Martin Scorsese’nin ardından Noah Baumbach… Netflix kafaları karıştırmaya ve şu soruyu giderek artan şiddette sordurmaya devam ediyor; sinema nerede?
Kişisel cevabım, filmler nerede ise orada olacak sanırım. Marriage Story’i izlerken neredeyse her anında aklıma gelen Kramer Kramer’e Karşı’yı da (1979) 55 ekran tüplü bir TV’de izlemiştim. Salon romantizmi güçlü bir duygu ancak mühim olan filmler ve onları çekenler. Netflix’in ustalara ya da modern sinemanın güçlü temsilcilerine, kafalarındaki filmi çekmeleri için verdiği destek salon tarafında giderek azalıyor. 80’lerde S. Spielberg, G. Lucas, R. Zemeckis ve J. Dante gibi yetenekli sinemacıların ellerinde bir volkan gibi patlayan eğlence sinemasının azgın temsilcileri artık salonları tamamen ele geçirdi. Hani neredeyse, son sığınak Netflix diyesim geliyor.
Marriage Story, iyi eğitim almış, yeteneklerini işine katmış entelektüel bir çiftin, Charlie ve Nicole’ün, avukatların insafsızlığında savrularak halletmeye çalıştıkları bir ayrılık hikayesi. Çiftin küçük bir çocuğu var, adı Henry, o da ebeveynleri gibi zeki ve farkındalığı yüksek bir çocuk. Evi, eşyaları, parayı paylaşmak kolay, peki ya evladınızı nasıl paylaşırsınız? Henry’nin velayeti aslında sessizce ayrılıp kendi hayatlarına dönebilecek ya da ilişkiyi tamir edip yola devam edebilecek iki insanı, Ardenler’de savaşan düşmanlara çeviriyor. Birbirlerini anlamak, konuşmak ve anlaşmak yerine, avukatların yükselttiği bir endişe dalgasına kapılarak sürekli hendek kazıyor, süngü takıyor ve hücum ediyorlar.
Film iki saat boyunca bu iki kişilik savaşı ve istikhamcılarını gösterirken aslında temel sorunumuz olan doğru iletişim kuramama felaketimize odaklanıyor. Charlie ve Nicole’ün avukatlardan kurtulup bir odada konuşmaya başladıklarında yaşadıkları tartışma, itiraflar, sinir krizi ve ardından gelen af dileme duygusu, evliliğin biterken bile sadece iki kişi arasında olması gerektiğinin altını çiziyor.
Yazının başında filmin bana Kramer vs. Kramer’i hatırlattığını söylemiştim. O filmde hikaye tamamen erkek karakterin tarafındaydı. Dustin Hoffman’ın canlandırdığı Ted’e acıyor, karısından nefret ediyorduk. Noah Baumbach bir taraf seçmemiş gibi görünüyor, ancak hikayeyi karakterler üzerinden değil de gidişatta onlar kadar etkili olan avukatlar üzerinden okuyunca yönetmenin duygusal olarak Charlie’nin tarafında durduğunu söyleyebilirim. Nicole’ün avukatı Nora’yı canlandıran Laura Dern’in yorumu onun olduğu her sekansta seyirciyi Charlie’nin tarafına geçiriyor. Charlie karısını aldatmış ama yönetmen bu durumu neredeyse “erkek yapar” seviyesinde savunuyor ya da geçiştiriyor gibi görünüyor.
Yine bunu bir savaşa benzetirsek, saldıranın Nicole, savunma poziyonu alanın Charlie olduğu görünüyor. Boşanma sürecinde Charlie gücünü kaybediyor, yalnızlaşıyor. Nicole ise güçleniyor ve Charlie’nin onu kapattığı fanusun dışına çıkıp kalabalıklaşıyor. Charlie’nin sosyal güvenlik sorumlusuyla yüzleştiği sekansın hemen ardından Nicole’ün ev partisinde eğleniyor ve avukatıyla kişisel bir ilişki geliştiriyor olması… Nicole’ün aksine Charlie’nin onun ayrılık problemlerini dinlemeye hevesli dostları bile yok. Bar sekansında dinlenmediğini fark edip birden şarkı söylemeye başlaması ve bu şarkı ile içini dökmesi mesela… Filmde en sevdiğim sekans bu oldu.
