2. Dünya Savaşı sonrası Romanya Halk Cumhuriyeti ve Nicolae Ceaușescu (Nikolay Çavuşesku) dönemi ya da diğer adıyla sosyalist rejimin yaşandığı süreç Doğu Avrupa bloğuna ait Romanya için katastrofik etkilere sahiptir. Nitekim, 1980lerin sonunda yine daha çok Doğu Avrupa’da görülen reform dalgasından etkilenen ülke, Çavuşesku tarihinin çöküşüne şahit olur. Bu süreçten sonrasında ise geçmişin problemleriyle boğuşan ülke 2007 yılında Avrupa Birliği’ne üye olur.
Öteki Sinema için yazan: Mustafa Yahşi
2005 yılında yaşanan gerçek bir olaydan esinlenen Romanya Yeni Dalga Sinemasının önemli olarak görülen Cristian Mungiu’nin Dupa Dealuri (Tepelerin Ardında) filminin hikayesini, karakterlerini anlamak için Romanya’nın yakin tarihine ışık tutulmasının gerekli olduğu kanaatindeyim. Bununla beraber yönetmenin Çavuşesku döneminin son demlerini arka plan edindiği ve kendisine Cannes Film Festivali’nden Altın Palmiye ödülünü getiren “4 luni, 3 saptamâni si 2 zile” (4 ay, 3 hafta, 2 gün) filmiyle ilişkilendirdiğimizde daha makul bir saptamaya varılacağına inanıyorum.
Tepelerin Ardında, yetimhanede geçirilen ve zorlu koşullar sonrası gelişen özel ilişkilerinin ilerleyen zamanlarda yollarının ayrılmasıyla kesik yediği Voichita ile Alina’yı merkezine alıyor. Alina geçimini sağlamak için gittiği Almanya’da tutunamayınca, Voichita’yı da yanına alıp yolculuğunu sürdürmek istiyor ancak Voichita ayrı geçirilen zaman içerisinde kendi yolunu bulmuştur (bulduğunu düşünür).
Voichita, gözlerden uzak bir kilise de rahibe olma şansını yakalamıştır ve bu hayatı bırakıp gitmek kendisi için fazla cesur bir hareket olacaktır. Alina ise Voichita’yı kazanmak için elinden geleni yapmaya hazırdır, belki de fazlasına bile. Alina’nın arkadaşına rahibe hayatının yanlışlarını gösterme çabaları, sonrasında rahibe olma isteği gibi hareketleri ise Alina’yı kazanması için yeterli olmaz.
*Yazının devamının film izlendikten sonra okunması tavsiye edilir!
Filmde,hayatında değer verdiği tek insanın da elinden gitmesiyle, bunalım ve psikoza giren Alina üzerinden Ortodoks kilisesi ve dogmalarının eleştirildiği bir sürece giriliyor. Alina’nın içindeki şeytandan kurtarılması için yapılan ayinler, işkenceler karakterin ölümüyle sonuçlanıyor. Bu çarpıcı durum sonrasında Alina kendi uyanışını yaşıyor, lakin ne fayda!
Rahibelerin rahibe karşı herhangi bir sorgulama olmaksızın biat etmeleri,başrahibin isterse tanrıyı oynayacak güce sahip olduğu bir çevrede geçmesine rağmen film, yönetmen kilise insanları üzerinden oynamalar yaparak filmi iğreti olabilecek pozisyona düşürmemiş. Devlet tarafından fazlasıyla desteklenen kilise,insanların ekonomik kurtuluş(hayatta kalma) olarak gördüğü bir kurum olarak beliriyor.
Gözlerden uzak, göreceli ırak bir set ortamı oluşturan yönetmen, film boyunca kilise dışarısındaki hayatın zorluğunu ifade etmek için doğadan faydalanıyor (kar, kış ve kaçacak yer olmaması). Kasvetli ve karanlık tonlar kullanılan filmde kiliseye gelip giden araçlar olmazsa yaşanılan dönemin 2000li yıllar olduğuna inanmak zor. İzleyiciyi çoğunlukla sabitleyen yönetmen hikayesini de bu şekilde daha etkileyici aktarıyor.Kurguya az yer verilen, müziğin tercih edilmediği yapım derdini çoğunlukla başarılı bir şekilde aksettiriyor perdeye. Voichita’yı perdede canlandıran Cosmina Stratan’ın etkileyici bir performans verdiğini belirtmeliyim ki buna çoğu zaman Cristina Flutur (Alina) da eşlik ediyor.
Din-kilise-rahip günümüz dünyasında nerde yer alıyor sorusunu irdeliyor yönetmen, ancak kendisinin önyargılı bir yaklaşımı olduğu da bazı sahnelerde hissediliyor kiliseye karşı. Sorgulama olmaksızın herhangi bir şeyin kabul etmeyi kendisi de doğru bulmadığını aktarıyor nitekim. Ve bu yaklaşımını da güzel bir şekilde dile getiriyor (Hastanede kadın hekim üzerinden yapılan konuşma vesilesiyle.)
Son olarak filmden göreceli bağımsız olarak Mungiu’nin tarzının Nuri bilge Ceylan ile benzediği yönünde görüşler de olsa, iki yönetmenin de minimalist tarza sahip olmaları dışında belirgin ortak noktaya sahip olduklarını düşünmüyorum. Mingui hikayesini anlatırken çiğlik duygusu uyandırmazken, Ceylan sinemasında aynı şeyleri hissetmek zor. Ceylan’ın karakterlerinin da tutarlılık ve gelişim açısından zaman zaman sıkıntılar taşıdığı kanaatindeyim. Diğer taraftan Ceylan’ın kamerasını çok daha etkin şekilde ve kendi farkını yansıtarak kullandığını da belirtelim.