Başta Robert Philip Kolker olmak üzere, Amerikan Sineması üzerine çalışan birçok teorisyene göre ilk modern Amerikan filmi, Alfred Hitchcock’un yönettiği, ülkemizde “Sapık” adıyla gösterime girmiş olan 1960 tarihli Psycho’dur. Bu muhteşem filmin bir çeşit dönüm noktası olduğu şüphe götürmez. Öte yandan başta ünlü senarist William Goldman’ın otobiyografik şaheseri Adventures In The Screen Trade kitabında olmak üzere birçok kaynakta Hitchcock’un Psycho’sunun son derece sıkıcı ve berbat finali olduğu görüşüne rastlarsanız şaşırmayın. Ama o savın temel gerekçesi şudur, evin bodrumunda geçen ve Norman’ın annesinin gerçek kimliğinin ortaya çıktığı tüyler ürpertici sahneden sonra filmin 7 dakika daha devam etmesi. Yani o görüşü dile getirenlerin hemen hepsi filme bayılmaktadır, sadece Hitchcock’un filmin zirve yaptığı o kusursuz andan itibaren filmi 7 dakika daha sündürmesine, uzun uzadıya hatta biraz da sıkıcı bir şekilde akademik bilgiler veren bir psikiyatrist eşliğinde Norman’ın içinde bulunduğu durumu izah etmeye çalışmasına sinirlenmişlerdir. Şahsi kanaatimce; Hitchcock o sahneyi büyük emek verdiği Vertigo (Yükseklik Korkusu, 1958) anlaşılamadığı, seyircide yeterli karşılık bulamadığı ve adeta araya kaynadığı için filmine koydu ama Psycho’nun finalindeki o birkaç dakikalık ilave sahnenin sinema tarihine bir başka büyük faydası oldu. Bence o Freudyen okumaları netleştiren sahne, filmin gişesinin de katkısıyla, dolaylı olarak da olsa, bugün giallo adını verdiğimiz İtalyan Seri Cinayet Sineması’nın tohumlarını ekti.
Alfred Hitchcock’un Psycho’sunun galası 16 Haziran 1960’da New York’ta yapıldı. Film Ağustos ayında hem ABD’de hem de İngiltere’de gösterime girdi ve uzun süre gösterimde kaldı. Sonbahardan itibaren Avrupa’nın diğer ülkelerinde gösterime girdi ve 24 Kasım’da İtalya’da sinema salonlarını şereflendirdi. Film, tüm dünyada olduğu gibi, aylarca gösterimde kaldığı İtalya’da da çok tutuldu ve hâliyle İtalyan sinemacıları da derinden etkiledi. En çok etkilenenlerden biri de Mario Bava’ydı. O son derece zeki, vizyoner ve kurnaz bir sinemacıdır. Filmin ticari potansiyelini (güzel kadınlar, karanlık ilişkiler ve kanlı cinayetler) hemen fark etti ve 1962 yılının sonlarında bugün bilinen ilk giallo filmi kabul edilen La ragazza che sapeva troppo’nun hazırlıklarına başladı. Mario Bava’nın son siyah beyaz filmi olan ve Bava’nın da tıpkı hayranı olduğu Hitchcock gibi küçük bir cameo’su (tablodan bakan gözler) bulunan filmi La ragazza che sapeva troppo 10 Şubat 1963’te İtalya’da sessiz sedasız gösterime girdi. Filmin üzerindeki Hitchcockyen etki o denli belirgindi ki, film başta İngiltere’de olmak üzere tüm dünyada The Girl Who Knew Too Much (Çok Şey Bilen Kız) adıyla pazarlandı. Bu bariz bir şekilde Alfred Hitchcock’un The Man Who Knew Too Much (Çok Şey Bilen Adam) filmine bir göndermeydi.
