Dinle.
Hisset.
Aşık ol.
Vazgeçmeyi bil.
Tutkuyla peşinden gitmeyi de.
Bir annenin doğmamış çocuğuna çektiği görsel mektubu olan Bekleyiş, Aslı Akdağ’ın kendi ergenlik dönemine ait amatör çekimlerin gösterilmesi ile başlıyor. Nostaljik görünümlü bu kayıtların ardından yönetmenin sesinden şu sözler duyuluyor:
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
Geçmişe dönüp baktığımda o ufak kız çocuğuna birçok şey söylemek istiyorum. Kendini hiçbir şey için üzme. Hayat çok güzel her şeye rağmen. Gözyaşları zayıflıktır diyenlere inanma. Anların kıymetini bil. Ailenle vakit geçir. Gerçek dostların olsun. Dans et, kahkaha at, sev. Korkmadan yaşa. Dinle. Hisset. Aşık ol. Vazgeçmeyi bil. Tutkuyla peşinden gitmeyi de.
[/box]
Filmdeki bu sözleri sevip paylaşmamın bir nedeni, bu sözlerin hayata karşı bir tavır, bir duruş sergiliyor olması ile ilgiliydi. Bu sözler toplumsal beklentileri değil de kişinin kendi bireysel beklentilerini yansıtıyordu ve bir farkındalık içeriyordu. İkinci neden ise hiç tanımadığım, görmediğim bir yönetmenin ben ve benim gibi bu toplumda kendisi olarak var olmaya çalışan pek çok kadının hislerine tercüman olması idi. Bu yüzden de filmin yönetmeni Aslı Akdağ’ın kendi kişisel hikayesinden yola çıkarak yapmış olduğu otobiyografik belgeseli aracılığı ile toplumla yaptığı yüzleşme oldukça cesaret verici.
Akdağ, çocukluğuna verdiği nasihat sonrası, geleneksel toplumun, beklentilerini sayarak anlatısını inşa etmeye devam ediyor: “Bu dünyada herkesin birbirinden bir beklentisi var. Oku, başarılı ol, iyi mesleğin olsun. Evlen, çocuk yap. Uzun zaman önce kamerayı elime ilk kez alıp, an’ları biriktirmeye başladığımda farkında değildim; benim de benden beklenilenler için yaşadığıma”
Peki toplumun bizden olumlu ya da olumsuz beklentilerinin kölesi olmaktan kurtuluş mümkün mü?
Lacan, öznenin varlığını ötekine borçlu olduğunu söyler, çünkü özne öteki ile olan ilişkisinde ötekinin alanında (simgesel düzen) kendini tanımlar. Öznenin, ötekinin arzusu olma talebini Zizek, ötekine duyulan arzu, öteki tarafından arzulanma arzusu ve ötekinin arzuladığı şeylere duyulan arzu olarak belirtir. İşte Akdağ’ın “bu dünyada herkesin birbirinden beklentisi var” diye ifade ettiği, dil ve kültürün yani toplumun bireyden beklentisidir. Annem nasıl biri olmamı ister, ya babam? Öğretmenim nasıl bir öğrenci olmamı ister? Peki sevgilim nasıl bir partner olmamı ister? Özne, bu soruların yanıtlarından hareket ederek kendini inşa eder. Öznenin içinde bulunduğu simgesel düzenle çelişmesi ve kendini ötekinin arzusundan koparması ve bağımsız olarak inşa etmesi oldukça zordur. Elbette bu beklentilerden bazıları, başarılı olmak, iyi insan olmak, iyi bir yurttaş olmak, iyi bir öğrenci olmak gibi olumlu iken hamile bir kadına eş beklentisi aşılamak, onun tek başına çocuk yetiştiremeyeceğini düşünüp evlendirme baskısı kurmak, onun hakkında komşularla konuşup onun adına karar vermek bu beklentinin olumsuz yanlarını teşkil ediyor. Bazı davranışların geliştirilmesi için baskı yapmak, zorlamak, cezalandırmak da elbette olumsuz…
