“Heeeey!
Ne duruyorsun be, at kendini denize;
Geride bekleyenin varmış aldırma;
Görmüyor musun, her yanda hürriyet;
Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol;
Git gidebildiğin yere.” (Orhan Veli)
Birkaç gün önce bir afiş gördüm. Yeni zannetmiştim, değilmiş. “USS Indianapolis: Men of Courage” (2016) isimli, Nicolas Cage’in son yıllarda sıklıkla oynadığı çöp filmlerden biriymiş. Bu afişi görünce, Hollywood’da deniz ve denizcilikle ilgili nerdeyse her gün bir film çekilirken 8 binden fazla filmin çekildiği sinemamızın denize ve denizciliğe bakışının hayli yüzeysel olduğunu, bu tür filmlerin sayısının yüzde 1-2 arasında kaldığını söyleyebilirim. Üç tarafı denizlerle çevrili ülkemizde deniz temalı bu denli az film çekilmiş olması, denizci bir kültüre sahip olmadığımızın göstergesi sayılabilir. Zaten Çaka Bey’e kadar denizcilik faaliyetlerimizden söz edilemez. Çaka Bey’in damadı tarafından öldürülmesi, ardından Haçlı Seferleri ve Moğol saldırıları denizcilikle ilgili bütün girişimleri en başından yok etmiştir.
Denizci deyince aklıma ilk gelenin, Jules Verne’ün “yanağında bir kılıç yarası bulunan, kavruk yüzlü ve yaşlı denizci Kaptan Bill Bones” karakteri olduğunu söylemeliyim. Romanı okurken, hem kaptandan, hem de “kara köpek” lakaplı denizciden hem çok etkilendiğimi hem de çok korktuğumu hala hatırlıyorum. Daha sonra Birinci Paylaşım Savaşı’na girmemizin “nedeni” olduğu ilan edilen “Yavuz” ve “Midilli” gemileri aklıma geliyor. “Midilli” tek başına denizi ve denizciliği çağrıştırmasa da, adına türküler yakılan “Yavuz” denizciliğimizin nerdeyse simgesi haline gelmiş ve onunla özdeşleşmiş. “Bandırma” vapurunu, karadan yürütülen gemileri, “Nusret” mayın gemisini ve “kızıl sakal” Barbaros Hayreddin’i hatırlıyorum. Yeri gelmişken, günümüzde donanmanın kendini “Barbaros’un Torunları” olarak gördüğünü ve harp gemilerinin Barbaros Hayreddin Paşa’nın Beşiktaş’taki türbesini selamlamalarının geçmişle güçlü bir bağ kurduğu söylenebilir.
Geçmişle bağ kurmak demişken, Yeşilçam’da 1950’li yıllardan itibaren denizcilik temalı birkaç tarihsel film çekilmiştir. Malta’da esir tutulan Türk denizcilerin maceralarının anlatıldığı “Akdeniz Korsanları” (1949) bu konudaki ilk film sayılabilir. “Zülfikar’ın Gölgesinde” (1950), “Malkoçoğlu Kara Korsan” (1968), “Zagor Kara Korsanın Hazineleri” (1971), “Tarkan Viking Kanı” (1972), “Sabu Kahraman Korsan” (1972), “Kara Murat Denizler Hâkimi” (1978) bu filmlerden birkaçıdır. Ancak Kara Murat, Tarkan vb. gibi karakterlerin kahramanlıklarının anlatıldığı bu filmlerde maceralar denizden çok karada geçer ve gerek gemiler gerekse deniz basit birer dekor olmaktan ileri gitmez. Senaryosunu Nazım Hikmet’in yazdığı “Barbaros Hayreddin Paşa” (1951) isimli film, o dönemde hayli öne çıkmışsa da denizcilik kültürümüze ciddi bir katkıda bulunduğu söylenemez.
İkinci Paylaşım Savaşı sonrası Sovyetlere gözdağı vermek için Atlantik ötesinden gönderilen “Missouri” zırhlısı da ilk aklıma gelenlerden. 57 bin ton ağırlığında, 270 metre uzunluğunda, 1.600 mürettebatı bulunan ve Japonların teslim olduğu anlaşmanın güvertesinde imzalandığı bu geminin seçilmesinin tesadüf olmadığı açıktır. Tıpkı Türk-Amerikan ilişkilerini başlatan 12 Temmuz 1947 anlaşmasının da Missouri’nin gelişinden kısa bir süre sonra imzalanmasının tesadüf olmadığı gibi… “Missouri”nin yalnızca İstanbul’a değil Pire, İskenderiye, Napoli, Cezayir ve Tanca limanlarına da uğramış veya uğrayacak olması Amerika’nın Batı’nın çıkarlarının koruyucusu olduğunun ilanıdır. Geminin sadece İstanbul’a geldiği algısını yaratan siyasetçilerimiz ve aydınlarımız için “Missouri” ve “Amerika” bir “kurtarıcı” olarak kabullenilmiştir bile.
