“Hiç kimse derisinin rengi, geçmişi ya da dini yüzünden bir diğerinden nefret ederek doğmaz. Nefret, insanlara öğretilir ve eğer nefret öğretilebiliyorsa sevgi de öğretilebilir.”
Nelson Mandela; bir ırkın sistemli olarak eziyet gördüğü, haklarının ihlal edildiği, ayrımcılığa maruz kaldığı ve yok edildiği çetin bir coğrafyadan inadına yükselen kocaman bir ağaçtı. Gölgesinde hala pek çok barış sevdalısı dinlenir. Üstelik büyüttüğü o ağacın altında hikayesi daha çok uzun yıllar dillendirilecektir.
Mandela’nın çıktığı bu uzun yürüyüşteki en büyük başarısı, eşitliğe olan derin inancını asla kaybetmemesi oldu. Böylesi kara bir tarih yazılmakta iken, ırkçılar için bir fıkra gibi başlayan bu mücadele, artık bir insanlık destanına dönüştü. Oysa karanlık yollara sapmak ve ezilmekte olan halkının üstünlüğüne inanmak ihtimal dahilindeydi.
Mandela; “ister bir siyahtan, ister bir beyazdan gelsin, ırkçılıktan nefret ediyorum” derken de aslında çıktığı yolun ne kadar da yorucu, zor ve aldatıcı olduğunu ortaya koyuyordu. Ancak başta hor görülen bu adam, geldiği son noktada hem bir efsaneye, hem de epik bir destanın baş kahramanına dönüştü. Neticede hikayesi sinemaya da aktarıldı. Ancak sinemada Mandela dendiğinde beni en çok üzen, Mandela’nın uzun ve zorlu mücadelesini layıkıyla anlatan filmlerin sayısının azlığı oluyor.
Popüler kültür ve popüler sinema, ikonik liderler yaratmayı çok seviyor. Liderlerden birer tanrı ya da bilge yaratmak, çoğu kereler çok zor kararlar almış ve uygulamış, yolu her zaman ölümün dipsiz uçurumunun yanındaki dar bir patika olan ve etten kemikten bu insanları romantik akım eserlerinde olduğu gibi ultra insancıl ve kusursuz birer karaktere çevirmek bence en hafif tabiriyle, bu insanlara yapılan büyük bir hakaret. Neyse ki Nelson Mandela, popüler kültürün bu erezyonundan çok fazla sebeplenmiş bir lider değil.
Irkçılık ve siyahi ırka yapılan ayrımcılıkla ilgili onlarca film yapılmış olsa da, Nelson Mandela’ya odaklanan filmler iki elin parmaklarını geçmiyor. Henüz Mandela: Long Walk To Freedom‘ı (2013) izlemedik. Ama daha önce çevrilmiş Mandela filmleri üzerine birkaç kelam edebiliriz.
Goodbye Bafana (2007)
Goodbye Bafana, Nelson Mandela’nın yirmi yıl boyunca kaldığı hapishanede gardiyan James Gregory ile olan gerçek ilişkisi üzerinden, Güney Afrika’daki ırkçılığın kalın bir röntgenini çekiyor. Film, James Gregory’nin Goodbye Bafana: My Prisoner, My Friend adlı kitabından uyarlanmış. Yetenekli yönetmen Bille August tarafından beyazperdeye uyarlanan filmde Mandela’yı Dennis Haysbert canlandırıyor. James Gregory ise Joseph Fiennes‘in donuk bakışlarında hayat buluyor.
Aslında film Afrikalılara karşı büyük bir önyargıya sahip olan James Gregroy’nin Mandela ile olan yakın ilişkisi sonucunda nasıl değiştiğini anlatıyor. James Gregory, Güney Afirkalı beyazların çoğu gibi önyargılı bir ırkçı iken, Mandela ile kurduğu ilişki sayesinde önce Mandela’ya, sonra da siyahların haklarına inanıyor ve bu inancı sayesinde de deyim yerindeyse özgürleşiyor. Bu da bir anlamda Mandela’nın uzun yolculuğunun bir alegorisi elbette.
Goodbye Bafana, bence Mandela üzerine sinemaya aktarılan en iyi filmlerden biri. Dili yalın ve bir o kadar da etkileyici. Çocukluk yıllarımızda hapisten çıktığına ve ardından da devlet başkanı olduğuna tanıklık ettiğimiz Mandela’nın James Gregory ile yaşadıkları yakın tarihimizin en çarpıcı hikayelerinden biri.
Invictus (2009)
Nelson Mandela, Morgan Freeman‘ın kesinlikle canlandırması gereken karakterlerden biriydi ve neyse ki kendisini bu rolde Clint Eastwood‘un filminde görme şansına eriştik. 1995 Dünya Rugby Şampiyonası Güney Afrika’da gerçekleştirilecektir ve Nelson Mandela henüz bir yıllık bir başkandır. Bunun üzerine Güney Amerika rugby takımının koçu ile birlik sağlayarak, hala ırkçılığın pençesinden tam kurtulduğunu düşünmediği ülkesini sporun evrensel dili ile birleştirme çabasına girer.
