Cronenberg’in akıl yakan JG Ballard uyarlaması Crash (1996), gelmiş geçmiş en sevdiğim filmlerden biri olan Boogie Nights (1997) ve zombi türünün mucidi George A. Romero’nun pek bilinmeyen mini şaheseri Bruiser (2000) gibi filmleri Broadway Sineması’nda izlediğim filmler. Bir de eski Bahariye McDonalds’ın karşısında, pasajın içinde alt katta bir salon vardı. Çok benzer iki sinema olduğu için bunları bazen karıştırabiliyorum. Bazılarını orda da izlemiş olabilirim. Belki Kadıköy As Sineması da ara sıra bu kategoriye girip çıkıyordu diyebiliriz.

Bu salonlarda gerçekten seyirciyi önemseyerek yapılmış, sanatsal içeriği yüksek filmler gösterilirdi. Ama fiziksel koşullara ve gişede çalışanlara bakınca, içeride sanki bir porno sinemasına gidiyormuşsunuz gibi ilgisiz, sahipsiz bir atmosfer vardı. Salonlar zaten küçük. Müşteriler de hep tek tük olurdu.

Gökhan Özoğuz’un bir sohbetimiz esnasında söylediği bir cümle sık sık aklıma geliyor; “Bazı şeyler kaybolmuyor aslında, mecra değiştiriyor” demişti. Bu bir akım olabilir, tavır olabilir, yakalanmış bir furyanın rüzgarı olabilir… “Modası geçince kaybolduğunu düşündüğün şeyleri başka mecralarda bulmak ve tanımak lazım” diye devam etmiştik konuşmaya. 90’larda hem Türkiye hem dünyadaki ana akımın ayrılmaz bir parçası olan erotizmin artık ne kadar uzak olduğunu düşündüğümde, aklıma hep bu geliyor.

Artık Temel İçgüdü (1992) gibi bir film o ölçekte yapılamaz. Sharon Stone’un o meydan okuyan bacak bacak üstüne atma sahnesi veya Nurseli İdiz kalibresinde bir ünlünün çırılçıplak su altında yüzdüğü bir sahnenin sinemalarda gösterildiği ve toplumun ortak bir paydası olarak sohbetlere konu olduğu, ilham olduğu bir dönem tarihin sayfalarında kaldı. Ama “kaybolmadı, sadece mecra değiştiriyor” penceresinden bakarak bazı ilhamları yakalamak hep mümkün.

Bugün, tarihte eşi görülmemiş bir şekilde, en hardcore porno sanatçısını 24 saat sosyal medyadan takip edebiliyorsunuz. Instagram üzerinden erotizmle, Twitter ve Onlyfans üzerinden pornografi ile bambaşka yakın bir ilişki kurabiliyorsunuz. Devlet sansürlese bile VPN’den giriyorsunuz veya hemen başka bir yeni mecra kuruluyor bir yerden. Ama tabi ana akım bir sanat eserinin içindeki erotik/pornografik unsurun topluma sağladığı deşarj ve ilham ile bugünkü pornoyla birebir ilişki arasında çok fark var. Hem iyi hem kötü. O zaman değişen mecraları da doğru yorumlamak lazım diye didaktik bir yere gidecek konu. Yazının finalinde ben yine Tinto Brass’a döneyim.

blank

Tinto Brass deyince, sadece stilize ama “ucuz” erotik filmler de gelmesin aklınıza. Caligula (1979) gibi bir başyapıtın yönetmeninden bahsediyoruz. “Sinema tarihinin en büyük bütçeli pornosu” etiketi altında muhteşem bir dönem filmi olan Caligula, gelmiş geçmiş en sıkı “taht oyunları” işlemelerinden biridir.