“Dolmabahçe’ye demirleyen ilk Amerikan gemisi, dünyanın en büyük savaş gemilerinden Missouri zırhlısıydı, yıl 1946, aylardan Nisan’dı. Görünürdeki sebep, bir buçuk yıl önce Amerika’da vefat eden büyükelçi Münir Ertegün’ün naaşını getirmekti. Kız Kulesi’ndeki levhada, Üsküdar ve Kabataş’taki camilerin mahyalarında “welcome” yazısı okunuyor, halk akın ettiği Dolmabahçe rıhtımını bayram yerine çeviriyor, Karaköy-Beşiktaş sahil şeridi ve Beyoğlu’ndaki -özellikle randevuevlerinin bulunduğu Abanoz Sokağı’ndaki- binalar bir örnek boyanıyor, 1.600 kişilik mürettebatı, basının kullandığı tabirle “dost ve kahraman Amerikan askerlerini” karşılama törenlerinde Sulukule dansözleri de görev alıyordu.” (Derya Bengi, Şimdiki Zaman Beledir)
Gemiyi “gönderen” Amerikan Başkanı “peygamber gibi temiz ve kusursuz” olarak nitelendiriliyor, aslında iki yıl önce ölen büyükelçinin bedeninin mezarından çıkarılarak niçin “şimdi” getirildiği görmezden geliniyor, İstanbul’daki genelevler, Amerikalı askerler hastalık kapmasın diye doktor kontrolünden geçiriliyor, genelevde çalışan “kadınlar” da göbeklerine “welcome” yazıyorlardı. Amerikalı askerlerin Türk kızlarıyla daha fazla vakit geçirmek için kendisine yaptıkları talebi Vatan gazetesi muhabiri Sinan Korle şu sözlerle aktarıyordu. “Konuşuyor, gülüşüyorduk, bir bahriyeli bana uzaktan işaret yaparak; “Benim şikâyetim var” dedi, buradaki annelerden şikâyetçiyim. Kızlarını çok sıkıyorlar. Saat altıdan sonra eve gitmek mecburiyeti var. Hâlbuki ben ancak beşte karaya çıkıyorum. Kızlarla sadece iki saatçik görüşebiliyorum.”
Daha sonra “Muavenet” isimli muhribimizin “Saratoga” isimli Amerikan gemisi tarafından vurulmasını hiç unutamadım, tabii yılışıkça yapılan “yanlışlıkla” oldu açıklamasını da. Bir de emperyalizm karşıtlığını simgeleyen “6. Filo Defol” eylemleri ile “Kanlı Pazar”ı. Bu yıllarda İstanbul ve İzmir limanlarını ziyaret eden donanma askerlerinin maceraları dillere destan olmuş ve özellikle eğlence hayatı onların etrafında dönmeye başlamıştır. Amerikan filosuna bağlı 15 geminin 21 pare top atışıyla karşılandığı, içindeki 10 bine yakın askerin 5 gün boyunca İstanbul’da kaldığı 1952 yılının Kasım ayında “gazeteci” Ümit Deniz şunları yazarken -hikâyesinin sonunda Amerikalıya parasının iade edildiğini sıkıştırmış olsa da- utanmış mıdır bilemiyorum ancak okurken şu an ben utanıyorum.
