2014 yılının en beğenilen filmlerden biri olan The Imitation Game’in altına imzasını atan Norveçli yönetmen Morten Tyldum, kamerasını bu kez uzayın derinliklerine doğru çeviriyor. Guardians of the Galaxy ile hatırı sayılır bir hayran kitlesi yakalayan Chris Patt ile Hollywood’un yükselen yıldızı Jennifer Lawrence’ın başrolleri paylaştığı Passengers, bilimkurgu teması altından filizlenen; romantizm ve aksiyon ile hikâyesini süslemeye çalışan oldukça ilginç bir konuya sahip.

blank

Donuk uyku kapsülü adı verilen bir cam fanusta, tüm yaşamsal aktivitelerinizi durdurarak 120 yıl sürmesi planlanan bir yolculuğa hazır mısınız? Avalon isimli bir gemide süren bu yolculuk sonrası 5000 yolcu, Homestead II adlı bir gezegende yeni bir koloni kurma hayaliyle yola çıkmıştır. Ancak teknik bir arıza sonrası Jim, yolculuğun 30.yılında uyanmıştır. Jim’in gemide kendisinden başka uyanık kimsenin olmadığını fark etmesiyle başlayan olaylar silsilesi, izleyenlerini bir yandan Jim’in yalnızlığına ortak ederken, bir yandan da etik anlamda sorgulanması elzem olan bir takım hadiseleri beraberinde getirecektir.

Passengers en başta da söylediğimiz gibi bilimkurgu teması altından filizlenen bir film. İlgi çekici ve hayal gücümüzü zorlayan bir hikâyeden doğan filmin, bütünü için ise ne yazık ki aynı şeyleri söylemek mümkün değil. Birçok yan hikâyeciği içinde barındıran ancak hangisine tam olarak yoğunlaşacağına karar veremeyen film, izleyenlerini de bu gelgit içerisinde oradan oraya sürüklüyor. Henüz filmin başlarında Homestead II adlı yeni bir gezegene doğru yolculuğa çıktığı belirten uzay gemisinin, izleyenlerde büyük bir merak uyandırdığı aşikâr. Sonuç olarak günümüzde, dünyadan kaçmak isteyen ve yeni yaşam normlarını bulmaya çalışan birçok bilim insanına rastlamak mümkün. Tabii filmin ilgi çekici tarafı burada son bulmuyor. Jim isimli yolcunun bilinmeyen bir sebepten ötürü, yolculuğun bitimine 90 yıl kala uyanması beraberinde “Şimdi ne olacak?” sorusunu da getiriyor.

Filmin ilgi çekiciliğini kaybetmeye başladığı an da esasen tam olarak burada başlıyor. Neden ve niçin orada olduğu bilinmeyen android barmen Arthur dışında, uzay gemisinde konuşabileceği kimse olmayan Jim, kendini bir varoluşsal sancı içinde buluyor. Ancak yaşadığı bu sancının üstün körü geçilmesi hikâyenin derinliğinin yok olmasına ve filmin kötü tasarlanmış bir kara mizaha dönüşmesine neden oluyor.

[toggle title=”Bu kısım hikayeyi açık eden sürprizbozan (spoiler) içerir, Filmi izlediysen tıkla!” state=”close”]Jim’in 1 yıl boyunca Avalon isimli gemide tek başına yaşaması, en nihayetinde onu bir kaçış yolu aramaya iter. Kendisini donuk uyku kapsülünün içine tekrardan yerleştirmeyi başaramayınca, yolcular arasında yer alan yazar Aurora’yı uyandırmaya karar verir. Tabii bu da beraberinde etik bir problemi beraberinde getirecektir. Evet, belki Jim’in Aurora’yı uyandırması, kendisi açısından yalnızlığını giderecek bir hamle olacaktır. Ancak olaya Aurora’nın gözünden baktığımızda ise durumun oldukça karanlık olduğunu görmekteyiz. Hayalleri olan bir kadının, bir başkasının iradesiyle, ölümü beklemeye zorlanması cinayetten pek de farksız bir durum değil. Nitekim Jim’in Aurora’yı uyandırmak için yaşadığı gelgitler de bu durumu bir parça olsun hissettirebilmekte. Ancak bu olayın psikolojik ağırlığının izleyenlere gerçekçi bir şekilde aksettirilememesi filmi adeta yapay bir atmosferin içine yerleştiriyor. Üstüne üstlük, Jim’in tüm gerçekleri Auroro’dan saklaması ve bu ikilinin kaçınılmaz son olarak bir aşka yelken açması da durumun vahametini de iyiden iyiye gergin bir ruh halinin içine sokuyor. Filmin esasen sorgulanması zorunlu olan kısmı da bu noktada vuku buluyor. Bir insan katiline âşık olabilir mi? Bir nevi Stockholm Sendromu’nu akıllara getiren bu durum, her bir sekansta hikâyenin rahatsız edicilik düzeyini arttırıyor ve izleyenlerin sorgulayıcı tarafının gün yüzüne çıkmasına sebebiyet veriyor. Tabii bu durumun filmdeki işleniş biçimi de, hikayenin pesimist tarafının ağır basmasına neden oluyor.[/toggle]

