Belgesel sinemanın önemli isimlerinden Bingöl Elmas’la belgeselin görünen ve görünmeyen yüzünü, festivallerdeki konumunu, çekim koşullarını ve etkilerini konuştuk…
Öteki Sinema için söyleşen: Banu Bozdemir
Son zamanlarda belgesellerin biraz kısa filmlerin önüne geçtiğini düşünüyorum sen ne dersin?
Söyleyeceklerimden hoşlanmayacaksınız belki ama bence kurmaca dünyası belgeseli yeni keşfetti. Belgesel sinema Türkiye’de yıllardır üretiliyor ve de izleyicisiyle buluşuyor. Bütün coğrafyaya yayılmış gösterimler, etkilikler oluyor. Belgesel Sinemacılar Birliği’nde çalışırken sayısızca kent gösterimleri, özel gösterimler yapıyorduk hala da devam ediyor. Ki o zaman daha belgesel sinemanın, belge videolarından, haber programlardan, tanıtım ya da propaganda filmlerinden, hayvanlar âleminden farklı bir şey olduğunu tarif etmeye çalışıyorduk. 1001 Belgesel Film Festivali’nde nitelikli belgesel sinema örneklerini izleyiciyle buluşturuyorduk. Daha sonra Documentarist’in bu alana ciddi bir katkısı oldu ve devam ediyor. Desteksiz bir şekilde yıllardır devam ediyor ve iyi bir izleyici potansiyeli var. Diyebilirim ki belgesel sinema kendi izleyicisini aradı buldu, yetiştirdi, çoğalttı. Bu arada tabi ki Filmmor’un belgeseli önemseyen ve öncelikleyen tavrını ya da! F’in salon ayrımı yapmadan karma programlar yaparak sayısı az olsa da belgeseli eşit koşullarda izleyicisiyle buluşturmasını vurgulamak isterim.
Belgesel sinema açısından kent ve özel gösterimler izleyici açısından karma ve büyük denen festivallerdeki gösterimlerden daha verimli buluşmalara vesile oluyor. Bana göre belgesel sinemanın buluşmayı başaramadığı şey kurmaca dünyası ve sinema sektörü. Festivallerde o kadar ayırımcı bir programlama sitemi var ki kesişmek imkânsız. Yedeklenen, programa dolgu olan belgesel sinema ve kısa film bir köşede olup bitiyor. Sinema dünyası türler arasındaki hiyerarşik ve ayrımcı yaklaşımı çok içselleştirmiş. Sinema ile ilgili her türlü çalışma ve faaliyette bunu görmek mümkün. Belgeseli ya da kısa filmi dikkate almamak, görmezden gelmek, sürgün salonlarda göstermek, programlarda dolgu malzemesi haline getirmek, programa almamak, Türkiye Sineması ile ilgili yapılan çalışmalarda belgeseli yok saymak gibi bir dolu şey sayabilirim. Yönetmelikler ya da metinler oluşturulurken sektörün bu metinlerde belgesel sinema ismini bile geçirmeme konusundaki direncine tanığım.
Sektörün içindeki bu ayrımcı yaklaşım o kadar normalleşmiş ki bunlardan bahsettiğinizde mesele kişiselleştiriliyor ya da sizin memnuniyetsizliğiniz olarak algılanıyor. Tüm bu yaklaşımın orta yerinde… Bir diğer fark ettiğim şey bence komik ama gerçek. Sektörde belgesel sinema bir kurmaca film üretmek için geçilen bir aşama olarak görülüyor. Dolayısıyla “normal film” üretene kadar meşgul olunan bir alan, bir basamak olarak düşünülüyor. Kurmaca çeken ve artık festivallerde A sınıf ağırladıkları yönetmen bir sonraki yıl belgeseller karşılarına çıkınca, nasıl davranacakları konusunda sıkıntı yaşıyorlar yani daha doğrusu A sınıf ağırlayacaklar da bunu nasıl formüle edeceklerini bilemiyorlar. Ya da işte kurmaca dünyasının başka bir keşif nedeni öyle ya da böyle sistematik olmasa da belgesel sinema alanında desteklerin olmaya başlaması, imkanların doğması gibi gibi daha bir dolu şey sayabilirim.
Biraz bir dokun bin ah işit gibi oldu ama… İşin şakası tabii, dolgu program olma kısmına tamamen katılıyorum ama bu farkındalık halini ben bunu biraz daha popülerleşme olarak algılıyorum.
