İntikam bazen de hiç tadılmaması gereken bir yemektir!
“İntikam almayı sevmem ama ödeşmek adettendir!” Bir miktar anonim!
Elinizde şöyle bir karakter tarifinin olduğunu düşünün; tüm ailesi katledilmiş fakat “kutsal” yasalar önünde suçlu bulunan failler hapishaneyi boylarken, kendisi de dünyevi lükslerinizden arınarak külüstür bir Pontiac’ı mesken bellemiş, dingin bir münzevi hayatı yaşayan, insanlara karşı mesafeli bir adam; daha sonra bu yasaların işlemediğini öğrenerek eline en yakınındaki kesici aparatı alarak intikam arayışına girişir!
Öteki Sinema için yazan: Fatih Yürür
Normal şartlar altında hepi topu renkli bir parodi filmine kapı açabilecek böyle bir malzemeden kelimenin tam anlamıyla vurucu bir intikam öyküsü çıkarabilmek ise gerçekten ustalık isteyen dokunuşlara gerek duyar ki; genç yönetmen Jeremy Saulnier’ın o yola doğru sağlam direksiyon kırdığını iddia etmek hiç de yanlış olmaz!
O halde biz de fazla gecikmeden Dwight ile tanışalım, çünkü öykünün bütün ağırlık merkezi bu sıra dışı karakterin etrafına toplanmış durumda! Ailesi katledildikten sonra tüm dünyadan elini eteğini çekmiş, mavi Pontiac’ında zamanını acımasızca katleden bir adamdan söz ediyoruz. Yaptığı tek katliamın bu olduğu düşünüldüğünde, Dwight’ın miskin ruhunun yerinden kalkarak intikam ateşinin harıyla silah kuşanabileceğini düşünmek oldukça zor görünüyor! Fakat yasaların “adeletli bir biçimde” işlemediğini ve ailesini katledenlerin salıverildiğini öğrendiğinde, Dwight bile intikam şerbetini kana kana içmekte gecikmiyor!
Saulnier’ın böylesine parodik bir içeriği, çarpıcı bir hale getirme süreci de tam olarak bu noktadan sonra başlıyor. Doğru düzgün silah tutmaktan bile aciz olan Dwight, daha işlediği ilk cinayetten itibaren dibe çökmeye başlıyor. Akıttığı kan kadar, kan kaybetmeyi başarabilen ana karaktere sahip kaç tane vigilante örneği var ki! İşte Dwight bu konuda rahatlıkla liderliğe oynayabilecek bir eleman! Düşmanlarının arabasının lastiğine bıçak takarken bile kendisini ciddi bir biçimde yaralayacak kadar beceriksiz bir intikam meleğinin, yasaları satın almış koca bir aile karşısında Frank Castle gibi dikilmesi, bütün fantezi ögelerine rağmen, olabilecek en doğal biçimde işleniyor filmde!
Dwight’ın kanla (çoğunlukla da kendi kanıyla) yazdığı bu intikam öyküsünün en önemli demirbaşıysa karakteri ete kemiğe büründüren Macon Blair’ın alışılmışın çok çok dışında dans eden performansı! Blair, Dwight’ın sudan çıkmış balık şaşkınlığını ve ezikliğini o kadar etkileyici bir biçimde bizlere yansıtıyor ki, bir noktadan sonra onun kişisel intikam mücadelesinden bile sıyrılarak, bu fütursuzlukla nasıl ayakta kalabildiğine şaşırmaya başlıyoruz!
Saulniuer’ın tür sineması meraklılarının radarına girdiği Murder Party’de sunduğu şiddet curcunasının aksine, Blue Ruin’e hakim olan sükunet ve anlatılan ekonomik öykü, filmin en büyük avantajı haline gelmiş. Bir noktadan sonra filmin melankolik havası o kadar solunabilir hale geliyor ki, Dwight’ın trajik öyküsüyle aramızda neredeyse hiçbir engel kalmıyor!
Totalde, “beceriksiz, sinik ve sorumluluk almaktan uzak bir adamın, hemen hemen spontane işleyen intikam alma öyküsü” gibisinden draje bir öyküye sahip böyle bir malzemenin; Salniuer’in görsel işçiliğinin ve etkileyici kadrajlarının yardımıyla lezzetli bir şiddet şiirine dönüştüğünü söylemek mümkün! Henüz ikinci filmiyle yarattığı bu kusursuz atmosfer ve tüm minimalist tercihlerine rağmen ritmi başarılı bir biçimde dengelenmiş öyküsüyle getirdiği epistemolojik soruların yanı sıra, intikam mevhumunu anlatırken takındığı pasif tavır, Blue Ruin’i emsallerinin bir adım ötesine taşıyor!
Salniuer, Amerika’nın baş belası haline gelen bireysel silahlanma saplantısının da gırtlağına sarılmayı ihmal etmiyor. Üstelik kendi yaşındaki bir yönetmenden beklenmeyecek ölçüde opaklığı düşük bir kinayeyle yediriyor bunu filmine! Bu sayede kıssadan hisse pençesine takılmayan eleştirileri de gözü tırmalamıyor.
Son tahlilde, her adımda daha fazla kan döken buna karşılık da öyküyü adeta kendi kanıyla yazan alışılmadık bir karakter var karşımızda! Bu da izleyicinin dikkatin klişelerle meşgul etmekten ziyade tamamen karaktere odaklı bir dramatik çatı inşasına vesile oluyor! Öykünün sonunu nasıl getireceğini merak ederken, onu sarmalayan bu saçma görev bilincine tüküre tüküre ağız kurutacağımız cinsten, yer yer kan akıtma konusundaki bonkörlüğüyle de göstermeden acıtabilen bir yapım Blue Ruin! Senenin bu en iddialı gerilim çeşitlemelerinden birine şans vermek, tür sineması meraklılarının boyunun borcu olmalı!