“Bahriyelilerin hemen hepsi sarhoş. Hani dut gibi derler ya. Tam öyle işte. Conilerden biri bizim polis Mehmet’i çağırıyor. Avucunda bir sürü dolar: “Hey soldier, come here. Take these.” Mehmet, Amerikalının uzattığı paralara hayretle bakıyor. Amerikalı zorla paraları Mehmet’in cebine sokuyor ve tekrar İngilizce “Biz iki millet çok dostuz, sen de benim kardeşimsin” diyor. Manzara hakikaten gözleri yaşartacak kadar güzel. İki asker öpüşüyorlar.”(Derya Bengi, Şimdiki Zaman Beledir)
Ardından Kıbrıs Barış Harekâtı esnasında kendi uçaklarımızın vurduğu “Kocatepe” muhribi, Japonya gezisi dönüşü yaşanan “Ertuğrul” faciası, Değirmendere ve Gölcük’ten aldığı lise öğrencileri ile sulara gömülen “Üsküdar” vapuru, tatbikat dönüşü Çanakkale Boğazı’nda batan “Dumlupınar” denizaltısı ise aklıma gelen acı olaylardan bir kaçı. Biraz daha büyümüş ve edebiyatla ilgilenmeye başlamış olmalıyım. “Gemisini terk etmeyen” romantik ve cesur kaptan imgesi, Sait Faik öyküleri ve Orhan Veli’nin “Gemlik’e doğru/Denizi Göreceksin/Sakın Şaşırma” dizeleri de unutamadıklarımdan. Deniz denince ilk anda aklıma gelenlerden kısaca söz ettikten sonra denizci nedir, kime veya kimlere denizci denir, onu anlamaya çalışalım.
Birine denizci demek onu denizci yapmayacağına göre denizci olmanın asgari şartları nelerdir? Örneğin yüzme bilmeyen birine veya sadece çok iyi yüzme bilen birine denizci diyebilir miyiz? Veya bir denizci, deniz canlılarını tanımalı mıdır? Onların isimlerini, göç yollarını, yuvalarını, yumurtlama mevsimlerini bilmeli midir? Veya kimseler görmüyor diye sintine basan, güverteyi doğaya zararlı kimyasallarla temizleyen veya elindeki çöpü denize atan biri denizci sayılır mı? Ömrünün ne kadarını denizlerde geçiren kişi denizcidir? Yılın sekiz-dokuz ayını seyirde geçirenler ile açık deniz petrol platformlarında aylarca kalanlara veya sadece üç-beş gününü bir yelkenlide veya yatta geçirenlere ne diyeceğiz? Sabit hatlarda çalışanlar mı yoksa farklı limanlara gidenler mi? Diyelim ki bu ve benzeri birçok soruyu yanıtladık ve bir denizci tanımı belirlemeyi başardık. İş bununla bitmiyor tabii ki; Güverteciler mi makinacılar mı, okuyanlar mı alaylılar mı, siviller mi askerler mi?
“Denizcilik, artık çok basit bir şey oluyor. Bugünden sonra artık çocuk bile bir gemiyi yönetebilecek. Artık rüzgâr hesaplamaları yok. Nerede olduğunu anlamak için pis bir gecede tek bir yıldız bulabilmen yeterli. . . Bak, bu saydam ölçeği yıldız haritasının üstüne koyup kuzey kutbu üstünde çeviriyorum. Ölçek üstüne yükseklik ve kerteriz çizgilerini çizdim. Şimdi bütün yapacağım iş ölçeği aşağıdaki haritanın üstündeki şu figürlerin tam karşısına gelinceye dek çevirmek. İşte şimdi geminin tam yerini bulabiliriz.” (Jack London, Deniz Kurdu)
Bir denizci hatta “gerçek” bir denizci tanımına ulaşabilsek bile denizciliğin her geçen gün kolaylaştığı doğrudur. Geçmişte tek bir pusula ile okyanusa açılanlar ile hava ve deniz durumunu uydudan izleyerek “kolayca” seyir yapanların hangisi “gerçek” denizcidir? Eskilerin günümüzdekileri asla denizci olarak görmeyeceklerini tahmin edebilir ve bu mantıktan hareketle günümüzdekilerin de gelecektekileri denizci olarak görmekten imtina edeceklerini söyleyebiliriz. Yine de hangi devirde olursa olsun, pergel, gönye tutamayan, harita okuyamayan, yıldızları tanımayan, sekstant, usturlap ve pusuladan habersiz, mevki atamayan, rota çizemeyen vb. kimselere denizci denilebilir mi, bilemiyorum.