Türkiye gündemine etki eden çalışmalar oldu, üstü örtülen, resmi tarihin görmezden geldiği birçok konu belgesel sinemanın katkısıyla görünür oldu. Bu tabi ki bu üretim alanına olan ilgiyi de arttırdı. Ya da sansür meselesindeki tartışmalar, eylemlerde başrol belgesel sinemaydı.
Belgesel sinemada üretim istikrarlı bir şekilde devam etti ve nitelik ve nicelik olarak arttı. Daha çok çeşit belgesel var, karma formlar denenerek yapılan daha cesurca işler var.
Ele alınan konular, potansiyeli, izleyicisiyle kurulan ilişki, sansüre karşı duruşu ya da sansürün birincil hedefi olması sektör nezdinde popülerleştirdi. Ama bu keşif hala eşit ve dikkate alan bir tutumu doğurmamış. Hala aynı festivalde kurmaca üretenler ve izleyicisi ayrı, kısacılar ayrı, belgeselciler ayrı birbirine değmeden olup bitiyor.
Evet, ben de festivallere gidip izleyememekten şikayetçiyim tamamen uzun metraja kanalize oluyoruz.
Bunun çözmenin en iyi yolu karma program yapmaktan geçiyor. !F bunu yapıyor ve eskiden bir zamanlar İstanbul Film Festivali de yapıyordu. Salonları ve programı ayırmadan yapılan gösterimler oldukça iyi sonuç veriyor.
Festivallerin gösterim alanları festivaller, onun dışında pek de fazla gösterim alanı yok. Biraz da bunu bile bile gönül verme hali?
Ekonomik olarak baktığında gerçekten mucize gerçekleştiriyorsunuz. Çoğu zaman sıfır bütçeyle aylarca süren çalışmalar yapıyorsunuz, ekonomik şiddetle baş başa. Kaçıncı filminiz olursa olsun her seferinde sıfırdan başlıyorsunuz. Çünkü bu anlamda oturmuş bir sektör yok, ülkenin bir sinema merkezi yok ya da sinema politikası yok, olan da içeriği nasıl kontrol altına alırız biçimde formüle edilmiş. Tüm bu üretim koşullarında belgesel sinema ile uğraşmak bir varoluş şekli işte, ifade alanı. Evcilik’te de Pippa’ya Mektubum’da da diyebilirim ki köy köy kasaba kasaba dolaştım ve çok insan buluştum. Verimli, etkileşimi bol, ileriye dönük buluşmalara vesile olan buluşmalar bunlar. Kadın olmak, toplumsal cinsiyet, ötekine davranış, iyilik kötülük, erken evlilik, sinema üzerine saatlerce konuştuk, neler yapabiliriz diye tartıştık uzun uzun, bazen bunlar birer kampanyaya dönüştü bazen bir tez çalışmasına dönüştü, bazen bir derneğin oluşumuna öncülük etti bazen de iç dökmeye, dertleşmeye vesile oldu. Bunlar manevi olarak sizi o kadar tatmin ediyor ki geri kalanın üstesinden gelirim diyorsunuz.
Eser işletme belgesi denilen göz ardı edilen, istenmeyen uyuyan dev mi desek bir anda uyandı ve gündemi bağladı, filmleri, festivalleri etkiledi bu konuda neler söylersin?
Bunun bir tehdide dönüşeceğini tahmin etmek zor değildi, geç bile kaldı. Devlet aklı çok tanıdık, bildik. Biz sinemacılar niyeyse her seferinde yeniden keşfediyoruz. O belgenin içerik müdahalesine dönüşeceği çok açıktı ve hatta bunu sinema sektörünün kendi eliyle uygulayacağı bir sansür aracına dönüşeceği de. Ve sonucu gördük hep birlikte, daha da çok şeye gebe. Sansürü doğuran, içselleştiren zihinsel alt yapısıyla gerçekten uğraşmadıkça türlü kılıklarda karşımıza çıkacaktır. Bazen bir yönetmelik maddesi olur, bazen bir seçim kriteri olur, bazen bir dağıtım tercihi olur ama mutlaka olur. Bu konuyu uzlaşarak çözemeyiz. Şimdiye kadar yapılan hep böyle bir yöntemdi, meselenin etrafında dolanmak, zamana yaymak, bakanlık koridorlarında pazarlık yapmak. Bu yollar ancak sorunu kalıcı kılar.
