Satan, your kingdom must come down…
Artık hepimizin gördüğü bir gerçek var ki hem yerli hem yabancı kulvarda muazzam bir dizi enflasyonuyla karşı karşıyayız. Her sene kaç yeni dizinin maratona katılıp kaçının tepetaklak yuvarlandığını inanın takip edemiyorum. Buna bir de bir iki pilot bölüm olarak çekilip kanallardan onay bekleyenleri ya da üç bölümü bile göremeden yayından kaldırılanları eklersek şenlik iyice içinden çıkılmaz bir hal alıyor.
Öteki Sinema için yazan: Yigilante Kocagöz
Her enflasyon gibi burada da en vahim durum değer kaybı. Bugün ortakarar dediğimiz pek çok dizi bundan on sene önce yayınlansa birer televizyon efsanesine dönüşebilirdi. Bugün efsane olmak ise dehşet verici derecede zor; House, Dexter gibi muhteşem eserlerin on sene sonra efsane olarak anılacağının garantisini veremiyoruz. An itibariyle bir çılgınlığa dönüşen Game of Thrones ya da Walking Dead’in iş popülerliğe geldiğinde sonunun Lost gibi olmayacağını kim gönül rahatlığıyla söyleyebilir? Düşünün ki bu kadar tepe dizilerin bile unutulma lanetiyle başı beladayken, daha küçük hayran kitleliler ne yapsın?
İşte tam bu noktada kendime bir misyon ediniyor ve sizlere Boss’tan bahsediyorum. Tamamen tesadüfen karşıma çıkmış bir yapım, Wikipedia’da Chicago hakkında bir arama yapmasam varlığından asla haberdar olmayacaktım. Yaşam savaşını 18 bölüm / 2 sezon verebilmiş bu dizi, düşük ratinglerin kurbanı olup edindiği Emmy adaylığına rağmen yayından kaldırılmış. Rahatlıkla söyleyebilirim ki bu durum Amerikan dizi tarihi için büyük bir kayıp. Boss’u bir iki bölüm seyreden herkes benimle hemfikir olacaktır.
Bir politik drama olan Boss, Chicago Belediye Başkanı Tom Kane’in stres dolu hayatını bize sunuyor. Toz pembe hayalleri unutun; hırslı, yeri geldiğinde gaddar ve kontrolü elinde tutmak için en karanlık işleri bile çevirmeye hazır Kane, tüm hasımlarını alaşağı ederek şehrin patronu olmuş bir politikacıdır.Bu uğurda karısıyla ve kızıyla sağlıklı bir ilişkiyi bile feda etmiş, tahtından dünyasını sadece iki danışmanının eşliğinde seyreden bir kraldır o. Ama kralları da alteden şeyler vardır. Tom Kane, bir Parkinson türevi sayılabilecek Lewy parçacıklı demansa sahiptir ve en iyi ihtimalle beş yıllık bir ömrü kalmıştır. Bu beş yıl boyunca onu kaslarda hakimiyet ve bilinç kaybı ile sayısız halüsinasyon beklemektedir. Kane’in bu durumunu doktorundan başka bilen yoktur, olamaz da. Zira valilik seçimlerinden metro ihalelerine bir sürü dengenin kalbidir belediye ve teklemesi bile düşünülemez.
İran asıllı Amerikan senarist Farhad Safinia’nın projesi olan Boss’ta (resimlerden de anladığınız üzere) çok tanıdık ama beklenmedik bir yüz Tom Kane’e hayat veriyor: Kelsey Grammer. Evet, Cheers’tan Fraiser’a yirmi yıl boyunca sempatik ortayaşlı Dr. Frasier olarak tanıdığımız Grammer, Boss’ta ölümü bekleyen ama bu süreçte ciddiyetini ve sertliğini bir an bile kaybetmeyen Tom Kane oluyor. Bu seçimin bu kadar yerinde olacağını ise inanın tahmin edemezdim. Boss, Frasier’dan sonra birkaç komedi serisi daha deneyen ama başarı yakalayamayan Grammer’ın 2010’larda adeta kendini ispat projesi imiş ve bu projeyi çok da iyi tamamlamış. İnsan ister istemez çocuk ruhlu, sevecen Frasier’ı ekranda göreceğini zannediyor ama Kane’in güleryüzü sadece basın karşısında demeç vermesi gerektiği zaman ortaya çıkan bir rol, resmen bambaşka bir Grammer ile karşı karşıyayız bu dizide.
