Geçtiğimiz yıl Boris Becker hakkında, tenis sporuna bakış açımı değiştiren bir belgesel seyrettim. Hans-Bruno Kammertöns’ün Michael Wech ile birlikte yönettiği Boris Becker: Der Spieler (2017) adlı bu belgeseli seyredene kadar tenis maçlarındaki stres düzeyine ve tenisçilerin psikolojisinin ne denli kırılgan olduğuna dair pek fikrim yoktu. Boris Becker 2013-2016 yılları arasında Sırp raket Novak Djokovic’in hocalığını yapmış ve bir maçta Djokovic’in psikolojik açıdan çöktüğünü fark etmiş. O konuyla ilgili şu yorumu yapıyor Becker: “Bence bu sporu gerçekten anlayan çok az kişi var. Yani nereden bilecekler ki? Hiç profesyonel olarak tenis oynamadılar. Bazıları tenisi onlarca yıldır gözlemliyor ama profesyonel tenisi izlemekle oynamak çok farklı şeylerdir. Bunu bir kitaptan ya da okuldan öğrenemezsiniz. O duyguları, o hüsranı ve o kaybetme korkusunu anlamak için oynamanız gerekir. Bazen Grand Slam şampiyonları bile gerginliğe kapılır. Mesela Novak dün akşam bir sorun yaşadı. Raketini tutamayacak hâle gelmişti. Kimse fark etmedi. Sadece ikimiz biliyorduk.” Ronnie Sandahl’ın yazdığı ve Janus Metz’in yönettiği Borg McEnroe (Borg vs McEnroe, 2017), genelde sadece profesyonel tenisçilerin fark ettiği o tip kriz anlarını ve Becker’in bahsettiği duyguları, hüsranı ve kaybetme korkusunu başarıyla yansıtan iyi bir spor filmi.
17 yaşındaki Alman tenisçi Boris Becker, 1985 yılında dünyanın en eski tenis turnuvası olan Wimbledon’ı (tek erkeklerde) kazanma başarısı gösterdi ve Wimbledon tarihinin gelmiş geçmiş en genç şampiyonu oldu. Bu unvan hâlâ Becker’dedir. Boris Becker’den önceki Wimbledon şampiyonu yani selefi; kortların çılgın çocuğu, öfke patlamalarıyla tanınan Amerikalı raket John McEnroe’ydu. John McEnroe’dan önceki Wimbledon şampiyonu ise bu unvanı üst üste yıllarca muhafaza eden İsveçli tenisçi, namıdiğer “Buz Adam” Björn Borg’du. Borg-McEnroe rekabeti tenis tarihinin en ateşli rekabetlerinden biri olarak görülüyor. Resmi maçlarda 14 kez karşılaşan ikilinin yedişer galibiyeti var. Diğer karşılaşmalarla birlikte bu sayı 22 ve orada da zaferler, 11-11! Müthiş bir rekabet bu. Borg McEnroe (2017) filmi bizi; ikisi de 100 haftadan uzun süre (McEnroe 170 hafta, Björn Borg 109 hafta) dünyanın bir numarası olarak kalmayı başarmış bu iki tenis devinin geçmişine, heyecan dolu rekabetine ve o rekabetin kristalize olmuş hâlini teşkil eden meşhur bir maça, 1980 yılının Wimbledon finaline götürüyor. Uzmanlara göre o final, tenis tarihinin en iyi maçlarından biri kabul ediliyor. Size sadece şu kadarını söyleyeyim, ben filmden çıktıktan sonra internetten o maçı bulup seyrettim. Bende o denli büyük bir merak duygusu uyandırdı.
Borg McEnroe (2017), sadece tek bir maça odaklanan bir film değil, aynı zamanda taban tabana zıt davranışlara sahip iki sporcunun ruh hâllerine, alışkanlıklarına ve özel hayatlarına eğilen bir karakter çalışması. Sandahl’ın senaryosu, geriye-dönüşlerle (flashback) hem John McEnroe’nun hem de Björn Borg’un çocukluğuna dair bazı çıkarsamalarda bulunuyor. Karakterlerin çocukluktan itibaren geçirdiği değişimler, Borg’un adım adım bir çeşit buz adama dönüşümü başarıyla yansıtılmış. Aslında benzer kaygılardan muzdarip, küçükken benzer hasletleri olan iki insan görüyoruz. İkisi de kazanma hırsı ve Boris Becker’in bahsettiği “kaybetme korkusu”yla âdeta kavruluyorlar. Bu korku o denli büyük bir enerji yaratıyor ki, doğru yöne kanalize edildiğinde önlerinde kimse duramıyor. Onları zafere götüren de yıkıma götüren de bu. McEnroe, korku ve öfkeyi dışa vurarak, Borg ise onları içine atarak baş etme yöntemini seçiyor. Filmin koç Lennart Bergelin ve öğrencisi üzerinden verdiği en önemli mesaj; kişinin öncelikle kendisine (nefsine) karşı olan mücadelesini kazanması gerektiği oluyor. Bir insan ancak bu şekilde sahip olduğu olumsuz özellikleri olumluya çevirebiliyor diyor Sandahl.
