1971 yılında Gordon Parks’ın çevirdiği ve başrolünü Richard Roundtree’nin oynadığı Shaft adlı film Hollywood avantür sinemasında yeni bir furyanın başlamasına neden oldu. Bu furyaya sonradan blaxploitation adı verildi. Black ve exploitation kelimelerinin birleşmelerinden oluşan bu yeni alt tür, adından da anlaşılacağı üzere Afrika kökenli Amerikalıların ilgisini çekecek çeşitli konuları kullanıp onları bir şekilde istismar ederek seyirci çekmeyi amaçlıyordu.
Bu furyanın temelinde 60’larda ortaya çıkan ve o döneme kadar kendi kültürlerini konu alan – ve genelde Sidney Poitier’in başrolünü oynadığı – mainstream filmlerden tatmin olmayan Afro-Amerikalıların prodüksiyonundan yönetimine kadar her şeyini üstlendikleri bazı bağımsız filmler vardı. Örneğin 1971 tarihli Sweet Sweetback’s Badasssss Song adlı filmde Melvin Van Peebles filmin prodüktörü, yönetmeni ve başrol oyuncusu olmasının yanısıra müziklerini de yapmıştı.
Bu filmler ilk başta istismar sinemasının bir örneği olmaktan çok Afro-Amerikalıların hayatını tüm gerçekleriyle yansıtma amacı güdüyordu. O dönemde yükselen ırkçı tavra karşı Black Panthers gibi Afro-Amerikalı gruplar silahlı direnişi öneriyor ve uyguluyorlardı. Bu filmlerdeki karakterler perdede bir nevi ‘Tom Amca’ rolü oynayan Poitier’in(1) tersine genç Afrikalı Amerikalılara özdeşleşebilecekleri rol modelleri sunmayı başarmıştı.
Bu ilk dönem bağımsız filmlerin çektiği ilgiyi fark eden MGM, bu ilgiden para kazanmak için 1971 yılında Shaft’ı çevirdi. Blaxploitation furyası böylece başlamış oldu. Gençler seksi, küfürbaz, ve kavgacı John Shaft’in Afro saçları ve favorileriyle birlikte davranışlarını da taklit etmeye başladılar. Irkçılık karşıtı politik bir tavrıyla da dikkat çeken bu filmden kar eden MGM iki devam filmi daha yaptı (2).
İlk başlarda sadece suç öyküleri anlatan aksiyon filmlerinden ibaret olan blaxploitation her iyi istismar alt türünün yapması gerektiği gibi başka türlere de el attı: kung fu, western, bilim kurgu ve tabii ki korku.
Blaxploitation korku filmlerinin büyük ihtimalle ilki William Crain’in yönettiği Blacula idi. “Dracula’dan Daha Ölümcül” sloganıyla piyasaya sürülen filmin afişinde “Cehennemin yankılı koridorlarından geliyor, Saf korkunun şeytani güçlerine sahip doğaüstü bir yaratık, Daha önce katlanılanlardan daha aşağılayıcı bir köleliğin sonsuz mahkumu” yazmasının yanısıra “O Siyah! O Güzel! O Blacula!” sözleri dikkati çeker. Bu 1920’lerdeki Harlem Rönesansıyla başlayan “Siyah Güzeldir” söyleminin bir uzantısıdır. Langston Hughes gibi Afrika kökenli şair, yazar ve sanatçıların başlattığı bu hareket doğrultusunda Afro-Amerikalılar kendileriyle ve kültürleriyle gurur duymaya başlamışlardı.
