Oğlum kızım değil, benim çocuğum!
Dünyaya geldiğimiz günden itibaren yaşadığımız belli başlı şeyler vardır. Hepimiz büyürüz, okula gideriz, ya da gitmeyip hayat koşuşturmacasına erken katılırız. Sonra bir gün aşık oluruz, evleniriz veya sevmediğimiz biriyle evlendiriliriz, kimimizin çocuğu olur, kimimizin olmaz. Çocuk sahibi olanlar genelde şanslı kabul edilir, sağlıklıdırlar çünkü. Hele de erkek çocuk olursa… Sevincimiz bin kat artar. Ne de olsa aslan gibi bir delikanlı getirmişizdir dünyaya. Peki, o çocuk, sizin çocuğunuz, bir gün gelip erkek gibi hissetmediğini söylerse ne olur? Ya da kızınız, ben erkek gibi hissediyorum dese?
Öteki Sinema için yazan: Başak Bıçak
Durun tahmin edeyim; dünyanız başınıza yıkılır değil mi? Muhtemelen, benim de başıma gelse ben de şok olur, hayal kırıklığına uğrardım. Daha doğrusu, Benim Çocuğum’u izleyene kadar öyle olacağını düşünüyordum. Ama Benim Çocuğum, şimdiye kadar düşündüğünüz, bildiğiniz her şeyi tersine çevirecek kadar önemli ve etkileyici bir belgesel. Sıradan ailelerin çocuklarının, bir kelimeyle adlandırmak gerekiyorsa, sadece “farklı” olduklarını öğrendiklerinde neler yaşadıklarını anlatıyor. İlk başlarda nasıl reddettiklerini, anlamazlıktan geldiklerini ama belirtiler çoğalınca nasıl paniklediklerini, öğrenince de nasıl yıkıldıklarını… Ama her şeye rağmen, çocuklarını sahiplenmelerini anlatıyor Benim Çocuğum. Turşu kuran, reçel yapan annelerin yavruları için nasıl bir aktiviste dönüştüklerini gösteriyor. Ve soruyorlar: Sizin çocuğunuzun başına gelse ne hissederdiniz?
Belgesel boyunca gözyaşlarımı tutamadığım gibi, sürekli kendimi sorgulayıp durdum. Bir insan sırf benim gibi hissetmiyor diye neden farklı olsun? Sırf benim gibi hissedenler çoğunlukta diye, onlar neden ucube olarak kabul edilsin? Benim Çocuğum’da, kızının erkek gibi hissettiğini öğrenen doktor babanın, ailesine açıklamasından sonra annesinin sorduğu soru şu oluyor: “Oğlum Allah’tan mı?” Bizim gibi muhafazakar bir toplumda gelen şey Allah’tansa şayet, neden ucube olsunlar ki? Ya da neden biz, onları bağrımıza basmak yerine öldürmekte dünyada yedinci sırada olalım? “Bir onların çocuklarını mı sığdıramıyoruz bu koca dünyaya?”
Kafamı bu sorular meşgul ederken, belgeseli izlemeye devam ediyorum. Kızı lezbiyen olan bir babayı, oğlu transseksüel olan bir anneyi görüyorum. Onlar da şaşırıyorlar. Neden bizim başımıza geldi diye soruyorlar. Ağlıyorlar. Doktorlara, psikiyatr uzmanlarına gidiyorlar. Bunun bir hastalık olduğunu düşündükleri için çocuklarını “iyileştirmeye” çalışıyorlar. Bakıyorlar olmuyor, dualar ediyorlar, adaklar adıyorlar. Ama çocukları günden güne gözlerinin önünde eridikçe, toplumdan dışlandıkça, onlarla alay edilip, hor görüldükçe anlıyorlar ki aslında çocuklarının kendilerinden başka kimseleri yok. Onlardan başka kimse yardım edemez evlatlarına… İşte o zaman, çocuklarına yeniden sarılıyorlar. Kızı olan oğlum demeye başlıyor, oğlu olan sutyenler, pembe eşyalar, Cindy bebekler alıyor. Kabul sürecinden sonra ise, belgeselde izlediğimiz ailelerin mücadelesi başlıyor. Çünkü çocuklarını, aylarca karınlarında taşıdıkları, sakınarak büyüttükleri yavrularını toplum istemiyor. Onlardan nefret ettikleri gibi, buldukları yerde vahşice öldürüyorlar. Ve devlet… Devlet ise en büyük nefret suçunu işleyerek kendi vatandaşlarının öldürülmesine göz yumuyor. Sırf kendilerinden değil diye, sırf “öteki” diye… Bu yüzden, kendi çocuklarını korumak için ellerinden tutup aynı savaşa giriyorlar. Devletten, toplumdan koruyorlar çocuklarını. Öldürülmesinler, önce hayatta kalabilsinler, sonra bazı hakları olur diye umut ediyorlar…
Dün, Başbakan uzun zamandır beklenen demokratikleşme paketimizi açıkladı. Mayıs-Haziran olayları ve son dönemde artan baskı rejiminden sonra açıkçası pek umudum yoktu. Birkaç iyi haber dışında, beklediğimiz hiçbir şeyi elde edemedik ve elbette, yine demokratikleşemedik. Demokratikleşme paketinden bahsediyorum çünkü nefret suçları ülkemizde çok ciddi boyutlara varmış durumda ve bir umut, paketten LGBT hakları için de bir şeyler çıkar diyordum… Ama Alevilerin ibadethanelerine dahi resmi statü tanımaktan kaçınan, kendisinden olmayana yaşama/konuşma hakkı vermeyen bir devletten, iktidardan fazlasını beklemek bizim Polyannalığımız… Her geçen gün, trans, gay, lezbiyen cinayetleri yaşanırken, bizden olmayanı katlederken, onlara yaşama alanı bırakmazken sürpriz paketten nefret suçuna, cinsel yönelimi farklı olan insanların da dahil edileceğini düşünmek çok ütopik bir şey ama o aileler böyle düşünmüyorlar. Her şeye rağmen, çocuklarını korumak için mücadele ediyorlar. Çünkü kız ya da erkek fark etmez; toplumun büyük çoğunluğu onları hilkat garibesi gibi görse de onlar anne ve babaları için sadece çocuk, o kadar…
Benim Çocuğum, Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olan Can Candan’ın, 2008’de çektiği 3 Saat’ten sonraki ikinci uzun metraj belgeseli ve 15. Uluslararası Selanik LGBTQ Film Festivali’nden de en iyi film ödüllü. Belgesel, muhafazakar, homofobik, transfobik bir toplumda, çocukları transseksüel, gay, lezbiyen, biseksüel gibi farklı cinsel yönelimlerle doğan ailelerin yaşadıklarını, savaşımlarını müthiş bir şekilde ifade ediyor. Çok yalın, Çok sade bir dille, onlar da bizim çocuğumuz diyor. İzlediğinizde hak vermemeniz, onların yaşadıklarına üzülmemeniz neredeyse imkansız çünkü o aileler de sizler gibi. Filmin sonunda salondaki bir seyircinin ne kadar şanslıyız dediğini duydum. Şanslı olmak mı bilmiyorum ama onların acılarına ortak olmayıp, bir de üstüne hayatlarını zorlaştırmak, yok etmek insanlık dışı bir şey, onu biliyorum. Bu sebeple, bir sinema yazarı olarak değil, her şeyden önce bir insan olarak size tavsiye ediyorum: Benim Çocuğum’u izleyin. İzleyin ve artık ötekileştirmekten vazgeçin! Lütfen!