Filmde tenis sporunu takip etmeyenlerin şaşıracağı hatta abartılı bulacağı bazı sahneler var. Bunlara açıklık getirelim. Yüksek düzeyde strese dayalı bir sporla iştigal eden profesyonel tenisçilerin çoğu anksiyete bozukluğu (kaygı bozukluğu) yaşar ve hatırı sayılır bir kısmının asla vazgeçemediği saçma sapan alışkanlıkları ile tuhaf totemleri vardır. Bu alışkanlıkların çoğu, dışarıdan bakıldığında absürt bir ritüeli andırır ve bir mantığı yoktur. Totemdir yani. Ama bütün konsantrasyonları bu pamuk ipliğine bağlı derme-çatma ritüellerle ayakta durur. Filmde bunlardan bazılarını göreceksiniz, burada bir abartı olmadığını bilmenizi isterim. Gerçek hayattan bir örnek verelim. Boris Becker: Der Spieler belgeselinde fizyoterapisti, ünlü tenisçinin kariyerinin inişe geçmesine yol açan 1991 Wimbledon finalinde yaşananları anlatır: “Boris’in özellikle de Wimbledon’da hiç sektirmeden yaptığı bir ritüel vardı. Hep aynı dolabı kullanırdı. Sanırım üç numaralı dolaptı. Dolap, odanın köşesindeydi. Orada onu hiç kimse, hiçbir şey rahatsız etmemeliydi. Selamlama, iyi şans dilekleri, sarılmalar… Kesinlikle böyle şeyler istemezdi. Odaklanıyor, maça hazırlanıyordu ve birden rakibi Michael Stich içeri girip ona sarıldı! Final maçından hemen önce! Boris alt üst oldu. Hakem gelip bize maç vaktinin geldiğini söyledi. Kraliyet ailesi gelmişti, ben de çantamı omzuma atmış, hazır bekliyordum. Tam çıkacakken Boris, ‘Bekle, tuvalete gitmem lazım.’ dedi. Michael, Boris Becker’i soyunma odasında ona sarılıp Wimbledon finaline iki Alman tenisçinin çıkmasının ne kadar iyi olduğunu söyleyerek yendi. Boris sırf bu yüzden maça odaklanamaz oldu.” Bilhassa bireysel performansa dayalı, stres seviyesi yüksek tek kişilik sporlarda bazen kazananı ve kaybedeni böylesi küçük şeyler belirleyebiliyor.
Borg McEnroe bana Ron Howard’ın James Hunt ve Niki Lauda arasındaki olağanüstü rekabeti anlattığı Zafere Hücum (Rush, 2013) filmini hatırlattı. Güzel bir görüntü çalışması, giderek artan bir tempo, birbirine zıt karakterler, rekabetten doğan sinsi bir gerginlik, sağlam oyunculuklar ve harika bir müzik. Borg McEnroe biter bitmez Blondie’nin “Call me” parçasını tekrar dinlemek isteyeceğinize eminim ama filmin ağır topu, hiç kuşkusuz oyuncu performansları. Sverrir Gudnason; Borg’un sessiz, sakin ve cool tavrı ile ruhsal çöküş anlarını başarıyla yansıtmış. Özellikle Borg’un bitmek tükenmek bilmeyen gerginliği, diyalog içermeyen, salt görüntüye dayalı sahnelerle ustaca çizilmiş. Lennart Bergelin rolünde Stellan Skarsgard; temkinli, disiplinli ve güven verici bir antrenör portresi çiziyor. Onun öğrencisine duygularını kontrol etmeyi öğrettiği sahneler favorim. Filmi seyretmeden önce biraz soru işaretlerim vardı ama şunu itiraf etmem lazım, Shia LaBeouf John McEnroe rolünde kariyerinin en önemli performanslarından birini ortaya koymuş. Şahsi kanaatimce Lars von Trier’in İtiraf’ından (Nymphomaniac, 2013) itibaren oyunculuk anlamında yükselişe geçen LaBeouf, canlandırdığı karaktere büyük bir dinamizm ve enerji getirmiş, onun sahnelerinin biraz daha uzun olmasını isterdim. Oyuncular canlandırdıkları karakterlere büyük bir inandırıcılık katınca, başı sonu belli olan bu hikâye farklı bir düzeye yükselmiş. Hele filmden önce bu tarihi maçın akıbetini bilmeyen biriyseniz -ki ben öyleydim- oyuncuların hayatlarında dramatik bir kırılmayı simgeleyen final maçına doğru heyecandan tırnaklarınızı yemeniz işten bile değil.
Borg McEnroe (2017); oto kontrol, öfke denetimi, stres ve anlık kriz yönetimi gerektiren tenis sporu üzerine çekilmiş en önemli filmlerden biri. Biyografik boyutu kadar, konu ettiği sporcuların doğasına dair gözlemleri de önemli. Alev Adam John McEnroe ve Buz Adam Björn Borg’u tanımakla kalmıyoruz, tenis tarihine damgasını vuran önemli bir maça da tanıklık ediyoruz yani ateşin ve buzun kapışmasına! Peki, ateş ve buz bir araya gelirse kazanan kim mi olur? İşte o, miktara bağlıdır. İyi seyirler…
*** İlk kez Rabarba Dergi’nin 2018 Haziran sayısında yayınlanmıştır. ***