“Yunan harbinde zırhlıların çıkışını Unkapanı Köprüsü’nden seyrediyordum. Tesadüfen yanımda kısaca boylu, aksakallı bir zat vardı. Bu zat, bir aralık kolumu çekerek ve Mesudiye zırhlısını göstererek “Aman kaçalım” dedi, “şimdi gemi köprüye çarpacak.” Hâlbuki Mesudiye henüz Ayvansaray önlerindeydi. Beni çeken ihtiyar “Hey gidi günler hey, biz, on dört kişi bir tarafta, on dört kişi diğer tarafta üç ambarlı Mahmudiye’nin dümenini kullanırdık. Bunlar, dümeni parmakla idare olunur gemiyi kullanamıyorlar” dedi. İhtiyarın dediği çıktı. Mesudiye geçidini tutturamadı ve gümbür gümbür köprüye bindirdi.” (Reşad Ekrem Koçu, Tarihimizde Garip Vakalar)
İnsan pek çok kokuyu alabilir ancak çeliğin kokusunu ve tuzlu suyun her zerresini ancak bir denizci vücudunda hissedebilir. Herkes kıyıdan bir gemiye bakabilir, görebilir ancak bir denizci ona isim verir. Bir denizci için “şu gemi” diye bir şey yoktur, o geminin bir ismi vardır ve denizci her gemiyi ismiyle tanır, bilir. İçme suyuna “tatlı su” diyen kişinin bir denizci olduğunu söyleyebiliriz. Veya “kıç üstü” sözünü duyunca aklına gemisi gelen kişi denizcidir. Denizci geleneğine göre bir denizci, şapkasını giyen bir kadını öper, öpmelidir. Oysa bu zoraki bir öpme değildir, bir denizci şapkasını kötü niyetleri için kullanmaz. Veya bir mumdan her sigara yakıldığında bir denizcinin öldüğüne inanılır ve böyle bir durumla karşılaşan denizciler üzülürler. Denizcinin ölümü demişken tatbikat dönüşü Çanakkale Boğaz geçişi esnasında ticari bir geminin çarpması sonucu “vatan sağolsun” diyen 81 denizcisiyle batan Dumlupınar denizaltısını ve hüzünlü bir aşk hikâyesini anlatmak istiyorum.
Gelibolulu bir kız ile Dumlupınar denizaltısından bir subay âşık olmuşlar ve nişanlanmışlardır. Birbirlerini çok az görebildiklerinden, bu denizci, nişanlısına el feneriyle mors alfabesini kullanarak “seni seviyorum” yazmayı öğretir. Böylece her boğaz geçişinde bu yöntemle haberleşeceklerdir. Bu durumdan kısa zamanda bütün bahriyenin haberi olur ve iki sevgilinin aşkı dillere destan olur. Denizci, o gün de nişanlısına boğazdan geçeceklerini söyler ve kendisini beklemesini ister. O gece iki denizaltı boğazı geçecektir. Dumlupınar önde, İnönü arkadadır. Kız, her zamanki gibi el feneriyle “seni seviyorum” yazar ancak yanıt alamaz. Birkaç defa daha yazar ancak cevap yoktur. Arkadan gelen denizaltının komutanı kıza cevap verilmediğini görünce, kızın üzüleceğini düşünür. Israrla “seni seviyorum” yazan kıza kendi gemisinden yanıt verilmesini ister. Personelin “ne yazalım komutanım” sorusuna ise şöyle der: “Ebediyete Kadar.” Oysa o esnada Dumlupınar denizaltısı “ebediyete” kadar kalacağı boğazın derinliklerine doğru hızla batmaktadır.
Denizcilik tarihine baktığımızda, denizciliğin genellikle sert ve maceraperest erkeklerle özdeşleştirildiğini görüyoruz. Ne var ki bu da yetmemiş, denizcilerin girdiği çatışmaların izlerini yüzünde, gözünde, bacaklarında hatta ellerinde taşıyan korkusuz ve acımasız olması beklenir olmuştur. Bir gözü, bir eli veya bir bacağı olmayan, tahta bacaklı, kanca elli veya gözü bantlı, omzunda papağanı, meşhur şapkası ve üzerinde kuru kafa figürü bulunan siyah bayrağıyla korsanlıkla denizcilik çoğu zaman özdeşleştirilmiştir. Sıradan insanın böyle bir maceraya ve bilinmezliğe atılmasına tarihin hiçbir döneminde ihtimal verilmemiştir. Osmanlı’nın son dönemlerinde de İstanbul’un bitirimlerinin isminin önüne “bahriyeli” unvanı koymak “delikanlılık” göstergesi olmuştur. “Bahriyeli Ahmet” (1963) ve “Bahriyeli Kemal” (1974) filmleri bu temayı işleyen “karacı” filmlerdir. Yalnızca kahramanlık değil, komedi filmlerinde de denizcilere yer verilmiştir. “Adalardan Bir Yar Gelir Bizlere” (1964), “Süt Kardeşler” (1976) ve “Cilalı İbo Donanmanın Gülü” (1987) filmlerinde denizcilerin komik maceraları işlenmiştir. Tabii bununla da yetinilmemiş “Çılgın Bakireler” (1971) ve “Alman Gelin” (1977) gibi “erotik” filmlerin afişlerinde, çıplak kadınların arasındaki adamların kafalarına birer denizci şapkası kondurulmuştur. Bu belki de her limanda bir sevgilisinin olduğu iddia edilen denizcilerin “cinsel” güçlerine bir göndermedir.