Film Afro-Amerikalıların 20. Yüzyıldaki durumlarını resmetmekte bu kadarla da kalmaz…
Filmin açılış sekansı oldukça manidardır. Yıl: 1780 Yer: Dracula Şatosu, Transilvanya. Kont Dracula (Charles Macaulay) Afrika’dan gelen Prens Manuwalde (William Marshall) ve eşi Luva’yı (Vonetta McGee) ağırlamaktadır. İlk kez ‘kara kıta’dan misafirleri gelmiştir ve mutluluğunu dile getirir. Manuwalde insanlarının köklü kültürlerini tüm uluslara tanıtmak istemektedir. Luva’nın söylediğine göre, o “insanlarımızın gururunun kristalleşmiş halidir.” Sonra da asıl geliş sebeplerini açıklamak üzere Dracula’ya Afrika’dan getirdiği bir mektubu verir. Dracula okur: “Köle ticaretini tümüyle durdurmak mı? Ama bu gerçekdışı. Ben Köleciliğin faydalı olduğunu düşünüyorum.” Manuwalde, “Barbarlığın faydalı olduğunu mu düşünüyorsunuz” der kızgınlıkla. Dracula bunun sadece kölelerin bakış açısından barbarlık olduğunu söyler ve aslında Luva gibi bir köleye sahip olmak da hoşuna gidecektir. Afrikalı prensin bunu bir iltifat olarak alması gerektiğini düşünmektedir. Kendisini hayvan olmakla suçlayan Manuwalde’ye ise ormandan gelenin o olduğunu söyler. Bunun üzerine Manuwalde ve Luva kalkmaya yeltenirler. Ama Dracula adamlarını çağırarak onları yakalatır. Manuwalde’yi boynundan ısırarak kanını emer, onu bir tabuta kilitler ve bir “cehennem azabıyla” lanetler: “Seni kendi adımla lanetliyorum. Bundan sonra adın… Blacula! Vampir, yaşayan iblis.” Manuwalde tabutta kilitli kalıp tek arzu duyduğu şey olan insan kanından mahrum kalacaktır. Luva ise “kara teni çürüyene kadar” tabutun durduğu zindanda kalmaya mahkum edilir.
Manuwalde, Sivil Haklar Hareketiyle başlayan afro-merkezci bakış açısını temsil etmektedir. Etnik bir bilinç kazanmaya başlayan Afro-Amerikalılar Afrika’nın kültürel mirasını kendi kültürleriyle birleştirmeye çabalamışlardır. Bu hareket, dış görünüşe de yansımıştır. Afro saçlar, filmde Luva’nın giydiği gibi geleneksel Afrika kıyafetleri ve Manuwalde gibi Afrikalı isimleri yaygınlaşmıştır. Afrikalı prensin köleliği kaldırma isteği de bir bakıma 60’lı yıllarda Afrikalı Amerikalıların beyazlarla eşit haklara sahip olma isteklerine paralel düşmektedir. Manuwalde ise Martin Luther King – ya da belki daha çok Malcolm X – gibi bir Sivil Haklar Hareketi lideri olarak düşünülebilir.
Aristokrat bir ‘beyaz’ olan Kont Dracula ise tüm ırkçılığıyla baskın kültürü temsil etmektedir ve toplumdaki ‘üstün’ konumunu kaybetmek gibi bir niyeti yoktur. Manuwalde’nin kanını emmesi açık bir biçimde Afro-Amerikalıların geleneksel bir şekilde sömürüldükleri şeklinde okunabilir.
Ama bu ısırık iki taraflı bir metafor olarak görülmelidir.
Açılış sekansının ardından yüksek tempolu bir funk şarkısı eşliğinde keskin çizgilerin ağırlıklı olduğu siyah, beyaz ve kırmızı renklerden oluşan pop art etkilenimli bir jenerik başlar. O dönemdeki diğer polisiye blaxploitation filmlerini andıran bu başlangıç filmin sonraki kısmı hakkında ipucu verir gibidir…
Yer: Transylvania. Zaman: Günümüz (1972). İki (eşcinsel) iç dekoratör Dracula’nın şatosundaki eşyaları Amerika’da satmak amacıyla satın alırlar.
Bu dekoratörlerden biri Afro-Amerikalı (saçları da afrodur), diğeriyse sarışın mavi gözlü bir beyazdır (3). Amerika’daki depolarına gelip Blacula’nın tabutunu açarlar. Bu arada beyaz olanın kolu kanar. Tabutundan çıkan Blacula, kanın kokusunu alarak hemen onun koluna yapışır. Kendisini engellemeye çalışan afro saçlı dekoratöre – adı Bobby’dir – önceleri ısrarla saldırmasa da bu sadece diğerinin kanı bitene kadar sürer.
