Borderland, Meksika’nın başkenti, Amerika Kıtasının en büyük metropolü ve dünyanın en kozmopolit kentlerinden olan Mexico City’nin varoşlarında bir polis baskınıyla başlıyor…
İki Meksikalı dedektif bir malikaneyi basıyorlar. Ancak malikanede duvarlara ve yerlere çizilmiş tuhaf şekiller, ortalığa sıçramış kan lekeleri, totemler ve eski dinleri hatırlatacak pek çok nesne buluyorlar. O kadar ki ortalıkta bir tür ayin malzemesi olan keçiler geziyor. Bazı kaplarda kurtlanmış hayvan dilleri bile var. Malikanede kimse olmadığı için ayrılmaya karar verdikleri sırada, iki adet gangster tarafından rehin alınıyorlar. Fakat bu gangsterlerin olağan gangsterler olmadığı hemen anlaşılıyor. Polislerden biri olan Ulises’in ellerini ve ayaklarını bağlıyor ve gözlerinin önünde ortağını son derece acılı metotlarla öldürüyorlar. Bu metotlar, son dönem istimrar sineması örneklerini hiç de aratmayacak cinsten. Ulises’e ise orada olanları polis arkadaşlarına anlatmasını ve delilleri unutmasını söylüyorlar. Bu sahneden sonra filmin açılış jenariği akmaya başlıyor ve o bilindik uyarı not düşülüyor;
“Yaşanmış olaylardan esinlenilmiştir.”
Mexico City’deki olaydan “1 yıl sonra”, Galveston Texas’ta çölde bir eğlence kampında eğlenen bir grup genç görüyoruz. İçlerinden biri arkadaşlarını sınırı geçip Meksika’da özgür bir tatil geçirmeye ikna etmeye çalışan, düz mantık sahibi, ukala bir Amerikalı. İstedikleri her şeyi yapabilecekleri, şeytana uyabilecekleri, hayvani isteklerini tatmin edebilecekleri, birer “erkek” olabilecekleri ve buna polisin bile sesini çıkarmayacağı bir yer olarak algıladığı Meksika’ya gitmek için uzun uzun dil döküyor diğer iki arkadaşına. Zaten bu yaklaşım, ortalama zekaya sahip ortalama bir Amerikalı’nın Meksika deyince aklına gelen tariften hiç de farklı değil. Zira Meksikalılar’ın deyişiyle bir “Gringo” (Latin Amerika’nın genelinde ABD ve Kanadalıları yermek için söylenen söz) için Meksika; seks, eğlence, “soft drugs” (esrar, salvia, sihirli mantar, peyote gibi uyuşturucular), fahişeler, mistisizm ve müzik demek. Her yıl binlerce ABD’li üniversite öğrencisi kısa periyodlar için sınırı geçip Meksika’ya bu tarifteki eğlenceyi aramak üzere gidiyor. Bu öğrenciler, kendi ülkelerinde yapamadıkları tüm taşkınlıkları da Meksika’da yapıyorlar. Hatta bazı okullar mezuniyet partilerini doğrudan Acapulco ya da Cancún gibi Meksika’nın tatil cennetlerinde düzenliyorlar. İşte bu kafadarlarımız da üniversiteyi bitirip iş hayatına atılmak, güzel prensesleriyle evlenmek ve büyük evler edinmekten ibaret olan “American Life” (Amerikan Hayatı) seviyesine geçmeden önce, son bir kez dağıtmak için soluğu Meksika’da almak niyetindeler.
Nihayetinde bu üç arkadaş, bir şeyler konusunda kararsız olduğu anlaşılan Eddie’yi de ikna ettikten sonra sınırı geçip Meksika’ya varıyorlar. Erkek olmak ve eğlenmek için ellerinden geleni de yapıyorlar. Ot (esrar), “Cerveza” (Meksika birası), sihirli mantarlar, fahişeler, “Mariachi”ler (Meksika’ya özgü geleneksel sokak çalgıcıları), bol bol Meryem Ana heykelcikleri ve rengarenk incik boncuklar satan satıcılar; yani Meksika deyince akla gelen her klişe bu eğlencede mevcut. Ancak gençlerimiz büyülü Meksika’nın derinlikli atmosferinde çılgınlar gibi eğlenmekteyken; içlerinden birisi kafaların son derece yüksek olduğu bir gecede kayboluyor. İlk önce yediği mantarlar yüzünden basit bir kaybolma vakası sanılsa da, çok geçmeden durumun bundan çok daha karmaşık olduğu ortaya çıkıyor. Ve işlerin rengi bu noktada ufak ufak değişmeye başlıyor. Bu noktadan sonra karşımızda Aztek tanrılarına kurbanlar veren ve polisin dahi çekindiği acımasız bir topluluk, tuhaf ayinler, büyüler, ölümler ve kayıplar var. Bu noktadan sonra, gençler ve bu topluluk arasında; Meksika’nın Texas’a sınır şehirlerinden birinde, saman sarısı bozkır ve düzlüklerde, otantik Meksika sokaklarında bir kedi fare oyunu başlıyor. Hikayeye yeniden Ulises’in de katılmasıyla, olaylar iyice derinleşiyor.