Akabindeki sene Mario Bava bu sefer Blood and Black Lace (Sei donne per l’assassino, 1964) adlı ilk renkli giallo’sunu çekti. İşte bu film büyük bir gişeye ulaştı ve gerek görsel stili ile anlatısı gerekse hikâyesinin detayları nedeniyle giallo (alt)türünün temellerini sağlamlaştırmış oldu. Lafı niye bu kadar uzattım çünkü benim bir teorim var. Dario Argento’nun giallo’nun dünya çapında tanınmasını ve sinema sektöründe kendine ait bir pazar yaratmasına vesile olan The Bird with The Crystal Plumage’ı (Kristal Kanatlı Kuş, 1970) bütün kaynaklarda sıklıkla rastlayacağınız şekilde Fredric Brown’un 1958 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde bir de orta hâlli bir film uyarlaması yapılan The Screaming Mimi adlı romanından çok, bence yukarıda kısaca değindiğim iki önemli Mario Bava klasiğinin, The Girl Who Knew Too Much ve Blood and Black Lace’in bir tür yeniden çevrimi gibi durmaktadır. Nasıl mı? Hadi başlayalım.
1940 doğumlu olan Dario Argento, ilk uzun metrajı olan The Bird with The Crystal Plumage’ı 1969 yılında tamamladı ve gösterime hazır hâle getirdi. 1970 yılında filmin sinemalarda boy göstermesiyle beraber sadece İtalya’da değil, gösterime girdiği tüm ülkelerde başarı elde etti ve giallo’nun dünya çapında tanınmasına ön ayak oldu. Argento birdenbire “İtalyan Hitchcock” olarak nitelendirilmeye başlandı. Ardından Argento, ilk başta abartılı duran övgüleri hak etmesini sağlayan çok daha güzel işlere imza attı ve kısa süre içinde 3 uzun metraj giallo daha çekti. The Cat o’Nine Tails (Dokuz Kuyruklu Kedi, 1971), Four Flies on Grey Velvet (Gri Kadifede Dört Sinek, 1971) ve şahsi kanaatimce başyapıtı olan Deep Red (Derin Kırmızı, 1975). Arada, 1973 yılında, tıpkı Alfred Hitchcock Presents (Alfred Hitchcock Sunar) tarzında bir de 4 bölümlük gerilim serisi sundu, bunlardan birini kendi çekti, diğer üçünü arkadaşları ama diğer üçü üzerinde de bariz bir Argento etkisi olduğunu öne sürmek mümkündür. Başta Andrew Cooper olmak üzere birçok sinema yazarı The Bird with The Crystal Plumage’ın Psycho’ya ve hâliyle de Hitchcock’a çok şey borçlu olduğunu iddia ederler ama bence asıl borçlu olduğu kişi Mario Bava’dır.
Mario Bava, Psycho’nun Freudyen okumalara müsait yapısını ve özellikle de “görme” ve “yanılsama” için seyircisi için kurduğu tuzağı The Girl Who Knew Too Much’ta (1963) başarıyla tatbik etti. Filmin kahramanı Nora ister istemez, sonradan karı-koca olduğunu öğreneceğimiz iki kişi arasındaki korkunç bir olaya şahit olur. Onun gördüklerini bizler de görürüz. O yanılır ve hâliyle biz de yanılırız. Bava sadece Nora’ya değil bize de yanılsama yaşamamız için hile yapmıştır, bunu filmin finalinde öğreniriz. Nereye varacağımı tahmin etmişsinizdir, Dario Argento bu modeli alıp aynen The Bird with The Crystal Plumage’da kullandı. Ayrıca katilin ruhsal bozukluğunu da büyük ölçüde ödünç aldı. Sadece bunları mı? Hayır. Bir yerden bir yere yolculuk yaptığını (ülkesi dışında bir yerde) ve kendi hâlinde biri olduğunu anladığımız ana kahramanının, gittiği yerde kendisini karanlık bir olayı, muhtemelen bir cinayeti soruştururken bulması hatta bizzat kendisinin can güvenliğinin tehlikeye girmesi fikrini de aldı. Asıl önemlisi, kameranın sanki doğa üstü bir olay yaşanıyormuş gibi dehşet verici kesmeler ve bozuk açılarla kullanımını da aldı. Hem de sadece ilk filmi için değil, başarılı giallo’larının tümü için. Bava’nın The Girl Who Knew Too Much’ında yaşlı bir kadının eceliyle öldüğü sahneyi seyredin, ne demek istediğimi iyi anlarsınız. O üslup, Argento’nun Deep Red (Derin Kırmızı, 1975) ve Tenebre (Ölümün Sesi, 1982) gibi şaheserlerinde çok net görülmektedir.