Dracula’nın ısırığıyla bir vampire dönüşen Manuwalde’nin baskın kültürün etkisi altında asimilasyona uğramış olduğu düşünülebilir. Afrika’nın köklü kültürünün ateşli savunucusu ve kölelik karşıtı olan Afrikalı prens artık kendi ırkından olanların kanını tıpkı beyaz Kont Dracula gibi acımasızca emmektedir. Hatta filmde beyaz dekoratör dışında kanını emdiği kişiler genelde hep Afrika kökenli olanlardır. Ayrıca daha sonra bir gece klubünde Fransızca konuştuğuna ve Fransız şampanyası ısmarladığına şahit oluruz. Bu şu şekilde yorumlanabilir. Kendisi asla bir köle olmamış olan, üstelik ülkesinde aristokrat sınıfa mensup olan Manuwalde en başından beri samimi bir sivil haklar savunucusu olmamıştır zaten. Halkın içinden, sokaktan gelmemektedir. O yüzden Afro-Amerikalıların gerçek sorunlarını hiçbir zaman tam olarak anlayamaz. Onlarla aynı sınıftan değildir ve kendini, bir bakıma, aşk ve şampanya gibi küçük burjuva zevklerine adamıştır. Bram Stoker’ın Dracula romanının, aristokrasinin çöküşünü, yıkık şatolar ve kötü niyetli aristokratlar metaforuyla göstermeye çalışan gotik edebiyatın bir temsilcisi olduğu düşünülürse bu bakış açısı kuvvetlenecektir.
Bu durumda Blacula, Afro-Amerikalı izleyicilere tam olarak özdeşleşebilecekleri bir rol modeli olabilmekten acizdir. Film onun yerine daha özdeşleşilebilir bir karakter olan Doktor Gordon Thomas’ı (Thalmus Rasulala) sunar. Doktor Thomas, boynunda diş izleriyle bulunan cesetlerin ardındaki gizemi araştıran bir adli tıp dedektifidir. Bu cesetler teker teker ortadan kalkmaya başlayınca gizem de artar.
Doktor Thomas çevresindeki beyazlar da dahil olmak üzere herkese biraz üstten bakan bir otorite figürüdür. Beyaz polis Teğmen Peters’a (Gordon Pinsen) bu dava hakkında ne yapıp ne yapmaması gerektiğini o söyler. Morgda çalışan beyaz görevli Blacula’nın öldürdüğü Afrika kökenli taksici kadın için “herhalde kendi kaşınmıştır” dediğinde ona kötü kötü bakar ve bir kahve getirmesini ‘emreder’. Filmin bir yerinde Teğmen Peters bu ölümlerin ardında Black Panthers grubunun olabilme ihtimalini öne sürdüğünde alaycı bir tavırla Panterlerin iki ‘i.ne’ dekoratörün ölümüyle ilgilenmeyeceğini söyleyerek ve (çoğu Afrika kökenli olan) cesetlerin tek tek ortadan kaybolmasında Peters’a polislerin “siyahlarla ilgili meselelerde” daha dikkatsiz davrandığını ima ederek politik tavrını dile getirmiş olur ve büyük ihtimalle Shaft kadar olmasa da filmin hedef kitlesi tarafından beklenen ilgiyi görmeyi başarır.
Film Blacula’nın iki yüz yıl önce Dracula’nın zindanında ölmüş olan eşi Luva’nın reenkarnasyonu olan Tina’yla (Vonetta McGee) karşılaşmasıyla devam eder. Manuwalde ve Tina birbirlerine aşık olurlar. Ama Tina, Doktor Thomas’ın eşi Michelle’in (Denise Nicholas) kardeşidir. Okuduğu birtakım okült kitaplardan vampirler hakkında bilgi edinen Thomas’ın bu olayları başlatanın Manuwalde olduğunu anlaması uzun sürmez. Onun tabutunu sakladığı depoyu tespit edip orada bir grup yeşil suratlı ve rengarenk giysili vampirle savaştıktan sonra Manuwalde’nin tabutunu başka bir yere taşıdığını anlarlar. Bu arada Manuwalde hipnotik güçleriyle Tina’yı kendine çekmeye başlamıştır. Tina Manuwalde’nin vampir olduğunu biliyordur ama bu ona olan aşkını değiştirmez. Polis ekipleri onları bir binada sıkıştırır ve bir polis yanlışlıkla Tina’yı vurur. Bunun üzerine Manuwalde Tina’yı kurtarmak için onu ısırır. Doktor Thomas da Tina’nın kalbine bir kazık çakarak onu öldürür. Çok öfkelenen Blacula tüm polisleri öldürür. Sıra Thomas’a geldiğindeyse Thomas bir haçla onu durdurmaya çalışır. Ama Blacula “ona gerek yok” der ve güneş ışığına çıkarak intihar eder.
