Paul Verhoeven, sinemanın teknik yönüyle ilgilenen herkesin “En Sevilen Yönetmenler” listesine girmiştir. Buna rağmen değeri yeterince bilinmemiş isimlerden de birisidir bence. Hatta James Cameron’ın Hollywood’ta yaratmış olduğu ticaret hacmi dalgalanması olmasa, Verhoeven’ın giriştiği projelerin risk yönetiminin bile altından kalkacak prodüktör bulunamayabilirdi bugüne kadar. Peki, Fizik ve Matematik alanında akademik eğitim almasına rağmen kendisini teolojik bir grubun himayesinde İsa’nın kollarına bırakması dışında Verhoeven’ı bu kadar özel kılan şey ne olabilir? Şiddet…
Öteki Sinema için yazan: Emel Bilge Çınar
Evet bir çok yönetmen şiddeti kendine has dokunuşlarıyla estetize etti. Bir çoğu da yalın haliyle kullanarak filmlerini daha etkileyici hale getirdi. Örneğin Tarantino’nun şiddetle ilişkisi -Akademi tarafından hor görülmesi nedeniyle- Paul Verhoeven’ınkine kıyasla daha ünlüdür. Ya da John Wayne’e göre “Klasik Vahşi Batı” efsanesini bitiren film olan The Wild Bunch‘ın içerdiği şiddet, Paul Verhoeven filmlerine oranla daha önemli bir yer tutar sinema tarihinde. Tüm bunlara rağmen Verhoeven’ın özüne sinen şiddet hepsinden başkadır ve kimsenin bırakmadığı kadar özel bir tad bırakır damaklarda. Bunun tarifinde ne saklı olabilir sizce?
Bence imgesel bir mutasyon.
Turkish Delight’tan, Spetters’a, Total Recall’dan, Basic Instinct’e, Robocop’tan, Starship Troopers’a tüm filmlerinde, algılama biçimimizi mutasyona uğratan bir görsel şiddet unsuru bulunur Verhoeven’ın. Bunlar kopan bir kafa, basınçla fışkıran kan, yanan bir adam ya da aklınıza gelebilecek her türlü bilindik “şiddet” unsurundan oldukça farklıdır; Üç memeli hayat kadını, ön sevişme sırasında penisi fermuara sıkışan adam, iç çamaşırı giymeyen tehşirci bir katil ve bebek maması yiyen bir Cyborg gibi… Bu nedenle tüm kariyeri boyunca defalarca kadın düşmanı olmakla suçlanmış, sadistliği öven bir yaklaşımı olduğu iddia edilmiş ve hatta ticari kazanç için cinselliği sömüren bir sinema dili benimsediği iddia edilmiştir. Dennis Lim’in Verhoeven için düştüğü not bu durumu özetler gibi aslında; “Kendisine devasa bütçeler emanet edilen hiçbir sinemacı Verhoeven kadar alaycı, azgın ve hastalıklı biçimde zevksiz esintilere sahip olup da çeşitliliği “Çılgın Bilimadamı”, “Şeytani Zeka”, “Porno Pezevengi”, “Kadın Düşmanı”, “Homofobik”, “Sübyancı” ve hatta “Nazi’ye” kadar varan lakapları taşımayı aynı anda beceremez.” Kimi zaman filmleri için öyle düşmanca eleştiriler almıştır ki; çocukluğunu 80’lerin sonu, 90’ların başında yaşamış nesil için unutulmaz anlamları olan “Total Recall” bile bakın Terrence Rafferty’nin kalemine zamanında nasıl yansımış: “Durmak bilmeyen aksiyondan başka birşey değil. Evet, efektleri olağanüstü olabilir fakat bunun hiçbir eğlencesi yok. Filmin kendisi tam bir yokedici! Bittiği zaman, sanki yaşam sevinci içinizden çekip alınmış gibi hissediyorsunuz ve bir daha asla herhangi bir filme bile gitmek istemiyorsunuz.”
Fakat Verhoeven geri adım atmak bir yana dursun, şiddet dolu filmlerinin ve inandığı ölçekteki düşünce özgürlüğünün daimi savunucusu olmuş bugüne kadar. Hikayelerini anlatma biçiminin nasıl olup da erkekleri birbirine ya da bir kadına karşı şiddet uygulamaya teşvik ettiğini anlamadığını belirtmiş:
“Psikoloji alanındaki çalışmaların şiddete meyilli insanların, zorbalıkla dolu filmleri izlemekten hoşlandığını gösterdiğini biliyorum. Fakat Amerika Birleşik Devletleri’nde bu konuyla ilgili büyük bir kafa karışıklığı var; ilişkili olmak ile neden-sonuç kapsamında olmak arasındaki farkı anlayamıyorlar. Şiddet unsurları içeren filmlerin, insanları benzer biçimde şiddet uygulamaya ittiğine yönelik neden-sonuç ilişkisinden bahseden hiçbir kanıt yok. Aynı şiddet içerikli filmler Batı Avrupa’da da gösteriliyor fakat oradaki izleyicilerin şiddet içeren herhangi bir tepkisi falan yok! Onlar da aynı filmleri izliyorlar! Amerika Birleşik Devletleri ile Batı Avrupa arasındaki tek fark, Batı Avrupa’da öyle gidip de silah falan satın alamazsın!”
Böyle demesine pek şaşırmamak gerek; çünkü çocukken bile çoğunluğun mûtabakatına şerh koymayı hayal edermiş her zaman:
“Diğer çocuklar topla oynarken, ben onu alıp suya fırlatmayı hayal ederdim. Bu benim oyun tarzımdı. Bana göre oyunu bölmek ve değiştirmekti zevkli olan.”
Ona göre bu mesnetsiz suçlamalarla filmlerine ve “düşünce özgürlüğüne” saldıranların asıl niyeti de gerçek sorunu görünmez kılabilmek için, göz önünde duracak sahte bir sorun yaratmakmış.
“Bir otomatik silahın, 100 filmden daha fazla etkisi vardır. Film endüstirisi bir günah keçisi olarak hizmet etmeye devam edecek çünkü bu toplumu rahatlatıyor. Böylece onların dikkati bu gibi saçma tartışmalara çekilmişken, Amerika’nın gerçek sorunları görmezden gelinmiş oluyor; Şiddetin aslen ekonomik şartların kötülüğünden, uyuşturucudan ve gerizekalı silahlanma yasasından kaynaklandığı gibi. Burada gidip, elini kolunu sallayarak Revolver alabildiğin sürece, insanlar birbirini vurmaya devam edecektir. Ama tabii, onlar bunu konuşmamayı tercih ederler.”
Hal böyle olunca, içinde küçüklükten beri barındırdığı “oyun kurucudan” gelen o güçle ele aldığı “teknik direktörlüğün” ne değerler taşıdığını merak ediyor insan. Bu meraktan yola çıkarak Paul Verhoeven’ın filmlerini Total Recall, Robocop, Basic Instinct ve Starship Troopers başta olmak üzere içerdikleri imgesel şiddet ve sinema endüstrisine yön veren devrim niteliğindeki teknik kabiliyet yönünden incelemek istiyorum.
Bir dahaki yazıda şiddetle buluşmak dileğiyle.
Paul Verhoeven sineması şiddeti göstermek konusunda hiçbir zaman çekingen olmadı ve açıkçası bu biz 80’ler çocuklarının çok hoşuna gidiyordu.