Şahsi kanaatimce Argento Sineması ve The Bird with The Crystal Plumage, Bava’nın Blood and Black Lace’ine de çok şey borçlu. Cinayet işleyen ya da işlenmiş bir cinayeti bir nedenden ötürü örtbas eden ve polisi yanıltan karakterleri, hikâyenin daha elit bir çevrede (sanat çevresi) geçmesi, katilin kıyafet tarzı ve kadın bedeninin bir hayli estetik de olsa sömürülme biçimi ile, hiç şüphesiz, birden fazla sayıda katil (çoklu katil) kullanımı çok net bir şekilde Mario Bava etkisidir. Dario Argento, Bava Sineması’nda parça parça kendini gösteren mükemmellikleri tek bir filmde kompakt hâle getirdi, anlatıya uygun forma soktu ve seyirciye sundu. İlk büyük başarısı budur.
Peki The Bird with The Crystal Plumage’ı özgün bir eser hâline getiren şeyler nedir? Hakkını teslim etmek lazım, Dario Argento henüz daha ilk filminde bence 3 önemli şey yaptı. Bunlardan ilki, ses ve görüntü kullanımında ulaştığı olağanüstü yetkinliktir. Tony Musante’nin canlandırdığı Sam Dalmas’ın Monica Ranieri’nin sanat galerisinde saldırıya uğradığına şahit olduğu sahneyi ele alalım. Argento; tıpkı Hitchcock’un Psycho’da kullandığı kısa kesmeler ile daha çok Antonioni Sineması’nda rastladığımız, kameranın bulunduğu açıdaki film-içi diegetic sesin absorbe edilmesiyle yarattığı atmosferle adeta parmak ısırtır. Bu sahne, film okullarında gösterilmesi gerektiğini düşündüğüm bir tasarım harikasıdır. Argento; ne saldırıya uğrayan kurbanın (ve o ortamın) sesini ne de görgü tanığının bağırmalarını duymamıza izin vermez ve bizi korkunç bir dehşetin ortasında elinden hiçbir şey gelmeyen bir başka görgü tanığı yapar. Yine benzer bir şekilde Alberto Ranieri’nin öldüğü sahneyi ele alalım. Süratli bir kurgu, kameranın görmediği yerde (off-screen/alan-dışı) bize bir dehşetin varlığını sunar, sonra iş birden renk değiştirir, bu sefer acınası bir masumiyet görevi devralır ama Argento katharsis’e izin vermez ve seyircinin gırtlağını boydan boya kesmeyi yeğler. Küçük bir kamera trüğünün yardımıyla feci bir ölüme tanık oluruz. Aslında bu ölüm bir çeşit rahatlamayı da beraberinde getirir ama film ilerledikçe, o ölümün dehşetini daha bir yürekten duyumsaya başlarız çünkü yavaş yavaş, katil olduğunu sandığımız kişinin masum olduğu olasılığı ortaya çıkmaktadır. Tıpkı Deep Red’de olduğu gibi. Argento giallo sinemasında müziğin de çok önemli olduğunun altını çizmiştir. Onun filmlerinde bir hayli estetize edilmiş alengirli ölümler kadar Ennio Morricone’nin ya da Goblin’in müthiş tınıları da yankı uyandırmakta ve hikâyenin amacına büyük bir katkı sunmaktadır.
