Baştan söyleyeyim, “Stalker”ı (1979) bir bilimkurgu filmi olarak değerlendirmediğim için benim en sevdiğim bilimkurgu filmi “Blade Runner”dır.
“Blade Runner”ın (1982) sayısız versiyonu arasında farklılıklarıyla öne çıkan ve zaman içinde film hakkındaki çalışmalara en çok konu edilen yedi kurgusu (cut) var: The Workprint Prototype (1982), The San Diego Sneak Preview (1982), The US Theatrical Release (1982), The International Theatrical Release (1982), The US Broadcast Version (1986), The Director’s Cut (1992) ve The Final Cut (2007).
Küresel çapta en bilinen, en popüler üç versiyon; Amerikan sinemalarında boy gösteren ve anlatıcı/üst-ses özelliğiyle filmi future/tech noir olarak mimleyen The US Theatrical Release (1982), Ridley Scott’ın hikâyeye bambaşka bir perspektif kazandıran ve Deckard’ın da bir android olma ihtimalinin altını kalın bir çizgiyle çizdiği Yönetmenin Kurgusu (The Director’s Cut, 1992) ve dijital anlamda neredeyse kusursuz bir imge cenneti inşa eden ve Blade Runner dünyasındaki sayısız detaya vakıf olmamızı sağlayan tasarım harikası The Final Cut (2007). İşte ben bu ‘görsel tasarımı hikâyenin önüne çıkaran’ Son Kurgu (The Final Cut) adlı versiyonu 2008 yılında ilk kez izlediğimde nutkum tutulmuştu, donakalmıştım. Sanki tüm hayatım boyunca beklediğim birini bir anda karşımda bulmuş gibi olmuştum. Asla tarif edilemeyecek benzersiz bir histi. Bu hafta o hissi bir kez daha yaşadım.
Bir arkadaşım vardı. 1999 yılında “Eyes Wide Shut” gösterime girdiğinde, “bunun kurgusunu Kubrick yapmadı” diye izlememişti. Film, 1999 Temmuz’unda Amerika Birleşik Devletleri’nde gösterime girmişti, halbuki Kubrick Mart’ta ölmüştü. Resmi açıklamalar ve kayıtlar, kurgunun teslim tarihi olarak Stanley Kubrick’in ölümünden dört gün öncesini gösteriyordu. Ama ses miksajı ve soundtrack henüz tamamlanmamıştı (yani bir bakıma filmin kurgusunu değiştirme riski taşıyan bazı teknik kısımlar bitmemişti). Filme son hâlini veren kesinlikle Kubrick değildi. Daha sonra uzmanlar, meşhur ayin sahnesinde Kubrick’in tarzı dışında bazı kesmeler olduğu sonucuna falan vardı ama mesele o değil. Detaydır, sizi yormayalım. Film hakkındaki yazımızda bolca bahsederiz. Neyse, sonuçta o arkadaşım “Eyes Wide Shut”ı sinemada izlemedi. Birkaç sene sonra falan bir film festivalinde karşılaştık. Bana, “Stanley Kubrick’in bir retrospektifi falan olsa da izlesek” gibisinden bir laf edince “Pişmansın değil mi Eyes Wide Shut’ı beyazperdede izlemediğine” diye sordum. “Çok pişmanım” dedi. Cevabını kibarlaştırarak aktarıyorum tabii. Neyse, ben o gün bugündür, eğer imkânım varsa, çok beklediğim bir filmi –tüm eksiklerine ve kusurlarına rağmen- sinemada izlerim. Benim sinemada izlemediğime eşek gibi pişman olduğum sürüyle film var, o listeye yenilerini ekleme niyetim de yok. Belirli bir ilkeyle filmi sinemada izlememe kararı alana saygı duyarım, kendi tercihidir ama ben –bir mani yoksa- merakla beklediğim bir filmi sinemada izlerim. İşte bu hisle, her ne kadar Sony üstenci bir tavırla büyük bir saçmalığa imza atmış olsa da “Blade Runner 2049” için sinemaya gittim. Ve iyi ki de gitmişim.
Filmi önce İzmir’in Tire ilçesinde izledim. Üç kişiydik. Yaşadığım başdöndürücü görsel şokun günler süren etkisi geçtikten sonra, filmi tekrar seyretmek için bu sefer Aydın’ın Söke ilçesine gittim. Sinema yönetimi benden başka filmi görmek isteyen olmadığı için gösterim yapamayacağını beyan etti. En az üç kişi lazımmış. Ben de durumu anlattım ve minimum biletli seyirci sayısını tek başıma temin etmek için üç kişilik bilet satın aldım. Onlar da sağ olsunlar hem öğrenci bileti kestiler, hem de ikramda bulundular. Ben de filmi bu kez kocaman bir salonda tek başıma izledim. Üstelik altyazıyı okumayı bırakıp görüntünün kollarında adeta sarhoş olarak…
Uçsuz bucaksız arazilerin üstündeyiz. Dingin bir müzik, görsel hazzı tüm uzama yaymakla meşgul. Görüntünün oyuncağı olmaya başladığımızı hissediyoruz. Orası kesin. Kati çizgilerle bölünmüş tarlalar, seracılığın yaygın olduğu bölgelerde yapılan uçuşlarda alınan görsel hazza benzer bir hissi inşa etmeye başlıyor. Kesinlik duygusu, yansıma ve renk paleti; daha ilk saniyelerden başlayarak tarlaların/çiftliklerin, görsel açıdan bundan 15-20 yıl önceki masaüstü bilgisayarlarının ana kartlarına benzemesine vesile oluyor. Ardından tüm filme yayılacak bu “tanıdıklık” hissi müthiş bir his.