Açık denizler özgürlük ve yalnızlık, sahiller aşk ve hüzün, denizlerin altı macera ve gizem, denizciler ise masumiyet imgeleri olarak sinemada kendine yer bulmayı başarmıştır. Denizcilerin yazın beyaz, kışın siyah giymeleri bir metafor olarak birkaç filmde başarıyla kullanılmıştır. “Hanım” (1988) filminde, filmin kahramanı Olcay Hanım’ın, ölen denizci kocasının beyazlar içinde görülmesi gençlik günlerini, hayatlarının baharını, mutlu oldukları günleri, masumiyeti ve geçmişe özlemi ifade eder. Kadına âşık yaşlı denizcinin ise siyahlar içinde görülmesi hayatlarının sonbaharını, masumiyetin yitirildiğini ve acıyı simgeler. Zamane gençlerinin Olcay Hanım’a sataşmaları, komşularının kedi beslediği için kendisiyle alay etmeleri, öz kızının kendisini umursamaması, ölümünün ardından kedisine bakacak kimseleri bulamaması, hatta belediyenin birçok sokak kedini öldürmesi, her şeyin kötüye gittiğini gösterir. “Benim Sinemalarım” (1990) filminde de Nesibe karakterinin çocukluk günlerinden beri aradığı masumiyet, bir denizci ve beyaz üniforması üzerinden başarıyla işlenmiştir.
Kerime Nadir’in “Hıçkırık” romanı, Yeşilçam tarafından aynı isimle 1953 ve 1965 yıllarında iki kez filme çekilmiştir. Filmin başrolündeki Kenan’ın denizci subay olan babası 1953 tarihli filmde siyah üniforma ile görülürken 1965 tarihli filmde beyaz üniforma ile görülür. Beyaz üniformanın denizci imgesiyle daha çok örtüştüğü düşünülmüş olmalı ki, böyle bir değişikliğe gidilmiş. Ayrıca ilk filmde Kenan subay değilken, ikinci filmde babası gibi deniz subayı olur ve beyaz üniformasıyla ekrana getirilir. Bu yıllarda Ediz Hun’un denizci subay rollerinde oynamış olmasının böyle bir tercihi akla getirdiği söylenebilir. Dumlupınar şehitlerine adanan “Kahraman Denizciler” (1953) filmini ben görmedim ancak sinema kitaplarında başarısız bir film olduğu söylenmektedir. Çanakkale Savaşlarını işleyen “Çanakkale Arslanları” (1964) ve donanmaya ait gemilerde çekilen “Denizciler Geliyor” (1966) filmleri de açıkça kötü filmlerdir.
“Yalnızlar Rıhtımı” (1959) filminin bir dönüm noktası olduğunu söyleyebilirim. Attila İlhan’ın senaryosunu yazdığı film, aşkı, denizciliği ve hüznü başarıyla harmanlamıştır. Bu kısa dönemde “Yalnızlar Rıhtımı” filminin etkisiyle olsa gerek aşkı ve denizcileri bir araya getiren birçok film çekilmiştir. “Bir Bahar Akşamı” (1961), “Bir Yaz Yağmuru” (1961), “Sabır Taşı” (1961), “Kısmetin En Güzeli” (1962), “Sahte Nikâh” (1962), “Çam Sakızı” (1962), “Kelepçeli Aşk” (1963), “Kadın Parmağı” (1966), “Izdırap Şarkısı” (1965), “Sevda (1967), “Sonbahar Rüzgârları” (1969), “Kördüğüm” (1970), “Öp Beni” (1970), “Kaderimin Oyunu” (1972), “Siyah Gelinlik” (1973), “Bir Yabancı” (1974), “Derya Gülü” (1979) bu filmlerden birkaçıdır.
