“Ekmek istiyoruz, Gül de!”
Bu slogan 1912 yılında, ABD’nin Massachuetts eyaletinde zorlu koşullar altında çalıştırılan ve çoğunluğunu kadınların oluşturduğu işçilerin eylemine damgasını vurdu; bu sebeple grev Ekmek ve Güller grevi olarak adlandırıldı. İşçi sınıfı hareketinin tarihinde kendisine önemli bir yer kazanan bu grevde ekmek talep edilen insani ücretleri, güller ise insan onuruna yakışan bir çalışma ortamı ve hayatı temsil ediyordu. İşte ismini böylesine önemli bir toplumsal hareketten alan Ken Loach yönetmenliğindeki Bread and Roses / Ekmek ve Güller filmine değinmeden önce, grevin gelişiminden biraz bahsetmekte fayda var.
Öteki Sinema için yazan: Başak Bıçak
20. yüzyıl işçi sınıfı hareketine damgasını vuran bu grevin başlangıcı, 1908 yılında New York’ta 128 kadın işçinin can verdiği bir fabrika yangının sonra, kadın işçilerin yürüyüşü sırasında atılan “Ekmek istiyoruz, Gül de!” sloganıyla oldu. Bu tarihten üç yıl sonra da James Oppenheimer’in Ekmek ve Güller* adlı şiirinden esinlenilerek oluşturulan slogan, Lawrence şehrinde örgütlenen tekstil işçilerinin eyleminde dönüm noktası oldu ve olay, Ekmek ve Güller grevi olarak tarihe geçti.
Sanayi devrimiyle birlikte makineleşmenin arttığı sektörlerde vasıflı iş gücüne ihtiyaç duymayan işletmeciler tarafından, daha ucuza ve daha fazla çalıştırabilecekleri kadın ve çocuklar işe alınıyor; özellikle tekstil sektöründe haftada 56 saat çalıştırılıyordu. Ücret azlığı ve yetersiz beslenme yüzünden çocukların bir çoğu 5 yaşına gelmeden, yetişkinlerin de üçte biri 25 yaşından önce hayatını kaybediyordu. Sefalet içinde hayatlarını sürdüren işçilerin bu koşullarını düzeltmek adına çalışma saatlerinde yapılan 2 saatlik indirime tepki gösteren patronlar, buna karşılık ücretlerde indirim yapınca işçiler greve gitmekten başka çareleri olmadığını anladılar. Dünya Sanayi İşçileri Sendikasının örgütlemesiyle Ocak ayında başlayan grev, baskı ve şiddet politikalarına rağmen 30 Mart’ta zaferle sonuçlandı. Yirmi yedi farklı milletten işçinin katıldığı grevde kadınlar öncü güç haline getirildi ve böylece onların da sendikalarda örgütlenebilmelerinin önü açılmış oldu. Sadece karınlarını doyurmak değil, aynı zamanda daha kaliteli yaşam hakkına sahip olmak isteyen kadın işçilerin bu mücadelesi, bir çok ülkede işçi hareketlerinin ivme kazanmasına sebep oldu.
