Çok küçükken, aşağı yukarı 25 yıl önce falan, beni çok etkileyen bir Cüneyt Arkın filmi izlemiştim, uzun yıllar sonra Mimar Sinan Sinema-TV video arşivinde birkaç hafta bu filmi aradım ama ne yalan söyleyeyim, filmi bulamadım.
Aradan geçen onca zaman içinde filme televizyonda da denk gelmedim. Belki de zihnim imgeleri birleştirdi, birbirinden farklı filmlerden parçalar alıp bir tür kolaj yaptı, gerçekten emin değilim ama o gerçek belki de düşsel film, benim için, zaman içinde, bir özelliği (aslında içerdiği bir replik) nedeniyle bir tür motto’ya dönüştü.
Filmde Cüneyt Arkın, Behçet Nacar’ın yanında çalışan şöför gibi bir şey, Behçet Nacar gece kulübü (pavyon) sahibi. Cüneyt her zamanki gibi iyi adam, Behçet bir tabii ki, kötü. Neyse hatırladığım kadarıyla anlatıyorum. Filmde Behçet Nacar Cüneyt Arkın’a her türlü kötülüğü yapıyor, bir soygunu ve soygun sırasında işlenen cinayeti Cüneyt’in üzerine yıkıyor, Cüneyt’i ihbar ediyor, Cüneyt mapusa düşüyor. Behçet’in adamları Cüneyt’in yaşlı annesini öldürüp, kızkardeşine tecavüz ediyorlar, kız bunu kendine yediremeyip, ‘iffetinden’ kendini asıyor. Cüneyt’i hapiste öldürtmeye çalışıyor. Ama başaramıyor. Veee Cüneyt Arkın bir punduna getirip hapisten kaçıyor, kapıyor 45’lik bir Smith Wesson, takıyor deri eldivenleri, Behçet’e giden yolda önüne kim çıkarsa tek tek gebertiyor. Santim santim, ceset ceset yaklaşıyor Behçet Nacar’a. Cüneyt Arkın Behçet Nacar’ın, tıpkı Richard Stark romanlarındaki gibi, bütün (kötü) adamlarını gözünü bile kırpmadan tahtalı köye gönderiyor. Ve Cüneyt, Nacar’ı sahibi olduğu gece kulübünde kıstırıp, yaralıyor. Nacar, kalıyor ‘naçar’…
Pavyonun sahnesindeki dekorun dibindeyiz. Cüneyt elinde siyah deri eldivenleri ve bir türlü bitmek bilmeyen kurşunlarla dolu ‘makine’siyle, ölüm gibi sessiz, dikiliyor. Nacar duvarın dibinde, yaralı bir hayvan gibi inliyor. Cüneyt hiç konuşmuyor, silahını düşmanının kafasına doğrultmuş ama sanki Abdurrahman Palay’ın sesiyle “nedennn?” der-mişş gibi bakıyor. Tüm bunlar nedennn?
Behçet Nacar, durumu kavrıyor ve bir umut, başlıyor anlatmaya. “Çok ama çok zengin olacaktım. Malikanelerim, hizmetçilerim olacaktı. Şöhret, kadınlar… Çok param olacaktı, neyi arzu edersem ona sahip olabilecektim, anlıyor musun? Anlıyor musun beni?”
Ve ardından Behçet Nacar ancak büyük bir korku karşısında çaresizce bürünülebilecek bir masumiyetle Cüneyt Arkın’a sorar:
“Peki şimdi ölecek miyim?”
Ve Nacar’ı büyük bir sabırla ve sükunetle dinleyen Cüneyt Arkın onu öldürmeden hemen önce, soruya cevap verir:
“Önce, hayaller ölür.”
Evet, önce hayaller ölür. Umudunu, hayallerini yitiren bir insanın yaşamasının hiçbir anlamı yoktur.
Kemal Tahir, anılarında anlatır, cezaevindeyken bir gece gardiyanlar gelir ve bir sonraki sabah asılacak olan bir mahkumun son gecesini ünlü yazarla geçirmek istediğini söyler. Mahkum, Kemal Tahir’in hiçbir eserini okumamıştır ama son saatlerini nam’ını duyduğu bu büyük yazarla sohbet ederek geçirmek istemiştir. Tabii eğer kendisi de kabul ederse. Kemal Tahir mahkumun son isteğini kabul eder, mahkumun koğuşuna gider ve sabaha kadar çıt çıkarmadan yan yana otururlar. Sabah, mahkum asılır. Kemal Tahir sabaha kadar süren korkunç sessizliği şöyle izah eder. İkimiz de herhangi bir sohbet konusu açacak gücü kendimizde bulamamıştık. Onun için umut tükenmişti, artık herşey için çok geçti. Konuşacak hiçbirşey yoktu.
Önce hayaller ve umutlar ölür. Sonrası sessizliktir. Ne kadar sürer bilinmez ama acı bir sessizliktir geriye kalan. Yaşama dair olmayan bir şeyin sesssizliği. Ölümün sessizliği…
Behçet Nacar’ı kaybettik. Türk filmlerinin önemli figürlerinden biri, sıradışı aventür filmlerin kolay beri unutulamayacak bir oyuncusu öldü. Bugün onun ölüm haberini aldığımda aklıma hemen onun Cüneyt Arkın’la çektiği (belki de çekmediği ama benim hayal ettiğim) film geldi. O söz geldi. Herşeyi kısaca özetleyen, bir yandan umut aşılarken bir yandan da büyük bir tehlikeye dikkat çeken o büyülü söz: “Önce, hayaller ölür.”
Behçet Nacar’ı birkaç defa Taksim’de görmüş ve bir seferinde ona “İyi günler Behçet abim” diye yaklaşıp, kısacık bir sohbet fırsatı yakalamıştım, bugün belki bu yazıyı okuyan biri için hiçbir anlamı olmayan, üç-dört dakika anca süren o kısacık, o sıradan konuşma benim için ne kadar değerliydi, kelimelere sığdırmam zor. Bu yazıyla biraz da bunu denedim.
Bu yazıyı okuyanlara; hayallerini, umutlarını yitirmediği bir gelecek diliyorum. Unutmayın, önce hayaller ölür. Behçet abime de 60’larda oynadığı bir filmin ismiyle veda ediyorum:
“Her Zaman Kalbimdesin.”
Dehşetengiz değil, Behçetengiz abim güle güle…
Paylaşımınız için sonsuz teşekkürler, mekanı cennet olsun, Behçet NACAR da yitip giden değerlerimizdendir.