Argento’nun ikinci başarısı, öyküsünü ele alış biçiminde gizlidir. Argento önce kartların çoğunu tıpkı bazı Tarot okuma yöntemlerinde olduğu gibi masaya bir güzel yayar, birkaç kartı ise kapalı tutar ve gizler sonra bize gizli sırlar ve ruhsal bozukluklarla dolu hikâyesini anlatmaya başlar. Araştırmalar birinci tekil şahıs üzerinden ilerler. Cinayetlerin çoğunu katil ve maktul arasındaki bir kovalamaca şeklinde resmeder ama kamerayı öyle kıvrak kullanır ki, kimi zaman katilin doğaüstü bir güç olduğu izlenimi ediniriz. Odalardan odalara, katlardan katlara ani geçişler, duvardan geçen kameralar, birden hızlanan ve pan yapan mercekler bizi allak bullak eder. Argento filmlerinde katil, Azrail gibidir. Ölüm kaçınılmazdır. Kartlar açıldıkça hikâye netleşir ama Argento, tıpkı her iyi giallo’da olduğu gibi, bizi defalarca yanıltır. Katili doğru tahmin etmemize başarıyla engel olur. Tıpkı birçok Argento giallo’sunda olduğu gibi The Bird with The Crystal Plumage’da da işin arkasındaki esrarlı kişi (ya da kişiler), yazarı ve sevgilisini araştırmalara son vermesi konusunda uyarır ve tehdit eder. İşleri içinden çıkılmaz hale getiren başkahramanın merakıdır. Argento’nun Sleepless’a (Uykusuz, 2001) kadar uyguladığı bir yöntemdir bu. The Bird with The Crystal Plumage’da Argento birçok detayı Sam Dalmas’la aynı anda öğrenmemizi sağlar. Hikâyeyi genişleten her yeni karta karışık bir de “Ölüm/La Morte” kartı açar Tarot’unda Argento. En sona sakladığı kart ise bizi tamamen yan yatırmak içindir. Bizim için çekilmiş bir Ölüm Kartı!
Son olarak şunu söylemek lazım, Dario Argento sağlam bir bütçeyi de arkasına alarak, ki bunu mutlaka belirtmek lazım, giallo’ları “A filmi” statüsüne soktu. Önemli bir İtalyan yapımcının oğlu olarak filminin dağıtımını ve pazarlamasını iyi yaptı. Tüm bir giallo furyasını tetikleyen süreci asıl başlatan Argento ve onun hem seyirci hem de eleştirmenler nezdindeki başarısı oldu. Çoklu okumalara müsait filmleri her daim sinemasal bir derinliğe sahip oldu. Argento’nun Bava ile birlikte giallo türünün prototipini çıkardığını söylemek mümkün. Açıkçası Dario Argento’dan sonra onun ayarında işler ortaya koyabilen çok az sayıda sinemacı çıktı ama üretim miktarı hatırı sayılır büyüklüklere ulaştı. 1963-1969 yılları arasında (1969 dahil) sadece 10 küsur giallo vardır. Bunların yarısının da giallo olup olmadığı tartışmalıdır. Argento’nun liderliği eline aldığı 1970-71 yıllarından sonra ise sadece 70’li yıllar boyunca çekilmiş giallo sayısı 100’den fazladır. Bunların en nadide örnekleriyle yazılarımıza devam edeceğiz. Siz de bu arada kendinize bir iyilik yapıp The Bird with The Crystal Plumage’ı (Kristal Kanatlı Kuş, 1970) izleyin. Şimdiden iyi seyirler…
Not: İlk kez Alacakaranlık Dergi’nin 2017 Nisan sayısında yayınlanmıştır.
Ertan hocam. Merhaba. Film hakkındaki yorumunuz çok güzeldi. İtalyan korku gerilim filmlerinin yeri bende başka. Kristal Kanatlı Kuş ve Phenomena filmlerini diğerlerine göre daha çok sevmişimdir. Diğer filmlerinden farklı olarak senaryo olarak merak duygusu ve gerilimi üst seviyelerdeydi. İki filmin de açılış sahneleri tüyler ürperticiydi. Teşekkürler.