IMDb’de 5,7’yle ortalamanın hemen üzerinde bir puan alan ve yönetmenliğini Zev Berman’ın üstlendiği Borderland, 2007 yılında After Dark Horrorfest’te de gösterilmiş ve beğeni toplamıştı. Tabi 2007’nin bence en iyisi Frontier(s)’in yakaladığı başarıyı yakaladığını söylemek oldukça zor. Zira filme konu edilen olaylar, sıradan bir “Yaşanmış olaylardan esinlenilmiştir.” hikayesi değil. Filmde bahsi geçen topluluk lideri, aslında Adolfo de Jesús Constanzo’dan ya da nam-ı diğer “Matamoros’un Babası”ından esinlenerek yaratılmış. Constanzo, öncelikle Martín Quintana Rodríguez ve Omar Chewe Orea Ochoa adında iki genci hizmetkarları, sevgilisi ve kölesi olmaya ikna etmiş; ardından da içinde müzisyen ve polislerin de bulunduğu bir uyuşturucu çetesi kurmuştu. Sınırda uyuşturucu kaçakçılığı yapıyordu. Ayrıca insan kurban edilen bir takım ayinler de düzenliyordu. Ancak 1989’da ABD’li bir üniversite öğrencisi kaybolunca araştırma derinleştirilmiş ve Costanzo’nun tuhaf uyuşturucu çetesi ortaya çıkarılmıştı.
Bunun yanında, her yıl Meksika’nın ABD sınırında sıklıkla, uyuşturucu kaçakçılarınca kaçırıldıkları ve öldürüldükleri düşünülen yüzlerce ceset bulunuyor. Cesetlerin bazılarında işkence izlerine de rastlanıyor. Bazı kadın kurbanlara ayrıca tecavüz ediliyor. İşkencelerin sebebinin uyuşturucu kartelleri arasında bir tür hesaplaşma yöntemi olduğu düşünülüyor. Ancak elde kesin bilgiler yok. Başka bir değişle Meksika’nın ABD sınırı, dünyanın gerçekten de en tehlikeli bölgelerinden biri. Bu bölgenin insanları için kayıplar, cesetler ve onların öldürülüş biçimleri bir sosyal fenomen, bir sosyal kült halini almış durumda. Her yıl kayıpları anma etkinlikleri düzenleniyor ve sürekli büyük uyuşturucu baronlarının savaşında ölenlere dikkat çekilmeye çalışılıyor. Meksika’nın ABD sınırında, bitmeyen bir korku filmi yaşanıyor.
Ancak elde böylesine gerçek ve böylesine güçlü bir malzeme, bir fenomen, bir kült varken; film bu cevheri iyi işlemesini beceremiyor. Aksine, baştan sona, ortalama bir korku – gerilim filminin prototip senaryosunun şablonu çıkarıyor ve filmin üzerine geçiriveriyor. Seyirciyi şaşırtmaktan çok, beklediğini vermek niyetinde. Bu noktada belki hikayesinin orijinalliğine güvenmiş olabilir, ancak orada da derinlik katmakta sorunlar yaşıyor. Özellikle de lideri ve topluluğu çizmede yeteri kadar başarılı olamıyor. Tarikatın lideri, insan kurban eden kaçık bir uyuşturucu satıcısından çok; seksi bir vampir edasıyla dolaşıyor ortalıkta. Topluluğun yapısına dair de hiçbir ayrıntı vermiyor film. Elinde kocaman palalarla Meksika sokaklarında koşturan sıradan gangsterleri, bir süre sonra Aztek tanrılarına insan kurban edilen bir ayinde görmek hiç de inandırıcı değil. Aradaki boşluklar kendiliğinden dolmuyor ne yazık ki. Dini temelleri de olan bir tarikatın üyelerinden çok, Tijuana’da birer bar korumasını andırıyor her biri. Ulises deseniz, klasik bir “Ortağımın öcünü almadan bu dünyadan göçmeyeceğim” polisi. Yaşadığı olaydan sonra, her hangi bir ruh ve sinir hastalıkları hastanesinde, dudağından yere damlayan salyalarını izliyor olması gerekirken, sokaklarda tarikat üyesi avlamaya çalışıyor.