İzledikten hemen sonra, filmi bana bu kadar sevdiren ne oldu diye düşündüm? Daha önce de benzer işler izlediğim, hikayesiyle şaşırtmayan bir film, Adam Driver’ı da, Hungry Hearts filmindekinden çok daha iyi oynamasına rağmen, ilk kez mazlum koca rolünde izlemiyorum ama filme bayıldım! Ve sonunda buldum; Noah Baumbach filmini tıpkı Charlie’nin oyunlarını yönettiği gibi, gişe için değil sinema sanatına düşkün seyirci için çekmiş. Filmin acelesi yok, oyuncular rahat, Star Wars’ta ya da Avengers’ta oynamıyorlar, rol kasmıyor, karizmatik görünmeye çalışmıyorlar. İstedikleri ve özledikleri gibi oynuyor, limitlerini zorluyorlar. Süreyle ilgili bir sıkıntı yok. Müzik seçimi rahat. Her şeyin kontrolü sinemacının elinde, stüdyo (Netflix) parayı verip kenara çekilmiş gibi görünüyor. Bu da ortaya böyle kıymetli ve izlemesi keyifli bir film çıkarıyor. Netflix sayesinde tıpkı 70’lerdeki gibi elinde para olan yetenekli sinemacı işleriyle daha sık karşılaşacağız gibi görünüyor. Açıkçası buna memnunum, güdük fonlar tarafından desteklenen silik işlerden çok sıkılmıştım.
Filmin son karesi şunu işaretliyor; çocuk aslında paylaşılabilen bir şey değildir, ayırıcı değil uzlaştırıcıdır, biraz senden biraz ondan. Eninde sonunda sizi iletişim ve asgari düzeyde ilişki kurmak zorunda bırakacak bir şeydir çocuk. Ele geçirmek için savaşmayın, ayrılsanız bile barışık kalın.
Netflix bu film için ünlü Paris Theater’i yeniden açtırmış. Canım sinemalar seyircisizlikten kapanırken dijital platformlarla can suyu buluyorlar, ne tuhaf işler… Siz de bulabildiğiniz en iyi şartlarda izleyin, iyi seyirler…
Yazıyı önceden okumuştum, yorum yapacaktım unutmuşum, bir daha okudum. güzel bir yazı olmuş, teşekkürler murat tolga şen abi. gerçekten güzel filmdi marriage story. ayrıca akademinin 1917’nin altın küre almasından dolayı 1917’ye ödül vereceğini sanmam ama alabilirse iyi film, hak ediyor ama sürpriz bir şekilde oscar potasına giren parazit gibi bu güzel filmin şansı da yükseldi. 1917 altın küre alınca akademi üyeleri farklılık olsun diye büyük ihtimal bu filme ya da parazit filmine verecek ödülü. hatta diğer bütün adayların şansı 1917 filminden fazla. ‘MeToo’ hareketi de küçük kadınlar’ı listeye soktu. dunkirk filminde olduğu gibi akademi yine bu tarz bir savaş filmine ödül vermeyecek. ‘MeToo’ hareketi bu yıl ödüllerde altın kürede olduğu gibi varlığını gösterecektir. zaten ne gündemdeyse o yıl akademi ona göre ödül dağıtır. İngiliz bir yönetmenin filmine oscar da ödül vermezler gibi. altın küre alması da şansını düşürdü. akademi üyelerinin nasıl milliyetçi olduğunu oscar adaylarından görebilirsiniz. umarım ödüller açıklandığında yanılırım.
Oscar da bu yıl 1917 filminin alamayacağını söylemiştim parazit filminin almasına çok sevindim bu film alsa da sevinirdim 1917 hak etmedi ödülü.