Genel anlamda, yarasaya dönüşmek, haçtan ve güneşten korkmak, aynalarda ve fotoğraflarda görünmemek gibi vampir literatürünün bazı trüklerine uysa da, Blacula bir korku filminden çok bir blaxploitation polisiyesidir. Filmde korkunç olması gereken – vampirlerin ortaya çıktığı – sahneler korkunç olmaktan uzak, hatta gayri ihtiyari bir şekilde komiktir. Rengarenk giysili ve oradan oraya atlayan vampirler seyircide bir gizem ya da korku duygusu uyandırmaz. Elbette bu, türün yapısı gereği yapılmış bilinçli bir tercih olabilir. Blacula’nın göründüğü sahnelerde kullanılan tema müziği ise izleyiciyi germeye çalışsa da pek başarılı olamamaktadır. Tüm film boyunca eğlenceli bir aksiyon filmi atmosferi yaratan funky ve groovy müziklerin etkisi altında kalan seyirciyi korkutmak pek mümkün olmaz.
Blacula günümüz seyircisinin sempati duyabileceği anti-kahraman vampirlerden biridir. Duygusaldır, aşık olur ve filmin sonunda öldüğünde seyirci onun için üzülür. Ama 70’lerdeki Afro-Amerikalı seyirci kitlesi için aynı durum geçerli değildir. Ortada üzücü bir aşk hikayesi vardır. Ama filme, ait olduğu alt tür ve hedef kitlesi çerçevesinde bakarsak, bu tip filmlerde içten içe kendi politik bakış açılarını haklı çıkaran öğeler arayan izleyicinin aradığını Manuwalde’de değil Thomas’da bulduğunu görürüz (4). Bu yüzden Manuwalde’yi izleyicinin yakınlık duyduğu bir anti kahraman olarak görmek mümkün değildir.
Tüm bunlar göze alındığında diyebiliriz ki, Blacula tüm vampirlerin, hatta tüm canavarların beyaz olduğu bir geleneği Afro-Amerikalı kültürüne uygulayarak oldukça yenilikçi bir bakış açısı getirmiş ve yepyeni bir çığır açmıştır (Hemen ardından gelen devam filmi Scream, Blacula, Scream’in yanısıra Blackenstein ve Dr Black and Mr Hyde gibi filmlerin çekildiği de kaydedilmektedir.) Ama siyahların kültürünü yansıtmak ve temsil etmek gibi hedefleri varmış gibi görünen bu film ve tüm alt tür aslında kendi izleyicisini sömürerek bir bakıma onlara ihanet etmektedir. 1975 yılına gelindiğinde blaxploitation furyası büyük ölçüde sona ermiştir.
“Öteki Sinema” yazarı Can Yalçınkaya’nın yazmış olduğu bu yazı, 19 sayı çıkmış olan kült “Öteki” sinema dergisi olanGeceyarısı Sineması’nın 15. sayısında yayınlanmıştır.
Notlar:
1 Her ne kadar Poitier de Mr Tibbs karakteriyle bu mecrada akma çabası gösterdiyse de hiçbir zaman Roundtree kadar ‘hip’ ve ‘groovy’ olamamıştır.
2 Daha sonra başka Shaft filmleri de yapıldı tabii. Bunların sonuncusu başrolünü Samuel L. Jackson’ın oynadığı versiyondu.
3 Irklararası eşcinsel bir berbaberlikleri olması dönemin cinsel özgürlük ortamının filme yansıması olsa gerek. Benzeri bir durum seksenlerin slasher filmlerinde büyük ihtimalle ölümle cezalandırılırdı. Burada ise söz konusu ikili boyunlarındaki ısırık sayesinde yeşil suratlı bir çift vampir olmakla sıyırıyorlar.
4 Öte yandan eşitlik isteyen bir azınlık grubuna hitap eden bir film olarak Blacula’nın hiç politik doğruluk gibi bir kaygısı olmadığı da dikkat çeker. Filmde Thomas da dahil olmak üzere pek çok insan, eşitlik isteyen bir başka azınlık grubunun mensubu olan iki eşcinsel dekoratörü ‘ibne’ gibi fazlasıyla aşağılayıcı bir sözcükle tanımlamakta hiçbir sakınca görmezler.
Oldukça kapsamlı ve eğitici bir yazı olmuş.Büyük keyifle okudum