Otomatik Portakal’ın başrolü Malcolm McDowell, Helen Mirren, Peter O’Toole ve Teresa Ann Savoy gibi muhteşem bir oyuncu kadrosuna sahip olan bu film, bütün açıklığı ve çarpıcılığıyla kendini tanrıyla eş tutan bir hükümdarın hezeyanını anlatıyor. Müthiş bir cast, müthiş bir sanat yönetimi, dekorlar, kostümler…

Caligula, Roma’yı yakan Nero kadar, hatta belki ondan daha da deli ve karanlık bir hükümdar… Böylesine mutlak ve deli bir hükümdar birini öldürmek istediği zaman film acımasız bir korku filmine, haremine geçtiği zaman ise pornografik bir erotik filme dönüşüyor. Bu gelgitler, beraberinde seyirciye bu filmde her şey olabilir tekinsizliğini dibine kadar yaşatıyor. Kimi zaman estetik, kimi zaman iğrenç, müthiş sarsıcı bir tecrübe sunuyor. Bir Roma hükümdarının deliriş destanı başka türlü de anlatılamazdı zaten. Sinema tarihinde bir benzeri daha olmayan bir eser. Kenan Doğulu’nun Yakarım Roma’yı da Yakarım’ı çalsın burada yazının finalinde o zaman…

Banu Alkan ve Tolga Savacı ile başlayıp, Roma İmparatorluğu’nun haremine uzanan bu muhteşem yazımın finalini, Çıplak (2020) 2. sezon 2. bölümde yazdığım bir sahneden bahsederek yapmak istiyorum. Çıplak’ı Merve Göntem ile birlikte yazdık. Bir bölümü ben yazıyorum, diğer bölümü Merve, sonra 3. bölümü yine ben, 4. bölümü Merve… Böyle böyle diğerinin ne yazacağını bilmeden ve merak ederek 8 bölüm yazıp sonra tekrar başına geçip revize ediyorduk. Kartal karakteri daha çok Merve’ye ait. İlk okuduğumdan beri beni çok heyecanlandıran bir “kötü adam”. Bir nevi Çıplak’taki öteki Türkiye’yi temsil eden, bizim biricik kahramanımız Eylül’ü öldüren bir karakter. Allah belasını versin. Ama Eylül bu karaktere aşık. Ve bir okuyucu olarak da Merve’nin yazdığı şeye son derece ikna oluyorum ve seviyorum. Müthiş ikircikli bir hissiyat.

Merve’nin yazdığı Kartal karakterini ilk olarak hapishaneden çıkış sahnesinde tanıyorduk. Ben de hemen devamında Kartal’a bu ikircikli hissiyatı yükleyecek bir sahne yazmak için ekranın başına oturdum ve 2. sezon 2. bölümün sonundaki otogardaki sahneyi yazdım. Sahneyi yazdıktan sonra ilkin emin olamadım. Merve herhalde beğenmez ve çıkarırız diye düşündüm ama önce Merve sonra bütün set bu sahneye hayran olunca ortaya çok özel bir hissiyat çıktı. Umut ve Ege de harika doğal oynadılar. Bu kadar iğrenç ve nefret ettiğimiz şeylerin timsali bir insanı aynı zamanda nasıl sevebiliriz ve sevdiğimiz için kendimizden korkabiliriz? Bu sahnenin özü buydu bence. Ve bu sahneyi yazarken de, çekerken de, kurgularken de aklımda tek bir şey vardı. Küçükken TV’de izlediğim Tinto Brass filmlerindeki o büyüyü yakalamak.

“Sinemadan çıkan kalabalığın yüzünde bir hikayeye gırtlaklarına kadar gömülebildikleri için kendi mutsuzluklarını unutan insanların huzuru vardı.” (Kara Kitap, Orhan Pamuk)

Öteki Sinema için yazan: Can Evrenol

blank

Can Evrenol

University of Kent’ten “Sanat Tarihi” ve “Film Theory”mezunu. Bahçeşehir Üniversitesi’nde seçmeli sinema dersi vermekte. MEHTAP ve OMEGA VATAN isminde iki kısa romanı var. Yeni sinema filmi SAYARA (2024) çok yakında!

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

İmkansız Bir İşletme Modeli ve Sinema Salonları

Sinema salonlarına Covid-19 önlemleri geliyor ama bu şartlar altında kaç
blank

Festival Sinemasının Kutsalları!

Festival sineması kutsal mı? Bir sinemacı için büyük talihsizlik, eserinin