Bilimkurguya sıradan bir seyircinin gözünden bakarsak (ki en keyiflisi budur!) bu filmlerin genelde ikiye ayrıldığını görürüz; karanlık bir gelecek tasvirine sahip distopik işler ve düş gücünün bilimkurguya olanak tanıdığı ölçüde yapılan fütüristik güzellemeler…
Bu iki ayrı tanımın H.G. Wells ve Jules Verne için de yüzeysel bir şekilde doğru olduğu söylenebilir. Welles’ın Dünyalar Savaşı adlı romanında konvansiyonel silahlarla birbirini öldürmek için elinden gelen her şeyi yapmaya hazır insanoğlunun ilk dünya savaşını öngörmüştü. Jules Verne ise bireysel hırslarının ve acılarının onları yönlendirdiği ve kişisel yolculukları için teknolojinin iyi, kötü bütün olanaklarını kullanan karakterlerin hikayelerini anlattı ve bunu iyi şekilde yaptı. Özünde iki adam da insanoğlunun ilk taş baltayı kullandığı andan beri girdiği serüveni resmetti. Tabii birinin öyküsünde taş balta başka bir insanın kafasını yararken, diğerinde onunla köylerine saldıran kılıç dişli kaplandan intikam alan adamın öyküsü vardı. Wells’ın distopik bir dünyayı tasvir ettiği Time Machine adlı eseri de bu bağlamda karanlık bir öyküdür. Medeniyetin en yüksek zamanında (1900) Darwinist bilgiyle donanmış batılı geleceğe gittiğinde insanın kendini ve daha kötüsü yaratmak için canını verdiği medeniyetini nasıl hunharca yok ettiğine şahit olur. Kaçınılmaz olan da sonunda gerçekleşmiştir; insan ırkı kendi bilgisine ve medeniyetine sırt dönmüştür, zira elinde kaynak olmadığı için cahil kalmaz, merak duygusu yok edildiği için cahil kalır. Bu durumda, Verne’in aksine, onun günümüz tüketim kültürüne olan isabetli bakışını gösterir. Time Machine’in 1954 tarihli uyarlamasıysa bu olumsuz gelecek tasvirini insanlığın kusurlu tabiatından çok tarihin kırılma noktalarına olan ziyaretlerle bağdaştırır. Basılı versiyonundan, insanlığa bakış anlamında en belirgin farkı da mutluluğu geleceği aydınlatmakta bulan karakteridir. Kitapta durum daha karamsardır, ana karakter dünyanın insanoğlunu sadece bir parazit olarak gördüğü gerçeğiyle yüzleşir ve yeryüzünün daha soğumadığı döneme giderek kendi sonunu hazırlar.
Aynı düşünceyle Verne’i incelediğimizde, onun insanlıktan çok ‘insan’ tabanlı işler yaptığını görüyoruz, keza Denizler Altında 20.000 Fersah gibi bir klasiğin temel noktası da bu düşünceye dayanıyor: İnsanlık, ‘insanı’ öldürür mü? Her ne kadar Verne’ın; Kaptan Grant’in Çocukları, İki Yıl Okul Tatili, 15 Yaşında Bir Kaptan gibi eserleri genelde Türkiye’de ve dünyada “Kitap okumayan veletlere okumayı sevdirelim kampanyası” dahilinde tutulsa da, kendisi sonu trajik biten hırslı kahramanların hikayelerini çokça anlatmıştır. Fatih Robur gibi dünyada savaşları bitirmek isterken kendisini en büyük savaşı verirken bulan karanlık yanı güçlü, idealist kahramanlar. Ufak bir parantez açarak, üstadın Osmanlı zamanında İstanbul’da geçen öyküsünün İnatçı Keraban adlı başkarakteri de farklı özelliklerine rağmen Bir Kaptan Nemo kadar nevi şahsına münhasır ve deli.
Verne uyarlamalarının da genelde bahsettiğim, fütürist ve teknoloji hayranlığı taşıyan yanları yüceltilmiş, macera odaklı işler olması da sinemanın görsel zenginliğinin biraz da teknolojiyle birlikte gelişmesinden kaynaklanabilir. Georges Melies Ay’a Seyahat’i uyarladığında yarattığı görsel dünyanın aya yolculuğun kafalarda yarattığı bilimsel coşku ve imkanlardan daha çok ilgi gördüğü unutulmamalı.
Farklı yollarla ve endişelerle eserler vermiş bu iki adamın bugün bilimkurguyu klasik anlamdan daha fazla etkiledikleri (hemen bkz: Steampunk) ve eserlerinin derinliğiyle etkilemeye devam ettikleri yadsınamaz. Sinemayı ne kadar etkilediklerini ise Kubrik’ten Ridley Scott’a, oradan da yolunuz düşerse James Cameron’a sorabilirsiniz.
Öteki Sinema için yazan: Tolga Aydın
Görseller gerçekten harika. Yazarken bunlar görülseydi çok daha güzel bir yazı olurmuş. Ellerinize sağlık.