“Sanırım insanlar eninde sonunda yaşamı kucaklamalıdırlar.”
Arthur Miller
Film, ünlü yazar Arthur Miller’ın bu sözleriyle kapılarını açar. Sonrasında ise farklı kesimlerinden insanların yaşadıkları yalnızlıklara, izleyen herkesi birer birer ortak eder. Kiminin karısıyla, kiminin metresiyle, kiminin ise hayatla problemleri vardır ama onların hepsini birleştiren ortak nokta; en ürkütücü insani duygulardan biri olan yalnızlıktır. Bu öylesine korkunç bir duygudur ki; bazen farkında olup adımlarımızı onu yenmek için atarız, bazense farkında olmadan o yalnızlığın içinde kaybolup gideriz. Tunç Başaran’ın senaryosunu yazıp yönettiği 1987 yapımı Biri ve Diğerleri; izleyenlerini bir bar ekseninde, yalnızlık duygusunun ortasına, olabilecek en şairane üslup ile bırakıyor. İzlerken; yeni çıkmış, ancak kimsenin daha ulaşma fırsatına nail olamadığı bir şiir kitabını okuyor hissiyatına kapılacağınız filmin başrollerinde ise Aytaç Arman, Meral Oğuz ve Mücap Ofluoğlu gibi isimler yer alıyor.
Barış (Aytaç Arman), oldukça yağmurlu geçen bir sabah alelade bir bara sığınmak zorunda kalmıştır. Daha günün açılışını dahi yapmamış bu barda birini beklediğini söyleyen bu gizemli adam bulunduğu ortama yavaş yavaş uyum sağlamaktadır. Barın dolmaya başlamasıyla birlikte çevresinde yaşanan olaylara kulak kesilen Barış’ın, yanına oturan Gülin (Meral Oğuz) isimli güzel kadın ise farkında olmadan ona hayatının en güzel gününü yaşatacaktır. Tüm bu olaylar yaşanırken Barış bir yandan da hayallerinde yaşattığı kadınla konuşup düş ile gerçeği birbirine karıştırmaktadır. Ancak, tüm bu yaşananlar onun yalnızlıkla ilgili en doğru çıkarımı yapmasına olanak sağlayacaktır.
Tunç Başaran’ın 1973 yapımı Ömer Hayyam filminden sonra beyazperdeye dönüşünü müjdeleyen Biri ve Diğerleri, farklı anlatılar denemeyi seven yönetmenin sinemasında bile şüphesiz ayrı bir yere sahip. Tunç Başaran’ın başından sonuna kadar bir barda yaşananları anlattığı hikâyesi, sadece başrolündeki karakterleriyle değil bara adımını atmış her bir karakterle, aslında bir toplum anlatısını önümüze getiriyor. Barda bulunan hiçbir karakter, oraya öylesine gelmemiş; yönetmenin anlatmak istediği sıradanlığımıza ve yalnızlığımıza birebir hizmet etmektedir. Esasen bu mekânda, bir barda cereyan edebilecek, konuşulabilecek her şey var. Aşk, arkadaşlık, aile, futbol, memleket meselesi ve daha niceleri. Nitekim alkolün bünyeye girmesinden sonra konuşulması en zor olan konuların bir anda dile gelmesi gerçeği de aslında filmin kaburgalarından birini oluşturuyor. Tunç Başaran’ın kurduğu dünyada en önemli değerlerden biri de gerçeklik algısı. Yönetmen bunu sadece toplumun belli bir kesimine bağlı kalmadan, genciyle yaşlısıyla, zenginiyle fakiriyle anlatması, aslında tek bir hikâyeyi farklı insanlar üzerinden betimlemesiyle alakalı. Her ne kadar filmin başrolleri Aytaç Arman ve Meral Oğuz olsa da o gün, o barda olan herkes onlardan harikulade bir şekilde rol çalmaktadır. Aslında bu durum bir nevi hikâyenin geçtiği barı da filmin başrollerinden biri haline getiriyor. Üstüne de adı konmamış bir kural olan bar müdavimciliği de hikâyenin merkezine yerleştirildiğinde, film adeta hayattan bir parça haline geliyor. Tüm bu gerçeklik algılarını bir kefeye koyduğumuzda, Tunç Başaran’ın resmetmek istediği yalnızlık temasının ete kemiğe bürünen bir hal aldığını rahatlıkla dile getirmeliyiz.