“Hoşçakal İstanbul”dan (1996) “Görgüsüzler”e (1982), “Herkes Kendi Evinde” (2001), “Mahallenin Namusu” (1953), “Bir Film Ekmek” (1958), “Kaç Para Kaç” (1999), “Elmayı Kim Isırdı” (1986) gibi filmlerde az veya çok denizci karakterine yer verilmiştir. “Karadeniz Postası” (1949), “Sahildeki Kadın” (1954), “Son Mektup” (1957), “Günah Bende Değil” (1958), “Fırtına Kaptan” (1958), “Son Yolcu” (1959), “Mahalle Arkadaşları” (1960), “Liman Yosması” (1960), “Bir Yaz Yağmuru” (1961), “Minnoş” (1961), “Küçük Hanım Avrupa’da” (1963), “Nazar Değmez İnşallah” (1965), “Hindistan Cevizi (1967), “Sabah Olmasın” (1969), “Fedakâr Kaptan” (1970), “Denizden Gelen Kız” (1972), “Denizden Gelen Kadın” (1978), “Kaptan” (1984), “Alev Alev” (1984), “Kurtar Beni” (1987), “Deniz Kızı” (1987), “Temas” (1987), “Deniz Yıldızı” (1988), “Kurt Kanunu” (1991), “Gemide” (1998), “Denizden Gelen” (2009) ve “Sarmaşık” (2015) bu filmlerdendir.
Yeşilçam’da deniz hikâyeleri anlatılırken zenginlik ve zenginler de unutulmamış, zenginliğin en büyük göstergesi sayılan yat ve kotralarda geçen maceralara yer verilmiştir. “Ebediyete Kadar” (1955), “Anası Gibi” (1956), “Altın Kafes” (1958), “Zorlu Damat” (1962), “İstanbul Tatili” (1968), “Bir Sevgili Uğruna” (1969), “Bütün Aşklar Tatlı Başlar” (1970), “Hayat Bayram Olsa” (1973), “Reisin Kızı” (1974), “Bitirimler Sosyetede” (1974), “Bir Yabancı” (1974), “Ah Bu Gençlik” (1975), “Bodrum Hâkimi” (1975) ve “Devlerin Aşkı” (1976) filmlerinde zenginlikle özdeşleştirilen “erkekler” yelkenli, kotra veya yat güvertesinde gözükürler, tabii güzel kadınlarla birlikte.
Açık denizlere ve gemilere kıyasla daha rahat çekim olanaklarının bulunması dolayısıyla Yeşilçam’da sinema-deniz ilişkisi genelde balıkçılar üzerinden işlenmiştir. “Kanlı Deniz” (1974), “Deniz Yıldızı” (1988), “Fırtına” (1977) bu filmlerin önde gelenlerindendir. Erkek balıkçı karakterinin öne çıktığı bu filmlerde mert ve korkusuz balıkçı, zengin ve şımarık kıza hayatının dersini verir ve finalde kız erkeğe boyun eğer ve “balıkçı”ya kadar kızın gerçek bir erkekle tanışmadığı için şımarık olduğu ima edilir. Bu filmlerde erkek egemen bir dil hâkimdir. “Denizkızı” (1944) bir balıkçıya âşık olan ancak aradığı aşkı bulamayan bir kızın, “Şeytan Kayaları” (1970) ise bir Türk balıkçısıyla, Yunan kızının aşkını işler. “Balıkçı Güzeli” (1953), “Balıkçının Kızı” (1958), “Rüzgâr Zehra” (1960), “Dişi Kurt” (1961), “Balıkçı Güzeli Zilli Nazife” (1967), “Kara Gözlüm “(1970), “Balıkçı Kız” (1972), “Balıkçı Osman” (1973), “Üç Balıkçı Kız” (1973), “Yaban” (1973), “Merhaba” (1976), “Alev” (1977), “Tatlı Nigar” (1978) filmleri bunlara örnek gösterilebilir.
