Yazının başında belirtmek ihtiyacındayım; melez filmlerden hoşlanmıyorum. Biliyorsunuz her yıl pek çok film izliyoruz ama çoğu çekildikleri türe ait değiller. Meseleyi biraz daha açacak olursam; Twilight kim ne derse desin bir vampir filmi değildi, öyleymiş gibi yapıyordu!
Fantastikmiş gibi duran ama aslında içinde hormonlu ergen aşkından başka bir şey barındırmayan filmlere aşina değilim. Bunları yaratanların türleri kendi bildikleri gibi yağmalamalarından hoşlandığım da söylenemez. Bana sakın “Gün ışığında parlayan vampir” falan demeyin yoksa yine tansiyonum fırlayacak!
Arada tek tük hoşuma gitmeyen filmler de yok değil. Bu ergen fantastikleri ya da bilimkurguları söz konusu olduğunda hakkını yedirmediğim ender filmlerden biridir; Enders’s Game…
İşte o filmin yıldızı olan Asa Butterfield bu filmde karşıma çıkınca, “güzeldir belki de” diyerek girdim salona. Filmin yönetmen koltuğunda vasat işlerle anılan ama Hector and the Search for Happines’ına bayıldığım Peter Chelsom oturuyor. Yanılmamışım, yine keyifli bir yüz ifadesiyle bitirdim filmi.
Bu arada filmin orijinal adının Türkçe meali “Aramızdaki Boşluk” gibi bir tercümeye sahip ama aslında eser ismi biraz daha uzunmuş. O da: The Space Between Us was Out of This World. Türkçe isimlendirmeyi yapanlarından bundan haberi var demek ki. O yüzden filmi, Bu Dünyanın Dışında diye isimlendirmekte bir sıkıntı yok.
Şimdi, biraz hikayeye girelim. Kahramanımız genç Gardner (Asa Butterfield) astronot annesi ile kimse bilmeden Mars’a gidip orada doğmuş ilk bebek. Yani hem uzaydaki ilk dünyalı, hem de dünyaya gelen ilk uzaylı olma unvanına sahip ancak işler öyle vapura binip adalar geçmek kadar kolay yürümüyor. Gardner gönlünü (yüksek teknoloji imkânlarından faydalanarak) Dünyalı bir genç kıza, Tulsa’ya (Britt Robertson) kaptırıyor. Aşk engel tanımaz, sevdiğine “denizleri aştım da geldim” diyecek demesine ama bedeni Mars atmosferine alışık olduğu için dünyada çöküyor. En çok etkilenen organı ise kalbi. Burada, “aşk kalbinize iyi gelmez” gibisinden gizli bir mesaj var sanki ama olan olmuş bir kere. Bir de üstüne “babam kim benim” sorusu eklenince dünyaya gelişi tam bir maceraya dönüşüyor.
Bu Dünyanın Dışında, izledikçe farklılaşan bir film. Seyir zevki yüksek olmasa, “bunu çekenlerin kafası çok karışıkmış” derdim ama film seyirciyi bırakmıyor. Gary Oldman’ın başka dünyalarda yaşam temalı konuşmasıyla açılan filmin her kısmı keyifli. Mars’a gidiş, orada büyümek, Dünya’ya gelmek ve sonrasındaki sürek avı sürprizbozan vermemek adına yazamadığım ancak hem buruk hem de umut dolu finaliyle. Bana 70’ler – 80’ler bilim kurgularını hatırlattı. Hatta neden bilmiyorum, filmden Escape to Witch Mountain (1975) tadı aldım.
Ortada “şunlar izlesin, bunlar izlemesin” diyeceğim bir durum da yok. Her yaş grubunun mümkünse birlikte izlemesi gereken bir eser. Tonları biraz daha yoğun olsa ve bu kadar genç işi bir öyküleme yapılmasaydı size “yeni bir Moon geliyor” gibi cümleler bile kurabilirdim ama kasmayalım, ortada öyle bir niyet yok. Bu Dünyanın Dışında, sinemada rahat izlenen, kolayca ev sinemasına geçiş yapabilecek türden bir bilimkurgu filmi. Aslında bu da bir melez ama işin bilimkurgu tarafında kalmaya gayret ediyor. Yapımcıların iyi niyetini sevdim.
Bu Dünyanın Dışında, naif, duygusal bir gençlik bilimkurgusu ama izleyen herkesi saracak bir yapım. Mars’ta yaşam fikrine biraz daha alan açılabilse iyi olurmuş çünkü en meraklı izlenen kısmı burası aslında ama film Gardner’ın dünyadaki serüvenine odaklanmayı, genç işi bir bilimkurgu macerası olmayı tercih ediyor. Dünyadaki kaçış serüveninin başlangıç sekanslarındaki The Man Who Fell to Earth (1976) göndermelerini de sevdim. Özellikle Gardner’ın kıyafet seçimi, Tulsa’nın ona “bu güysileri de nereden buldun” demesi, tatlı nüanslar. Çekenler türden uzak değiller. Bu bile alkışı hak eder. Filmin yıldızı kim diye sorarsanız, hiçbir filmde cepten oynamayan Gary Oldman derim. Ömrünü Mars’a adamış bilim insanı Nathaniel Shepherd performansı oldukça etkileyici.