Jim ve Aurora’nın hikâyenin içinde yaşadıklarını bir kenara koyup, filmin işleyişine geri döndüğümüzde ise vadedilenin oldukça havada kaldığına tanıklık ediyoruz. İngiliz anahtarını andıracak düzeyde işlevsel bir tamirci olan Jim’in, nükleer reaktörü tamir edip donuk uyku kapsülü gibi nispeten daha basit şeylerin üstesinden gelememesi, filmin inandırıcılık düzeyini birebir etkiliyor. Bu da doğal olarak filmin son yarım saatinde iyiden iyiye artan sözde aksiyonun havada kalmasına sebebiyet veriyor.

blank

Gel gelelim Norveçli yönetmen Morten Tyldum’a. Esasen The Imitation Game gibi üst düzey bir filmin altına imzasını atan bir isimden, böylesi orta seviyelerde seyreden bir performans görmek, bir sinemasever olarak beni ziyadesiyle üzdü. Tyldum’un, Prometheus ve Doctor Strange gibi filmleri de kaleme alan senarist Jon Spaihts’in hikâyesinin üzerine pek de fazla bir şey katamadığını açıkça belirtmek gerekir. Yönetmen burada üzerine yüklenen misyonu yerine getirmeye çalışan bir görev adamından daha fazlası değil. Bu da haliyle filmin birçok mantık hatası içinde yüzmesine ve duygu karmaşası yaratmasına sebebiyet veriyor.

Film için şüphesiz ki derinliği olan bir hikâye demek tümden yanlış olacaktır. Her ne kadar çıkış noktası oldukça ilgi çekici olsa da hikâyenin devamında cereyan eden olayların temeline pek inilmemesi ve üstün körü geçilmesi, filmi karakter temalı bir hikâye olmaktan çıkarıp, tamamen görselliğe önem veren bir izle-unut filmi olarak tanımlamamıza sebebiyet veriyor.  Bu da filmin yaratması gereken psikolojik altyapının eksik kalmasına ve finalinin oldukça bayağı şekilde vuku bulmasına sebebiyet veriyor.

Passengers; mantık hataları bir kenara konulduğunda ve kendimizi görselliğine bıraktığımızda zevk alabileceğimiz, ancak onun ötesine geçildiğinde oldukça yavan bir film. Sınıfta kalan etik duruşu ve özellikle ne anlatacağına karar veremeyen haleti ruhiyesiyle birçok duygu karmaşasını beraberinde getiren film, başrolünde yer alan popüler isimlerle sağlam bir hâsılat yapacaktır ancak onun ötesine geçip, hatırlanması maalesef ki zor olacaktır.

http://www.dailymotion.com/video/x58t7zy_passengers-trailer-2017_shortfilms

blank

Polat Öziş

1992 İzmit doğumlu… Küçük yaşlarda tanıştığı Yeşilçam filmleri sayesinde sinema en büyük tutkusu oldu. Sonrasında ilginç bir şekilde Muğla’ya İktisat okumaya gitse de tutkusundan vazgeçemedi ve sinemayla ilgili çalışmalar ortaya koymaya başladı. İzledi, düşündü, çekti. Sonunda ise filmler hakkında yazmaya başladı. Film Arası Dergisi, Film Hafızası ve Öteki Sinema’da çok sevdiği filmler hakkında yazmaya devam ediyor.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Jigoku no banken: Akai Megan / The Red Spectacles (1987)

The Red Spectacles, The Kerberos Saga olarak bilinen Mamoru Oshii’nin
blank

Disney Usulü Bilim Kurgu: The Black Hole (1979)

The Black Hole enterasan hikayesine rağmen bir dizi bahtsızlık sonucu