Festivallerde sansür belgesi zorunluluğuna tüm sektörün net bir şekilde karşı çıkması lazım aksi halde uygulayıcısı olarak buluruz kendimizi. Yapılan boykot ve eylemler anlamlı ve gerekliydi. Başka şeylerle de bu direncin devam etmesi gerekiyor. Mutlak çözülmesi gerekiyor yoksa dönüp dolaşıp aynı şeyleri yaşayacağız.
Bazıları da filmlerin festivallerden çekilmesini hoş karşılamadı, sektörün, insanların kendilerine uyguladıkları bir oto sansür olarak algıladı, sen ne dersin?
Bu tutum bir çeşit eylemdi. Alanınızı, gücünüzü değerlendirmektir. Bu yöntem bizim keşfimiz değil. Üretimden gelen gücü kullanmak denilen şey…
Diğer yandan da ilk işimiz hemen boykot yapalım demek olmadı. İletişim kanalları hiç kapanmadı hep açık tutuldu. Festivaller işin başlangıcında ya da karar alma sürecine bizi çok da dahil etmediler daha doğrusu çok seçenek sunmadılar. Biz genellikle sonuçlarına muhatap kılındık. Bu durumda da elinizde göstermek ya da göstermemek dışında bir seçenek kalmıyor. Uçan Süpürge Festivali mesela, araya sevimsiz hukukçu dil girse de biz sorumluluk alıyoruz, var mısınız dediler, biz de, varız, dedik. Boykot edelim demedik. İzleyiciyi cezalandırıyorsunuz diyenler, alternatif bir şey de koyamadı. Gidip salonlarda gösteremediğin filminin yerini doldurmak bana çok da alternatif olarak gözükmedi. Neticede bu duruş olmasa bu gündeme gelmeyecekti, bir de sektördeki insanların tutumlarının belirmesi, netleşmesi açısından da önemli bir şeydi.
Bu hareketten sonraki adım önemli galiba biraz da! Senin belgesel çekerken beslendiğin kaynaklar nedir?
Bu yasayı, bu yönetmeliği değiştirmekle ilgili uğraş vermeliyiz mesela. Yoksa yine karşımıza çıkacaktır.
Belgesel sinema benim için kendimi fazlasıyla ait hissettiğim bir ifade alanı. Dert ettiğiniz şey, duruşunuz, etkilendikleriniz, çatıştıklarınız kaçınılmaz olarak belgelerinizin de konusu haline geliyor. Kadın, barış, çevrebilim, hak hukuk meselesi, günlük hayatımda da uğraşını verdiğim başlıklar.
Transasya vardı mesela trenle İran yolculuğunu yaptığın, ne yapıyorsun akışına mı bırakıyorsun mesela?
Daha önce İran’a bir yolculuk yapmıştım. Transasya keşfi biraz da o yolculuğa ait. Yolculuk çok şey anlatmak için idealdi. Keyifliydi, farklıydı. Ve film orada duruyordu zaten. Tasarlamaya başlıyorsunuz, birikenler faaliyete geçiyor. Zaten herhangi bir batı ülkesine gitmek yerine İran’ı görmeyi istemeniz baştan belirgin bir tercih. Fikri alt yapısı çoktan oluşmuş, hikayeyi de karşınızda görünce film başlıyor zaten. Bazen filmi akışına kadar tasarlayıp, senaryosunu yazıyorsunuz. Fakat o kadar çok kez değişiyor ki. Gerçek hayatta başınıza gelecekleri ne kadar planlayabilirisiniz ki. Ana hatlarıyla, evet bir yolculuk yapacaksınız ve o İran’a doğru olacak. Gerisi yolun, hayatın getirdikleri. Her şey olabiliyor. Belgeselin beni baştan çıkaran kısmı da bu. Öyle bir şey olur ki kalbiniz çarpmaya başlıyor tasarlasanız o kadarını beceremeyeceğiniz bir an kameranızın karşında hayat buluyor. Bu her zaman iyi olmayabiliyor tabi ki.