Boss için uzun zamandır seyrettiğim en gerçekçi dizi diyebilirim. Her dizi gerçekçi olacak diye bir şey yok tabii, kurgunun inandırıcılığı asıl esastır ama Boss bu iki özelliğe de sahip bir yapım. Dizi o kadar hayatın içinden bir politik gerilim ki diğer pek çok popüler dizide hayran kaldığımız çatışmalar bir noktada gerçekten çocuksu kalıyor. İşe bir de tüm bu şehir siyasetinin merkezindeki ismin yaklaşan ölüm fikriyle başetme sorunu eklenince Boss inanılmaz güçlü bir yapıma dönüşüyor. Kesinlikle depresif ama bir o kadar da ucuz melodramlardan uzak.
Bu çok iyi altyapıya sahip dizinin yavaş ve farklı temposunun anaakım dizi seyircisine uymayacağı belli, bu sebeple Boss’tan bir primetime zaferi olmasını beklemek belki de Starz’ın en büyük hatasıydı. Kanal diziyi rating savaşına sanki ikinci bir Spartacus hazırlıyormuş gibi sokacağına daha geç bir vakte koysa Boss en azından sağlam bir hayran grubu edinecek kadar varlığını sürdürebilirdi. Boss, vakit öldürmek için seyredilecek bir dizi değil, çok yoğun bir hikayesi ve siyasete “Beyaz Saray’a terörist saldırı yapılacakmış, yakışıklı Channing Tatum ile Jamie Fox da onları durduracakmış”tan öte ilgi duyan bir seyirci beklentisi var. Politikanın doğası gereği çirkin bir oyun olduğunu ve içindeki herkesin en apolitik anını bile zehredebildiğini ustalıkla gösteren Boss, kesinlikle Amerikan dizilerinden beklemediğimiz bir çalışma. Bir BBC yapımı olsa bu tarz bir çabaya şaşırmazdım, sonuçta İngiliz televizyonculuğu elini taşın altına koymayı seviyor, ancak Özgürlükler Ülkesi’nde bu işe bu kadar iyi başlayıp batırmadan devam edebilen hiçbir proje hatırlamıyorum.
Bunlara ek olarak Boss’ta o kadar çok itinayla yerleştirilmiş gönderme var ki bir ayrıntı hastası olarak mest oldum diyebilirim. Tom Kane’in adının Orson Welles’in muhteşem eseri Citizen Kane’den alınması bir yana, Semavi dinlerin Kabil’i de akıllardan bir an bile çıkmıyor. İkinci bölümdeki çok zeki Üçüncü Richard referansı da seyretmesi çok farklı bir deneyimdi. Başka bir dizi bu referansları gözümüze sokarken Boss işini öyle doğal ve sakince yapıyor ki tam da istediği etkiye kolaylıkla ulaşıyor. Eminim ki seyrettiğim bölümlere tekrardan baksam bir sürü ufak mesajla karşılaşıp daha da heyecanlanacağım.
Bir dost tavsiyesi, bahsettiğim mevzulara azıcık ilginiz var ise Boss’a hiç değilse bir bölümlük şans verin. İlk bölümünün Gus Van Sant tarafından çekilmesi bile elimizdeki işin farklı olduğunu gösterir nitelikte. Van Sant hayranı değilim (hatta tüm iyi çalışmalarına rağmen derinlerde bir yerde Pyscho’yu yeniden çekmesinden ötürü kendisine bir kırgınlığım var) ama bu ilk bölüm başlıbaşına bir bağımsız film olabilir, festivallerde ödül bolluğundan yönetmene fenalık geçirtebilirdi. Deneyin pişman olmayacaksınız, şu an dördüncü bölümdeyim ve geçen her dakika “iyi ki seyretmişim” diyorum.