Film başlar başlamaz kendimi, ilk filmi 1982 yılında sinema salonunda izleyen şanslı güruhtan biri olarak hayal etmeye başladım. Hani o kesilip biçilen filmi, eleştirmenlerin olumsuz (önleyici) etkisine rağmen sinemada izleyenlerden biri olarak. Sanki tarih tekerrür etmişti. Sinemanın yansı(t)ma (reflection) özelliği kadar önemli olan bir özelliği de budur işte: Özdeşleşme (identification) özelliği. Film, sizi kendi gerçekliğinizden koparıp kısa bir süreliğine de olsa yeni bir gerçekliğe çivileyiverir. Özdeşleşme, iç ve dış olarak kabaca ikiye ayrılabilir. İç özdeşleşme, filmsel öğelerle (karakter, hikâye vb.) özdeşleşmedir, dış özdeşleşme ise o filmi çeken aktörlerle, yönetmenle falan olan özdeşleşmedir. “Blade Runner 2049”u izlerken hem iç hem dış özdeşleşme yaşadım, etkiyi derinleştiren de bu “tanıdıklık” hissi oldu.
Harrison Ford gibi aktörler bana doğrudan çocukluğumu hatırlatır zaten. Yani o nedenle ben bir “The Expendables” (Cehennem Melekleri) filmine ya da ne bileyim bir Sergio Leone filmine salt bir film olarak bakmam, bakamam, o sanki babadan kalma bir aile albümüdür benim için. Tanıdıklarımı gördüğüm, kendimi gördüğüm, çocukluğumu gördüğüm bir tür aynadır. “Blade Runner” (1982) muhtemelen hayatta en çok seyrettiğim bilimkurgu filmi. Ama “Blade Runner 2049”da da geçmişimle kesişen ve anılarımı harekete geçiren bir sürü şeye denk geldim. İşte bir tanesi. Ben uzun yıllar Taksim’de Kutlu Sokak’ta Park Otel’in yanındaki bir apartmanda yaşadım. Tarihi Vapur Apartmanı’nda. The Marmara Oteli’nin köpeği Ebru 2009 yılında hunharca katledildikten sonra otele pejmürde kılıklı bir köpek gelir oldu. O da akşama kadar otelin önünde dana gibi yatardı. Tüyleri pofuduk pofuduk, yaşlı mı yaşlı, rengi de tipi de çirkin mi çirkin bir köpek. The Marmara’nın arka sokağında yaşadığım için hemen her gün gördüğüm o köpeğe biz Paspas adını vermiştik. “Blade Runner 2049”daki köpek aynı o. Paspas da dış dünyayı fazla iplemeyen, kendi hâlinde, tevekül sahibi izlenimi veren, aşırı sakin hatta hissiz diyebileceğim bir köpekti. Üstelik alkolikti de.
Sinemanın, olası sonsuz kombinasyona imkân tanıyan yapısı, bu özelliğini büyük ölçüde gerçeklikle kurduğu ilişkiden alır. Sinemasal ya da sinematografik gerçeklik denilen gerçeklik, kendisini var eden tüm öğelerle son derece karmaşık bir ilişki içindedir. Özellikle bilimkurgu türüne mensup örnekler olmak üzere hemen her film, seyirci(sin)den zımni bir ön anlaşma bekleyen talepkâr bir hüviyete sahiptir. Bu örtük ön anlaşma (ön kabul), filmin kendi düzlemi içerisinde gördüğümüz şeyleri “olabilir” yani “makul” kabul ederek başlamak şeklinde vücut bulur. Yani “Blade Runner 2049”u sinemada seyretmeye başlayan birinden daha filmin ilk saniyelerinde şahit olduğu görüntü yüzünden “Kardeşim böyle uçan bir araç yok ki, çok saçma” diyerek salonu terk etmesi beklenemez.