Amerikan tarihinde olduğu gibi sinema dünyasında da kendisine hak ettiği yeri bulamayan Ekmek ve Güller grevine, genelde sıradan insanların yaşamlarından yola çıkarak toplumsal sorunlara ve sınıf farklılıklarına değinen sosyalist görüşlü Ken Loach’un değinmesine de şaşırmamak gerekir. Yönetmen, filmine ismini veren bu hareketi anlatmak yerine, Los Angeles’ta geçen bir olay üzerinden göçmen işçilerin sorunlarına değinmeyi tercih ediyor. İnsan kaçakçılarına para vererek zorlu koşullar altında Meksika sınırından ABD’ye geçen Mayanın hikayesini konu alan film, ablası Rosa’nın da yardımıyla onun çalıştığı Angel adlı temizlik firmasında iş bulmasıyla başlar. İşe alınması için ilk maaşının yarısını vermek zorunda kalan Maya gibi zor koşullarda çalışan bir çok göçmen işçinin bulunduğu kurum, işçilerinin sendikaya bağlanmasını engellediği gibi sigorta ve sağlık ücretlerini de ödememektedir. Tazminatsız işten çıkarılmaları sebebiyle hiçbir güvenceleri olmayan temizlik işçilerine, sendikanın görevlendirdiği Sam haklarını anlatır ve örgütlenmeleri için çağrıda bulunur. Ancak başlarda işlerini kaybetmekten korkan çalışanlar, haksız yere işten çıkarılmalarla karşı karşıya kalınca mücadele etmekten başka çareleri olmadıklarını anlar ve greve giderler. Böylece tıpkı 1912’de olduğu gibi, Ekmek ve Gül sloganıyla geniş çapta bir eylem yapılır. İşçiler haklarını ve daha iyi yaşam koşullarını elde edebilmek adına tüm baskılara birlikte direnirler. Düzenlenen bu eylemler sırasında bir çok zorlukla karşılaşan Sam’in yanı sıra Maya da ailesiyle ve geçmişle yüzleşmek zorunda kalır.
Sendikaya bağlı, kaliteli bir yaşam için yeterli ücret, sigorta, sağlık masraflarının karşılanması gibi aslında “doğal” haklarına bile sahip olamayan göçmen işçilerin, ailelerine para gönderebilmek ve hayatta kalabilmek adına verdikleri mücadeleyi anlatan Ekmek ve Güller, sınıfsal farklılıkları çarpıcı bir dille göstermesi açısından da oldukça önemli bir film. Günlük hayatın keşmekeşinde görmediğimiz ama aslında hayatımızı kolaylaştıran bir çok insanın var olduklarını bize fark ettirmeyi amaçlayan filmin başrollerini Piyanist filmiyle tanıdığımız Adrien Brody ve Pilar Padilla paylaşıyor. Performans açısından Pilar Padilla kusursuz olarak adlandırılmasa da, Brody’nin oyunculuğuyla filmi kurtardığını söyleyebiliriz.
Son olarak, kürtaj ve sezaryen gibi sadece kadına ait bir takım kararların devlet tarafından verilmeye çalışıldığı ve kadın haklarının sınırlarının tartışıldığı şu günlerde, örgütlü gücün ne denli önemli olduğunu ve eşitsizliği üreten kapitalist sistem içinde doğal haklarımızın sürekli korunmaya muhtaç olduğunu görmekteyiz. Bu sebeple sadece ekmeği değil, gül’ü de talep etmekten vazgeçmemek için, Ekmek ve Güller’in tam zamanı!
Yürürken biz, yürürken günün güzelliğinde,
Karanlık mutfaklara, gri fabrika kuytularına,
Dokunur apansız çıkan güneşin tüm parlaklığı,
Ve duyar insanlar bizim şarkımızı: Ekmek ve Güller! Ekmek ve Güller!
Yürürken biz, yürürken, erkekler için de savaşırız,
Çünkü kadınların çocuklarıdır onlar, ve biz analık ederiz yine onlara.
Yaşamlarımız doğumdan ölüme kan ter içinde geçmeyecek;
Kalpler de ölür açlıktan bedenler gibi; ekmek verin bize, ama verin gülleri de.
Yürürken biz, yürürken, sayısız ölü kadın da yürür bizimle
Ve bizim şarkımızda duyulur yaşlı çığlıkları ekmek için.
Küçük hünerleri, sevgiyi ve güzelliği bilirdi onların kahırlı ruhları.
Evet kavgamız ekmek için, ama güller için de.
Yürürken biz, yürürken, daha güzel günleri getiririz,
Kadınların yükselişi insan soyunun yükselişi demektir.
Köle gibi çalışma ve aylaklık yok, on kişinin çalışıp bir kişinin yattığı,
Paylaşalım yaşamın görkemini: Ekmek ve güller, ekmek ve güller.
Yaşamlarımız doğumdan ölüme kan ter içinde geçmeyecek;
Kalpler de ölür açlıktan bedenler gibi; ekmek verin bize, ama verin gülleri de.