Öznenin içinde bulunduğu simgesel düzenle çelişmesi ve kendini ötekinin arzusundan koparması ve bağımsız olarak inşa etmesi zordur. Bu yüzden Bekleyiş filmi bir anlamda bunu başaran, ötekinin bakışından “kurtulan” ve bir bebeğin varlığı ile beraber kendi içsel yolculuğunu tamamlayan bir kadının hikayesi. Bu filmin kahramanı bir kadın, kendi hayatının hakimiyetini ele geçiren, yaşamına sahip çıkan ve her şeye rağmen kendi arzu, istek ve ihtiyaçlarının izinde giden bir kadın…
Belgesel ile gerçek arasındaki ilişki literatürde tartışılan önemli meselelerden biri. Akdağ, kendi yaşamına ait bu özel bir süreci görsel bir mektup olarak bebeğine iletmeye çalışırken, anlatısını geçmişine ve ailesine ait video kayıtlarıyla birlikte oluşturuyor. Böylece gerçek ile kurmaca arasındaki sınırları da kaldırmayı başarıyor. Akdağ, toplumun bir kadından beklentilerini, bu süreçte karşısına çıkan engelleri, hayal kırıklıklarını, mutluluklarını oldukça insancıl ve tarafsız bir noktadan filmine dahil ediyor. Akdağ, filminde aile kurumunun değişimini gösterirken, farklı kuşakların ve farklı kadınların aileye bakış açısına da değiniyor. Evli olmayan bir kadının hamile kalmasına dair toplumsal önyargıları, ataerkil toplumda kadın olmanın zorluklarını ve yaşadığı hayal kırıklıklarını anlatırken, bu süreçte çevresindeki desteği de gösteriyor. Böylece aile kurumunun tanımını yeniden değerlendirirken, toplumda idealize edilen tanımdaki tutarsızlıkları da ortaya çıkarıyor. Akdağ, kendi hikayesini kendisi anlatıyor, yazıyor, çekiyor ve böylece kendi yaşamına da bir anlamda sahip çıkıyor.
Güncelde henüz yeterli olmasa da sektörde çalışan kadın sayısında artış, aynı zamanda kadınlar tarafından, kadın bakış açısı ile çekilen, kadın sorunlarını dert edinen, kadınlara seslenen filmlerin sayılarının artması demek. 2000’li yıllarda Türkiye sinemasındaki kadınlar, toplumsal değişimin de karşılığı olarak eşitlikçi dilleri ile yerlerini alıyorlar. Şu anda ilk aklıma gelenler Yeşim Ustaoğlu, Handan İpekçi, Pelin Esmer, Aslı Özge, Nisan Dağ, Deniz Gamze Ergüven, İlksen Başarır, Zeynep Dadak, Belmin Söylemez, Deniz Akçay, Vuslat Saraçoğlu, Senem Tüzen, Ceylan Özgün Özçelik, Banu Sıvacı, Selcen Ergün, Kıvılcım Akay, Mizgin Müjde Arslan, Jale Atabey, Canset Özge Can… ve elbette her geçen gün sayıları artan sektörde çalışan kadınlar, inşa ettikleri sinemasal temsiller ile sektörde bir kadın olarak var olmanın, kadın dayanışmasının ve kadınların sesi olabilmenin önemini de kanıtlıyorlar.
Akdağ’ın filmi, içeriden bir ses olarak toplumda kadına yönelik bakışın değişmesi noktasında önemli bir referans oluştururken, Akdağ’ın kişisel hikayesi de bir yerlerde aynı cümleleri sessizce kuran kadınlara güç veriyor. Film, kendi hayatlarına sahip çıkan kadınların sayılarının artacağına dair inancı da pekiştirirken aynı zamanda ataerkil toplum yapısında, farklı bir açıdan bakabilmenin mümkün olduğunu da seyircisine fısıldıyor.
Öteki Sinema için yazan: Zehra Yiğit