Morgan Freeman ve Matt Damon gibi iki yetenekli oyuncu sayesinde ortalamanın üzerinde bir filme dönüşen Invictus, sporun bir halk üzerindeki etkisini ve ırkçılığın yenilebilir duvarlarını aktarıyor. Invictus da Goodbye Bafana gibi bir kitap uyarlaması. John Carlin’in Playing The Enemy: Nelson Mandela and The Game That Made a Nation adlı kitabından uyarlanan film, Eastwood’un epik-sever diliyle de buluşunca daha etkili bir hale gelmiş.
İnsan haklarına olan inancı ve desteği bilinen Morgan Freeman ise, Mandela rolünde bence kariyerinin en sağlam rollerinden birini çıkarıyor.
Mandela (1987)
Mandela, bir televizyon filmi. Trt-2’nin Trt-2 olduğu zamanlarda bir Cumartesi gecesi izlemiştim diye hatırlıyorum. 1987 yılında çevrildiğini göz önüne alacak olursak, film çevrildiğinde Mandela’nın hala hapiste yatmakta olduğunu da hatırlamış oluruz.
Filmde Mandela’yı pek sevdiğim oyunculardan olduğunu söyleyemeyeceğim Danny Glover canlandırıyor. Danny Glover’ın biraz abartılı oyunculuğuna kurban gitse de, film yine de 87 yapımı bir televizyon filmi için fena sayılmaz.
Winnie (2011)
Yönetmen koltuğunda Güney Afrikalı yönetmen Darrel Roodt‘un oturduğu Winnie, Nelson Mandela’nın ikinci eşi olan Winnie Mandela‘nın Nelson Mandela ile tanıştığı ve evlendiği yıllara dair bir film. Nelson Mandela’yı Terrence Howard canlandırıyor. Jennifer Hudson da Winnie Mandela rolünde karşımıza çıkıyor.
Merkezine Winnie Mandela’yı alan film aslında Nelson Mandela’nın özgürlük yolunda özel hayatında yaşadıklarına dair bir parantez açıyor ve böylece Mandela’nın eşi Winnie’nin gözünden Nelson Mandela’nın ailesinin tüm bu mücadele yıllarında yaşadıklarına dair bir panaroma çizmeye çalışıyor.
Bilindiği gibi Nelson Mandela 27 yılını hapiste geçirdi. Bu yıllar boyunca ailesi baskılara göğüs germek ve dik durmak uğruna büyük bir mücadele verdi. Hatta bir trafik kazasında hayatını kaybeden oğlunun aslında bir suikaste kurban gittiği hala iddia edilmektedir. Bu bağlamda Winnie, Mandela’nın tek başına bir adam olmadığını hatırlatıyor ve özgürlük uğruna girişilen büyük mücadelelerin dikenlerinin kimlere batabileceğini gösteriyor. Ancak hatırlatmakta fayda var; film gösterime girdikten sonra Winnie Mandela bir açıklama yapmış ve Hudson’ın oyunculuğuna dair bir eleştirisi olmasa da, filmin kendisine tamamen karşı olduğunu dile getirmişti. Winnie Mandela açıklamasında filmi; “Ben hala hayattayım. Güney Afrika’ya gelip benim mücadelem hakkında bir film yapmak ve bunu Winnie Mandela’nın romantik yaşamı gibi sunmak tamamen saygısızlık” sözleriyle eleştiriyor.
BONUS: Yardımcı Karakter Olarak Nelson Mandela
Endgame (2009)
Pete Davis‘in yönettiği Endgame, Robert Harvey‘in The Fall of Apartheid adlı kitabından uyarlama. Chiwetel Ejiofor ve William Hurt gibi oyunculara ve sağlam bir senaryoya sahip olan film; Güney Afrika’daki ırkçı sistemin son döneminde Afrika Ulusal Kongresi ve Afrikaner Ulusal Partisi arasındaki gizli müzakerelerin İngiliz işadamı Michael Young tarafından su yüzüne çıkarılmasını anlatıyor.
Filmde Nelson Mandela’yı Clarke Peters canlandırıyor. Ancak Mandela filmde ana bir karakter olmaktan çok, bu skandal gibi olayın su yüzüne çıkarkenki sürecinde bir yan karakter olarak karşımıza çıkıyor. Buna rağmen, Güney Afrika’daki ırkçılık düzeninin son günlerinde yaşanan gizli anlaşmalar ve müzakereler üzerine gerçekten de iyi kotarılmış bir film Endgame.
Drum (2009)
Güney Amerika’nın ilk siyahi dergilerinden olan Drum dergisinde çalışan araştırmacı gazeteci Henry Nxumalo‘nun hayatının aktarıldığı film, aynı zamanda Swazilandlı yönetmen Zola Maseko‘nun da ilk filmiydi.
Jo’burg‘da siyahilerin mülk edinebildiği ve hatta birlikte vakit geçirebildiği ender yerlerden olan Sophiatown‘da 50’lerde gazetecilik yapmaya çalışan Nxumalo’nun Nelson Mandela‘nın bir boks maçının haberini yapması ve ardından gelen yıllarda Drum dergisinin bir muhabiri olarak yaşadıkları filmin merkezinde. Henry Nxumalo, tüm meslek hayatı boyunca ırkçılık ve ayrımcılıkla savaşıyor. Film de bu mücadeleden bazı kesitler sunuyor. Filmde kısa bir yer edinen Nelson Mandela‘yı da Lindani Nkosi canlandırıyor.