Gel gelelim filmin şairane anlatısına. Bazı filmler vardır, izleyenlerine kitap okuyormuşçasına bir haz verir. Günümüzden bir örnek vermek gerekirse, Kış Uykusu’nu izleyenlerin çoğu sanki birinin ona mükemmel yazılmış bir roman okuduğu hissiyatına kapılır. Tunç Başaran ise Biri ve Diğerleri filminde izleyenlerine bambaşka bir şiir kitabı okumaktadır. Hayatın her bir anını, kaçırılmaması gereken duyguları, yalnızlığı yeri geldiğinde şiirlerden pasajlar vererek anlatıyor, yeri geldiğinde ise etkileyici diyalogları ile insanın içine nakşediyor. Keza filmi bu denli değerli kılan unsur da hikâyenin böylesine şairane olabilmeyi başarması. Sinemamızda pek de görmeye alışık olmadığımız bu üslup, filmi sinema tarihimizde oldukça farklı bir yere konumlandırmamıza olanak sağlıyor. Bu noktada dile getirmemiz gereken bir başka önemli husus ise Tunç Başaran’ın kendi yazdığı senaryosunu yine kendisinin çekmesi. Bu şekilde yönetmen kafasından geçenleri olduğu gibi filmin içine dâhil ediyor ve hissettirmek istediği şiirsel atmosferi oldukça net bir şekilde izleyenlerine aktarmayı başarıyor.
Pekâlâ, biraz da filmin başrolü ve tüm olayların çıkış noktası olan Barış karakterine değinelim. Kendisi adeta bir salon beyefendisi edasıyla geldiği barda, birini beklediğini iddia ederek bar sandalyesindeki yerini alır. Ve yavaş yavaş hayalinde yaşattığı kadınla konuşmaya başlar, hatta ona telefon etmek için aralıklarla telefonun başına dahi geçer. Barış aslında hayalleriyle gerçeğe tutunmaya çalışan bir karakterdir. O hayallerindeki kadını bekleyerek oturduğu barda, aslında onun için hayal dahi olamayacak kadar gerçeklikte şeyler yaşayacaktır. Barış’ın yanına oturan Gülin’in durumu ise, Barış’tan pek de farklı sayılmaz. Tek fark onun kanlı canlı bir şekilde var olan kocasını beklemesidir. Peki, ne fark ederdi? Başkalarını bekleyen iki insan? Belki de bekledikleri kendileriydi, belki de en başta Arthur Miller’ın söylediği doğruydu. Sanırım insanlar eninde sonunda yaşamı kucaklamalıdırlar. Başkalarını bekleyerek geçen hayatta, anı kaçırmanın anlamı niyeydi? İşte Tunç Başaran’ın tüm şairane atmosferinin altında ki gerçek anlatı da burada yatıyor! Anı kaçırmamak hatta daha da ötesinde başkalarını beklerken gelen fırsatları hiçe saymanın yanlışlığı.Yönetmen, bu anı Barış ve Gülin aracılığıyla öylesine güzel resmediyor ki, filmi izlerken hayatta kaçırdıklarımızı düşünmemek zor bir durum halini alıyor. Onlar başkalarını beklemek amacıyla geldikleri barda, önce birbirleriyle yalnızlıklarını paylaşıyorlar sonra paylaştıkları yalnızlıklarını giderek yok ediyorlar. Yani aynı yaşadığımız hayatta olduğu gibi. Ötesini düşünmeden yaşamanın, ana tutunmanın önemini böylelikle Tunç Başaran kendi bildiği yoldan, kendi sonucuna götürerek betimliyor.
Filmde resmedilen yalnızca Barış ve Gülin’in paylaşımları değildi elbette. Hikâyenin barı başrole yerleştirmesi birçok hayata tanıklık etmemize olanak sağlıyor. Tiratlar atarak ortalarda gezinen oyunculardan, para için karısını bıçaklayan insanlara kadar herkesin yer aldığı bu bar, aslında toplumda yaşayan her bir bireyin gündelik hayat dertlerini ve hiç bitmeyen arayışlarımızı su yüzüne çıkarıyor. Sokakta yürüdüğümüz her bir an karşımıza çıkması muhtemel olan bu kişilerin kurgusal olarak hikâyenin içine aktarılması da filmi canlı tutan en önemli detaylardan biri. Her karakterin bu denli incelikle yazılması, iyi bir toplum analizi süzgecinden geçmesi, bir nevi Tunç Başaran’ın senaryo başarısı olarak değerlendirebileceğimiz bir durum. Ancak yönetmenin bunu kolaycılık tuzağına düşmeden, tamamen kendine özgü bir bakış açısıyla anlatması ise takdiri hak eden apayrı bir konu. Bu yüzden, filmin her bir dakikasında okunan şiirler, edilen replikler daha da bir değer kazanıyor.
Özellikle kadın-erkek ilişkilerinin her yönünden ele alındığı Biri ve Diğerleri, Barış karakterini odak noktasına alarak, diğerlerinin hayatlarına da mercek tutuyor. İyisiyle kötüsüyle adeta toplumumuzun bir parçası olan hikâye, Tunç Başaran’ın şairane anlatımıyla bir bütün haline geldiğinde ise tadından yenmeyecek bir hal alıyor. Aytaç Arman ve Meral Oğuz’un başından sonuna kadar adeta gözleriyle oynadıkları film; hayallerimizi, onun neticesinde gelişen gerçekleri bir potada başarıyla harmanlayıp sanatın en yalın örneklerinden biri olarak karşımıza geliyor. Sinemamızın keşfedilmeye açık filmlerinden olan Biri ve Diğerleri, değeri bilinmeyenler listesinde hâlâ üst sıralardaki yerini koruyor.