Bir cenaze sekansıyla açılıyor metin: Tam da başlaması gerektiği yerde… Yalnızlık içinde ölen, cenazesinde sadece birkaç insan olan bu değerli bestekarın hayatına girecek ve çıkacak (intihar ve skandallarla) insanların; özellikle kadınların her birinin metnin süje’sinde ilerleyen zaman diliminde yer alacak şekilde… Bestekarın sonu ama metnin başlangıcı… ve hatırda kalacak bir replik: “Sanırım o bir müzisyendi”…
-*-
Heykeller, resimler ve şiirden beslenen bir gündüz düşçüsünün izlenimlerine kendini yansıtan bir metin ortak oluyor ve özdeşleşiyor onlarla. Hatta öyle bir boyuta taşıyor ki, müdahaleler ile modern süjeyi Debussy’nin dönemine atfederek bir kimlik indirgemesi oluşturuyor. Bir diyalogda; Pierre Louis’nin (Vladek Sheybal) ağzından duyuyoruz en can alıcı noktayı: Debussy’i (Oliver Reed) işaret edip, “işte, Debussy orada oturuyor” diyor ve sırayla yanındaki herkesi dönemsel, esas kimliklerine göre isimlendiriyor. Metin çoktan Debussy ve çevresi ile özdeşleşmiş durumda ve koparıldığı takdirde iki tarafı da derin bir boşluğa sürükleyecek zaman ve mekan yaratıyor. Gaby Dupont, Pierre Louis, Madame Bardac ve Lilly, modern film setinden dönemin zaman ve mekanına doğru ve karşılıklı bir şekilde dönemin zaman, mekanından modern film setine doğru bir kimlik simulacrum’u oluşturuyor.
Boşluk sadece kimlik ile de sınırlı değil metinde. Simulacrum’un dönemsel atfettikleriyle modernite arasında da bir git gel yaşanıyor. Anlatıda üst tabakanın alt yüzeye iz bırakan ve kimi zaman boşluklar oluşturduğu estetiği, Debussy’nin tamamen kendine ait referanslarıyla giydirilmeyi bekliyor. Bu iz bırakan ve kimi zaman boşluklar oluşturan estetik, Debussy’nin orijinal müziği, not düştükleri ve söyledikleriyle kapatılıyor. Örneklemek gerekirse; Debussy, renklerin ses verememelerini ne kadar üzücü bulduğunu not düşmüş. O halde Debussy’nin ilham aldığı bir sürü tabloyu röntgenlerken hangi rengin ses vereceğiyle ilgili olarak Ken Russell’ın seçtiği Debussy bestesini duymamız gerekiyor çünkü metin siyah-beyaz ve renkleri modern gözler bile göremiyor. Tablolar çıplak ve Debussy’nin müzikal eseri sayesinde modern gözler tarafından renklendirilmeyi bekliyorlar.
Bir diğer örnek, tam da bu noktada kadın imgesi soyunurken –nerede ve hangi sahnede olduğundan ziyade, hangi müzikal esere eşlik ederek soyunduğu daha önemli- Debussy’nin müziği giydiriyor onu ve böylelikle asla pornografiye kaçamıyor metin çünkü giydirilen imge esasen çıplak değil ve hiçbir zaman da olmadı. Müzik kaplamış durumda tüm anlatıyı; anlatım en büyük elbise metinde.
-*-
Tarihi dokunun verimliliği post-modernizmden pay alıyor, öyle ki aktörün (Oliver Reed) çalmak istediği Debussy plağı alt yüzeyi kapatıcı rötuşları atmakta birebir etkili. Bu vesileyle soyunan kadın imgesi giydirildiği gibi Debussy’nin dönemsel ayrıcalığı da post-modernizm ile izlenimcilik arasındaki bir etapta giydirilebiliyor. Buna önemli bir sahne örneği vermemiz gerekirse; Debussy’nin en başarılı bulunan eseri La Mer’in çekim aşaması verilebilir. Aktör yüzer ve La Mer eşliğinde alt yüzey kapatılır; tarihi doku kadar müziğin de izlenimciliği post-modernizmden pay alır.
Debussy’nin izlenimciliğiyle güncel bakış ve kapatma arasında ufak bir fark var: Debussy’nin izlenimciliğinin tüm etkenleri post-modernizme aktarılmış durumda, güncel bakış ise bu etkenlerin üzerini örtüyor. Kimlik simulacrum’u örtülen yüzeyin içinden referans vermek istediğinde bir tiyatro sahnesini, bir portreyi yahut bir film perdesini kullanmakla post-modern bakışın izinden gitmekte oldukça kararlı ancak Debussy’i yeniden canlandırmak yahut post-modern döneme adapte etmek gibi bir işlev taşımadığından kim kimin orijinali yahut kim kimin kopyası, Debussy fikri dışında bir orijinal öğe var mı gibi soruları da beraberinde getiriyor.
Silah ile intihar eden kadın/lar imgesi yönetmenin müdahalesine maruz kalıyor. Evet, Debussy izlenimciliğinin tüm etkenleri metinde post-modernizme aktarılmış durumda ancak kendini yansıtan film içindeki film, çekilmekte olan Debussy filminin dönemsel kaygı taşımasını ve referansların döneminin şartlarıyla ifade edilmesini istiyor, üstüne bir de aktörlerin, aktrislerin ve yönetmenin kendisinin gerçek kimliklerini bu dönemsel atıflarla anmaya özen gösteriyor. Özellikle filmin içindeki filmde; tam da intihar sahnesindeki bu müdahale gerekliydi zaten ancak tam dönemin üst yüzeyini örtmesi açısından değil, intihar olgusu dışında kalan tüm öğelerin post-modern bir evrende alt yüzeyden üst yüzeye doğru sızması için…
-*-
Ve son kez yeniden cenaze sahnesiyle kapanıyor film: Debussy’nin dönemi kadar metnin barındırdığı karakterlerin de kimlik simulacrum’unu sonlandırdığı yer. Debussy’nin dönemi kapanmakla birlikte, hayatına giren çıkan, skandallar, trajedi, intiharlar ve diğerlerinin süje’den bağlılığını kopardığı bir başlangıç… Çünkü alt yüzeyde kalanlar, Debussy ile örtüşen bir post-modern evren değil, aksine trajedi, intihar ve skandal gibi olguların kavramsal bir şeyler ifade ettiği bir alt-evreye doğru çekiliyorlar. Şayet kimliklerden arındırsak bile Debussy değil, ancak bu kavramlar salt bir dönemsel gerçeklik oluşturuyor.
Burak Bayülgen