“Önemli bir görevde olan birisinden, Osmanlıların Venedik’i isteseler ele geçirebileceklerini ancak orada abdest almak için tatlı su bulunmadığından bu işten vazgeçtiklerini işittim. Denize bu kadar az önem vermeyi sürdürdükleri sürece, böyle bir şeyin olabileceği asla düşünülmemelidir. İhmallerini örtmek ve bu konuda karşılaştıkları başarısızlıkları üzerlerinden atmak için, Tanrı’nın denizcileri Hıristiyanlara, karaları da Müslümanlara verdiğini söylerler. Hıristiyanların ortak çıkarları için onların bu derin uykudan hiçbir zaman uyanmamalarını dileriz çünkü Türkler, günün birinde denizde güçlü olmayı akıllarına koyarlarsa ve gerektiği gibi çalışırlarsa, bütün cihanın önlerinde eğileceğinden kimsenin kuşkusu olmasın.” (Ricaut de la Marliniere)
Yukarıdaki sözü ilk okuduğumda çok üzülmüştüm. Barbaros Hayreddin “Denizlere hâkim olan cihana hâkim olur” demişse de, genel olarak bu ilkeden çok yukarıda adı geçen İngiliz siyasetçinin sözlerine uygun davrandığımız söylenebilir. Ayrıca denizlere hâkim olmayı salt askeri açıdan görmemek gerekir. Güçlü bir donanma olsa da, deniz turizminden bilimsel araştırmalara, balıkçılıktan taşımacılığa kısaca denizi sevmeye ve denizle iç içe yaşamaya yönelik denizcilik kültürümüz hayli zayıftır. İsmini belirtmeyeceğim bir deniz sınırımızda, yıllar önce “bizim” tarafın kendi kaderine bırakıldığını oysa bir metre “ötesinin” insanların güneşlendiği, yüzdüğü ve sohbet ettiği bir yer olması beni çok üzmüştü. Şimdi nasıldır bilmiyorum. Veya niçin Mersin’den İzmir’e veya İstanbul’a oradan Sinop’a veya Trabzon’a deniz yoluyla seyahat edemiyoruz, bilemiyorum. Yüzme ile olan ilişkimiz ise çok acıklı. Birkaç küçük yarışma dışında yat ve yelkencilik geleneğimizin de olduğu söylenemez. Su altı ile ilgili konulara ve yüzme ile ilişkimize değinmek bile istemiyorum.
Yeryüzündeki yaşamı başlatan, evrimleşip gelişmesini sağlayan ve idame ettiren güç, hiç kuşkusuz sudur. Bir ceninin yüzde doksan dokuzu, bebeğin yüzde doksanı, erişkinin yüzde yetmişi ve ihtiyar bir insanın yüzde ellisi sudur. Uygarlıklar su kenarlarında kurulmuştur. Yaşam su ile başlamıştır ve suda başlayan yaşam, su sayesinde sürmektedir. Su canlılara hayat verdiği gibi aynı zamanda da yok edebilecek korkunç bir güçtür. Sümerlerden günümüze bütün mitolojilerde ve dinlerde anlatılan Nuh Tufanı bu gücün anlatımıdır. Çeşitli halkların yaratılış mitolojilerinde insan, hangi malzeme çoksa ondan yaratılmıştır. İnsanın, Navajo mitolojisinde mısır başağı, Norveç mitolojisinde ağaç, Yunan mitolojisinde kayadan yaratıldığı anlatılmışsa da, su hep vardır. Bilinen en eski anlatılardan olan Babil yaratılış destanı “Enuma Eliş”, “Başlangıçta sadece su ve onun üzerinde salınıp duran sis mevcuttu” derken, Türk yaratılış mitolojisi şöyle başlamaktadır.
“Dünya bir deniz idi, ne gök vardı, ne bir yer,
Uçsuz, bucaksız, sonsuz, sular içreydi her yer!
Tanrı Ülgen uçuyor, yoktu bir yer konacak,
Uçuyor, arıyordu, katı bir yer, bir bucak.”
Kozmogoni ve kozmolojisinde suya yer veren bir kültürün suya bu denli uzak ve ilgisiz kalmış olması izaha muhtaçtır. Sayıca az olan ve birçoğuna yazımda yer verdiğim filmlerde gemiler, denizciler, sahiller vb. kullanmış olsa da bu filmlerin deniz ve denizcilik kültürümüze katkıda bulunmadığı gibi ve çoğu kez birer dekor olarak kalmıştır. Halkın deniz ve denizciliğe ilgisizliği ortadayken sinemamızın denizcilere, gemilere, denize, sahillere, rıhtımlara, limanlara ve balıkçılara bakışının farklı olmasını beklemek tuhaftır. Bu durum tersine çevrilebilir mi derseniz, pek ümitli değilim.
Öteki Sinema için yazan: Salim Olcay