Transasya’daki Cemşit ana karakterimizdi ve bir İranlı belgesel yönetmeni bu yolculuğa, dolayısıyla filmi dahil olacaktı. Ve Cemşit’le yaşadığımız gerilim aslında hiç beklemediğimiz bir anda oldu. Cemşit yolun başında, ben kameranın önüne geçmeyeceğim dedi. İkna süreci işe yaramayınca bu durum önce küçük bir yıkım ve hızla başka bir çözüme dönüştü. Kameranın önünde olmayacaktı ama kameranın arkasına geçecekti ve birlikte yapmaya başladık, ara ara görünmelerine de ses çıkarmadı ve filmin sonunda, evinde kameranın karşısına geçti. Biz bu gerilimin kendisini de filme dahil ettik. Şekli, içeriği değişti. Belgesel sinemanın hikayesine yaklaşımı, sinemanın insan öykülerini malzemeleştirmesi, etik mevzular filan derken film tüm bu tartışmaları da içeren bir biçime dönüştü.
Evet, güzel, bir belgeselci olarak ülke koşullarında nasıl ayakta kalıyorsun?
Şu günlerde nasılın, tıkandığı bir noktadayım. İlk filmi yaparken BSB’de çalışıyordum. Sonrasında projelerin şansı oldu, bir belgeselci arkadaşın yönlendirmesiyle bir şekilde yollarımız Arte’ye proje yapan bir yapımcıyla kesişti. Sinema Destek Fonundan destek aldım, insan hakları fonu destekleri gibi tesadüfî desteklere eriştim. Sistematik bir şeyden bahsedemeyiz yani. Şimdiyse ufukta hiçbir şey yok.
Fonlar, destekler arttı gibi ama sanki?
Yeni film fonu eklendi ama demek istediğim sistematik değil. Kaç yüz tane proje başvuruyor. Kültür Bakanlığı ödenekleri garip bir hal aldı.
TRT ya da başka kurumlar projelerinizi değil sizin sosyal medya hesaplarınızı değerlendirme kriteri olarak alıyorlar. Projelerimizi gerçekleştirmek için başka kaynaklar ya da yöntemler bulmalıyız bu haliyle işimiz zor.
Başka planlar var mı bu durumda, uzun metraj çekme hali mesela?
Belgeselde kalmaya devam edeceğim, önemsediğim ve keyif aldığım bir alan. Yapacağım belgesel eğer kurmaca unsurlar içerecekse bunu da eklerim, belgesel sinema birçok formu barındırıyor, çok çeşitleri var. Tümüyle kurmaca düşünmüyorum, sokakta olmak tercih ettiğim bir şey. Kurmacayı bir sonraki adım olarak da görmüyorum. Üretim koşulları farklı ama formları iç içe geçebilir şeyler.
Belgesel ve kurmacanın iç içe geçtiğini son zamanlarda daha fazla görüyoruz. Sen de Huhu Komşu Komşu belgeselinde kullanmışsın bunu, çok da sevimli olmuş. Evi konuşturmuşsun…
Aslında yurtdışında benzerleri milyon kere kullanılmış bir yöntem. Biz biraz tutucuyuz, belgeseli dar kalıplara yerleştirmek istiyoruz. Bu filmi düşünmeye başladığımda bir evin sesiyle düşünmeye başladım. Sonrasında da vazgeçmek istemedim, kentsel dönüşüm konusundaki fikirlerimi, öfkemi, itirazımı daha belirgin kılmak istedim.
Bu konuyu çekmenin sebebi ülkenin gidişatı, on sene önce olsa aklından geçmeyecek bir konu mesela…
Katılıyorum. Kentle derdim var benim. Herkesin kente mecbur bırakılması, başka biçimlerin olmaması, İstanbul’la kurduğumuz bu kaotik ve şiddet içerikli ilişkiyi sorgulamak istiyorsun. Bu dönüşümün yoksulu gözden çıkarması ve aslında yoksulluğun oluşmasına neden olması, modernizm ve konfor diye diye kültürleri, yaşam biçimlerini yok etmesi, şehirleri kimliksiz, kişiliksiz, adeta bir beton cehennemine çevirmesi, tarihi tarumar etmesi, yerel mimariyi, iklimi yok sayması, rantsal dönüşüm olması, barınma hakkını konut hakkını gasp etmesi gibi bir dolu şeyden bahsetmek istiyorsun. Filmin de arka planında tüm bunlar var.
Otel lobisi gibi, soğuk sevimsiz, kibirli, işgalci evlerle doldu etrafımız, bana göre hepimizi hasta edecek evler yapılıyor. Oysa insan yaşadığı yerle başka türlü bir ilişki kurar, bir kültür vardır yıllardan damıtılmış. Bahçesi, balkonu, penceresinin şekli şemailinin bir nedeni vardır. Bir mahalle kültür içinde yaşamak istiyorsa ona format atamazsın. Çamaşırını asmasına, çocuğunu sokakta oynatmasına ihtiyacı vardır. Kafalarımızdaki geri kalmışlık ya da medeniyet kavramları ya da algısı fazlaca kapitalizme maruz kalmış. Ezberlerimiz oluşmuş, çoğu da bünyeye zararlı. Ne hak hukuk var ne de çevrebilim var içinde.
