BELLFLOWER: AŞKIMIZ KÜLE ÇEVİRDİ BİZİ!
Aslına bakarsanız, bu yıl İf İstanbul Film Festivalinde izlediğim ve salondan çıktıktan sonra, birbirinden farklı pek çok duyguya gark etmesine rağmen, bunların arasına tam anlamıyla “beğeni” yi yerleştiremediğim; bu sebeb-i muhakemeden dolayı da üzerine keskin cümleler kurmaktan kaçındığım bir filmdi Bellflower.
Öteki Sinema için yazan: Fatih Yürür
Daha önce irdelediğim İf İstanbul seçkisi yazımın vitrin kısmında yer aldığı gibi, beyazperdeye damgasını vuran ve haklı bir Türkçeleştirme ile voleyi vuran bir isim tercihine sahip Bellflower… Arıza Aşk… Fakat arıza çiftimiz Woodraw ve Milly’nin (ki terazinin asıl arızalılık kısmı ağır basan tarafı hiç kuşkusuz tepesinde Milly’nin bulunduğu kısım) aşkını besleyen form, öyle eşine benzerine pek sık rastladığımız renk seçeneklerine sahip değil.
Şöyle ki, yakın zamanda kıyametin kopacağına kanaat getirmiş olan Woodraw ve Aiden ikilisi, dünyanın tıpkı Mad Max kabilinde bir çeşit post apokaliptik cehenneme döneceğine ve bu süreç içerisinde hayatta kalacaklarına adları gibi eminler. Eğer dünya düşündükleri gibi bir kıyamet sonrası fonuna kavuşursa, bu trajediden ekmek yeme derdine düşmüşler. Ellerinde ise, bu amaç için modifiye ettikleri canavar bozması bir Buick ve neredeyse “olmuş” bir proje olarak yan ceplerine koydukları alev makinaları var. Diğer bir deyişle, içinde yaşadıkları dünyanın köşesine doğru ittirilmiş bir başka kaybeden ikili onlar ve kafalarında kurdukları kıyamet sonrası senaryosu ise, saygı görmek ve önemli hissetmek için umutlarını diri tutmalarını tek yolu.
Woodraw ile Milly’nin tanışması ise, bu projenin bir anlamda rafa kalkmasını (ya da sınırları genişletilmek üzere yenilenmesini) sağlıyor bir nevi. Zaten alışılmadık bir tanışma merasimi, sonrasında tam anlamıyla alışılmadık bir ilişkinin kapısını açıyor. Milly’nin Woodraw’dan tam olarak ne istediğini anlayabilmek de pek mümkün değil! Woodraw’ın kendisinden nefret etmesi için her yolu deneyen fakat adı konulmamış bir çekim ile de birbirinden bir türlü kopamayan bir çift onlar ve Milly’nin her taarruzu ile birlikte daha fazla dibe çöküyorlar. Hem kendilerine hem de etraflarındakilere onarılması imkansız zararlar veriyorlar.
Bellflower’ın niteliği ya da niceliği fazlasıyla tartışmaya açık bulunabilir ama kendine has bir dokusu olduğunu inkar edebilmek pek mümkün değil. Sadistik bir aşk hikayesinin, Mad Max ile evlendirilmiş hali dersek, belki biraz kaba bir tanım olabilir ama Bellflower’ın bileşenlerini de biraz olsun karşılar. Özellikle, Woodraw karakterine de hayat vermiş olan genç yönetmen Evan Glodel’in, filmi için uygun gördüğü görsel bileşenler, Bellflower’ın iyi ya da kötü, hatırı sayılır bir süre kafanızda yer edeceğe benziyor. Ağırlıklı olarak kullandığı sarı lensler, Buick azmanı Medusa ve alameti farikalarından bir diğeri olan alev makinası, zaten hemen hemen post apokaliptik bir hikayenin içinde bulunulduğunu, bunun için bizim kafadarların kıyametin kopmasını beklemelerine pek de gerek olmadığını vurgular nitelikte sanki!
Genç yönetmen Evan Glodell’in bu ilk yönetmenlik deneyimi, hem beslendiği nişleri hem de etkilendiği sinemasal referansları bir nevi gözümüze sokan bir ilk film aslında. Etkilenimlerinin yelpazesi fazlasıyla geniş olmasına rağmen (ki Woodraw ve Milly’nin birlikte yolculuk ettiği kısım, filmin genel tonlarına birkaç pastel renk de katıyor).
Bütün bunlarla birlikte, ülkemizde vizyon şansı fazlasıyla düşük olmasına rağmen, Geçtiğimiz Cuma günü münferit salonlarda gösterime çıkmayı başardı. Bellflower’ın her damağa hitap ettiğini iddia edebilmek biraz güç ama en az bir defa girilmesi gereken o özel risklerden biri kuşkusuz!
Bellflower trailer