Yuriy Lotman; Sinema Estetiğinin Sorunları adlı kitabının Gerçeklik Yanılsaması adlı bölümünde “Beyazperdede geçen olay ne kadar gerçekdışı olursa olsun, seyirci buna tanık olur ve deyim yerindeyse olaya katılır. Bu nedenle, olayların gerçek olmadığını bilmesine karşın sanki gerçekmiş gibi duygusal bir biçimde tepki gösterir”, der. İşte karakterlerle ve/veya olaylarla (iç) özdeşleşme arttıkça, bu tepkinin kuvveti de artar. Mesela, ben film boyunca kendimi “K” gibi hissettim. Herif o kadar tanıdıktı ki. Film, duygularımı harekete geçirmek konusunda çiftlikte geçen ilk sahnesinden karların altında merdivene uzandığı son sahnesine kadar çok başarılıydı. Tıpkı Jack Nicholson’ın “Chinatown”ındaki (Çin Mahallesi, 1974) dedektif J.J. Gittes’ini anımsatan, mütemadiyen çuvallayan, itilip kakılan, ateş edilen, dayak yiyip eli yüzü kan içinde kalan ve yanlış/hatalı sonuçlara varan K’nın duygusal iniş çıkışları, tam olarak kontrol edemediği ve kavrayamadığı bir dünya içindeki patetik ve poetik yalnızlığı, o hislere öteden beri aşina olduğum için bende karşılığını buldu. Şahıs, bir ileri teknoloji şirketinden satın aldığı, kendisine duymak istediklerini söyleyen sanal bir sevgiliyle ya da zihninde yarattığı ve eski sevgililerinden izler taşıyan bir hayali sevgili modeliyle duygusal açlığını gidermeye çalışıyor olabilir. Bu sadece tarihsel koşulların yarattığı bir olanaklar eğrisinin hasbelkader neresinde durduğunuza/olduğunuza bağlıdır. İtiraf etmek hayli güç olsa da, idealize ettiğiniz birinin size sizi sevdiğini söylemesi bir lütuftan çok bir ihtiyaçtır aslında. “Bunu söylemek zorunda değilsin” diyor K. Joi kendinden emin bir şekilde cevap veriyor: “Biliyorum.”
Denis Villeneuve “Blade Runner 2049”da ana karakterinin yaşadığı varoluş acısını ve zihinsel muğlaklığı (Freudyen anlamda ‘ambiguity’) neredeyse kusursuz bir şekilde aktarmayı başarmış. Filmin görsel dokusunu inceleyeceğim diğer bir yazıda detaylarıyla göstereceğim ama burada kısaca çıtlatayım, film boyunca sayısız defa ister geniş plan ister yakın plan olsun tüm ekranda tek başına gösterilen K, belki on defa sırtı bize (seyirciye) dönük olarak resmediliyor. Ve en az yarısında haddinden fazla bir süre. Hatta yetimhane gibi bazı sahnelerde ona arkasından saldıran biri olacağı hissine kapılıyorsunuz. Villeneuve bu yöntemle ana karakteri ile seyircisi arasındaki boşluğu hislerle doldurmayı başarıyor. Tıpkı ilk filmde olduğu gibi bu filmde de ana karaktere karşı belli belirsiz (muğlak) hislerimiz doğuyor.
İlk filmde bize “insan gibi insan” olmayı öğreten “insandan daha insan” bir android vardı ama o, filmin “kötü adam”ıydı (antagonist), halbuki bu filmde “iyi adam” (protagonist) bir android. İlk filmde insanlar “iyi adam”ı insan olduğu için (belki “için” yerine “varsayımıyla” demek daha doğru olur) seviyorlardı, bu filmde ise “iyi adam”ı android olduğu için sevmiyorlar. O yüzden aslında bu film, düşünsel açıdan ilkiyle kuvvetli bir bağ kurmayı da başarıyor hatta bununla da yetinmiyor, yeni bir açılım daha yapıyor ve K’nın (bu noktadan sonra “Joe” da diyebiliriz) hikâyesini hiçbiri “anne” olmayan 6 kadın/dişi figürün ortasına oturtarak ilk filmin tayin edici (belirleyici) eril figürlerinin aksine dişil bir merkez inşa ediyor.
Villeneuve hem sevdiğini paylaşmayı (Mariette olayı) hem de sevdiği için yok olmayı göze alan Joi üzerinden hiper sanal gerçeklik’i büyük resme dahil edip siberpunk dünyasında “fiziksel” varlığın gerekli olup olmadığı sorusunu ortaya atıyor. Adı, İngilizce “Joy” (haz/keyif) kelimesine bir gönderme olan Joi ile adı, İngilizce “Love” (aşk/tutkunluk) kelimesine bir gönderme olan Luv karakteri arasındaki çatışma felsefi açıdan dikkate değer bir dikotomi (ikileşim) üretiyor. Sevdiği için ölümü göze alan Joi’nin son sözü “Seni seviyorum” olurken, öldürmeyi göze alan Luv’un son sözü “Ben en iyisiyim” oluyor. Farklı amaçlarla K’ya iyilik yapan, farklı nedenlerle gözyaşı döken ve farklı amaçlarla hareket eden bu iki dişi karakterin tam ortasında aslında çaktırmadan Mariette adlı karakter duruyor. Ana eksendeki 3 kadın dışındaki periferide ise polis müdüresi, devrimci kadın lider ve rüya tasarlayan kadın olmak üzere 3 kadın daha yer alır. Film boyunca Joe’nun dünyasını etkileyen, değiştiren ve dönüştüren birbirinden güçlü 6 kadın. Şimdilik burada bırakalım. “Blade Runner 2049”a kaldığımız yerden devam edeceğiz.
“finalize olmak” yazının özeti bence!
:)