Urfa’nın sıcağında klimalara abanan, o cam binalara neden ihtiyacımız olsun? O güzelim iki katlı avlulu evler neden sitelere kurban ediliyor. Neden kentleşme bu kadar pompalanıyor. Neden köylerimizi elimizden alan, bizi orada yaşayamaz hale getiren, tarımı bitirip bizleri ucuz iş gücüne dönüştüren bu akılla karşı kendimizi korumuyoruz? Tarladan gelip konfeksiyon atölyesine tıkılınca biz medeniyet mi yaşamış oluyoruz.
Önceden bir şeyler değişsin diye siyasi talepler de bulunurken şimdiler de değişmesin istiyoruz. Siyasi söylemlerimiz de değişti bu arada. Gelelim senin Evcilik belgeseline, çocuk gelinler meselesi. Çok çekilen, dikkat çekilmeye çalışılan bir mesele. Bunun kaynağına ulaşmak biraz zor mu gözlemlediğin kadarıyla?
Kaynağı bütün kadınlar ve çocuklara yapılan günahlar. Bir sürü çocuk ve ebeveyn var böyle. Çocuk yaşta evliliğe maruz kalmış insanların hayatlarına sağlıklı ve sorunsuz bir şey devam ettirmeleri çok zor. Büyük bir travma yaşıyorlar o insanlar. Fark ettirmeye çalışıyoruz en azından.
Son dönemlerde haber kaynaklı belgeselciler oluştu. Hemen çekip, kurgulayıp insanlara ulaştırıyorlar. Bir anlamda göz de doldurdu bu sistem. Bu konudaki düşüncelerin?
Bence önemli faydalı şeyler yapıldı. Ben de belgeselin gerektirdiği zamana ve imkana sahip olmadığım zamanlarda yapmayı çok istedim.
Sen daha planlı çalışıyorsun o zaman?
Evet, ama bu bazen de engel de olabiliyor. Kobani’ye, Soma’ya ya da ne bileyim canımın çok yandığı zamanlarda gidip bir şeyler çekmek istiyorum ama ekip, ekipman, planlama tasarlama durduruyor.
Bundan sonrası neler var?
İki tane proje var her şeyiyle hazır. Ama destek yok bulamadım yani. Karadenizli milliyetçi, savaşmak isteyen bir gencin anti militarist birine dönüşmesi… Hem o üzerindeki mililer şeyi yıkıp yeni bir kimlik kazanması meselesi. Zaten dağda iki yıl esir kalıyor ondan sonra o dönüşüm oluyor.
Evet, aslında yapılmayacak bir belgesel değil, konusu da ilginç. Peki, senin için belgeselin en önemli refleksi nedir?
Aktarmaya çalıştığın şeyi seyirciyle buluşturduğunda aldığın reflekstir benim için temel mevzu. Popülist bir söylemden bahsetmiyorum. Belgeseli çok iyi bilen insanlara izlettirdiğimde de aldığım reaksiyonlarda önemli. Bir sürü izleme yapıyoruz, çünkü kafanda çıktığı haliyle çarpma hali birbirinden farklı olabiliyor. Komşu Komşu filmine baktığında belgeselciler için evin konuşması fazladır, çünkü insanlar anlatıyor zaten. Kentsel dönüşüm biraz da farkında olduğum bir mesele, birçok insan için kafa karışıklığı yaratan bir durum. Hala o modernlik propagandasından dolayı bir sürü şey anlaşılmıyor. Gecekondu yıkımının ihtiyaç olduğu üzerinden kuruluyor her şey. O yüzden biraz daha vurgulamayı tercih etmek sinemacı için fazlalık gelebilir. Ama uzun uzun analiz edip karşılaştırıyoruz. Köye gittiğinde ve iletişim kuramadığında üzülüyorsun. Bir dahakinde hedef kitlemi daha iyi gözetmem lazım diyorsun. Kentsel dönüşümse benim hedef kitlem benim gibiler olmamalı. Daha açık cümleler kurmalıyım. Çok boyutlu düşünüyorsunuz yani.