Sonuç olarak, böylesi büyük bir fenomeni hak ettiğince yansıtamadığını düşünüyorum filmin. Bunun yanında ne oyunculuklarda yüksek performanslar var, ne de kurgu ve senaryoda yaratıcı yaklaşımlar. Ancak 1989’da Meksika-ABD sınırında yaşanan enteresan olayların ortalama gerçekçilik ve inandırıcılıkta bir özetini görmüş olmak ve de ortalama ABD’lilerin Meksika algısına bir göz atmak için izlenebilir. ABD sınırında İngilizce bilmeyen insanlar (ki aslında ABD – Meksika sınırında “Spanglish” denen yarı İspanyolca, yarı İngilizce bir dil konuşulur ve yaşlı yerli kadınlar hariç aşağı yukarı herkes az çok İngilizce bilir), karakolların içinde dolaşan koyunlar, ilgisiz yetkililer, pek işlemeyen bürokrasi, sahnelerde bol bol sarı tonu bunlara birer örnek. Yani “Gringo bakış açısıyla Meksika” görmek isteyenler izleyebilirler. Ancak filmin en çok beğendiğim ve en çok aklımda kalan noktasını söylemeden bitirmek istemiyorum. O da ABD-Meksika sınırının karakterini özetleyen şu repliktir;
“Burası Meksika ya da Mexico City değil. Burası sınır. Sınırın hafızası yoktur. Ve bunu hatırlamamak seni ölüme götürür.”
Baya sevmiştim bu filmi ben.
Hiç beklemediğim kadar sert çıkmıştı. Özellikle o sokaktaki ilk ateş etme sahnesi çok iyiydi.
DVD’nin ana menüsünde devamlı surette bir kapı çalma sesi, ”tak tak tak Policia!” diye bir replik dönüyor. Film bittikten sonra yarım saat boyunca o devamlı salonda döndü durdu onu hatırlıyorum. Ben meşguldum o sırada.
”tak tak tak Policia!” iyiydi evet :)
film sert sayılabilir evet, haklısın. ama filmde de diyor ya, “sebepsiz şiddeti sevmem” diye.. biraz öyle olmuş. Amerikan seri katillerindeki ruhsuz hava verilmek istenmiş sanki biraz. ama yazdığım gibi, bence çekimlere başlamadan ve senaryoyu yazmadan önce azcık daha sosyal araştırma yapsalarmış keşke. çünkü ayrıntı gibi durabilecek, ama filme lezzet katacak pek çok detay var bu olaylarla ilgili Meksika’nın ABD sınırında. dövmeler ve de totemler hiç gerçekçi değil. aztek sanatına dair hiçbir tarafı, göndermesi bile yok. gerçekçiliği bırak, iyi değil.. sonra esas kızımızın oradaki kayıpları anma yürüyüşlerinden haberdar olmaması, hatta çeteyi bilmiyor olması falan çok sakil kaçmış. gerçekte, o şehre ayak bastığı gün duymuştu :)
diyeceğim Cem, derinlikli ve doğru tespitlerle ele alınsaydı, 2007’nin en iyi filmlerinden biri olabilirdi. ama rezil mi çok mu kötü diyorum, yoo hayır. eğlencelik sıradan bir film olmuş. en azından The Ruins’ten çok daha iyi :))
Film bana konu itibariyle paralellik gösterdiğini düşündüğüm the hostel adlı korku filmini hatırlattı.yine o filmde sex düşkünü 3 gencin başından geçen korkunç anlarını mekan değişikliği yapıp avrupadan güney amerikaya taşımış sanki. her iki filmde yaşanan işkence dolu sahneler kurbanların kaçma teşebbüsleri kötü adamların dahi birbirlerine benzer yönleri her sahnede aklıma hosteli getirdi.sonuç olarak filmi belli bir vasatı aşabilen ama daha iyi olabiirmiş dedirten bir yapım olarak değerlendiriyorum.