İtalyan Korku Sineması’nın altın çağının en önemli temsilcilerinden Mario Bava’nın isminin önüne maestro, ‘giallo’nun ateşleyicisi, ‘slasher’ın büyükbabası gibi bir dolu şaşaalı sıfat ekleyebilirsiniz ama gene de onu övmekte eksik kalırsınız. Böylesi bir ustanın oğlu olmak kolay değil, hele onunla aynı mesleği icra ediyorsanız, hiç değil. 1944 doğumlu Lamberto Bava, sinemaya babasının yanında yönetmen yardımcısı olarak başladı. Daha sonra Ruggero Deodato ve Dario Argento gibi önemli yönetmenlerle birlikte çalışan Lamberto Bava, ilk sinema filmi Macabre’yi 1980 yılında yönetti. Babasının filmi izledikten sonra “artık huzur içinde ölebilirim,” dediği söylenir ki Mario Bava aynı yıl içinde vefat etti.
Korku filmleri yönetmeye devam eden Lamberto Bava, A Blade in the Dark (1983), Demons (1985) ve Demons 2 (1986) gibi ses getiren işlere imza attı ama hala başyapıt diyebileceğimiz bir filmi yoktu. 1987 yılı mahsulü Delirium’dan sonra daha çok televizyon için üretilen projelerde yer almaya başladı ve kariyeri asla ilk dönemki kadar parlak olmadı.
Lamberto Bava ilginç bir sinemacı. Filmografisinde, kalburüstü birçok filmin yanında ismine hiç yakışmayan ucuz ve “kötü” örnekler de bulunuyor. Ancak nasıl beceriyorsa beceriyor, her filminde büyüleyici bir bölüme, bir sahneye ya da bir ana muhakkak rastlanıyor. Bu yazıda yönetmenin dengesiz filmografisinin bir aynası gibi gördüğüm Brivido giallo isimli seriden bahsetmek istiyorum.
Seri, kablolu bir TV kanalı için çekilen, birbirinden bağımsız dört uzun metrajlı televizyon filminden oluşuyor. Her birinin yönetmenliğini Lamberto Bava üstlenirken, senaryolarda Bava ile dönemin neredeyse bütün önemli sinemacılarıyla çalışmış olan Dardano Sacchetti’nin imzası var. Müzikler ise İtalyan Korku Sineması hayranlarının aşina olduğu İngiliz müzisyen Simon Boswell’e emanet.
Graveyard Disturbance
Serinin, televizyonda gösterim sırasına göre ilk filmi olan Graveyard Disturbance, diğerlerine göre daha eli yüzü düzgün bir yapım. Bir marketten ıvır zıvır bir şeyler aşırdıktan sonra minibüslerine atlayıp kaçan beş genç, yolda karşılaştıkları polisten kurtulmak için şeritlerle kapatılmış bir toprak yola girerler. (Bu arada market sahibi rolünde kısacık bir süre de olsa Lamberto Bava’yı izliyoruz.) Yoğun bir sis tabakası içinden geçen gençler, ufak bir kaza sonrası minibüsü terk etmek zorunda kalırlar. Geceyi geçirmek için harabeye dönmüş gizemli bir yapının kalıntılarına sığınırlar. Gecenin ilerleyen saatlerinde kaldıkları yerin hemen altındaki tavernayı fark edip oraya geçerler. Tavernanın altında bulunan yer altı mezarında bütün bir geceyi geçirebilirlerse, mekânın orta yerinde duran hazineyi kazanabileceklerini öğrenince şanslarını denemeye karar verirler. Mezarlıkta onları zombiler, garip yaratıklar ve hortlaklar beklemektedir.
Graveyard Disturbance, bir market, marketten bir şeyler aşıran gençler, polisten kaçış gibi gerçek dünyaya aitmiş gibi duran öğelerle başlıyor ama kaportasının tamamı 80’li yılların gençlik ikonlarıyla boyalı minibüs, bir anlığına da olsa izleyeni gerçeklikten koparmayı başarıyor ve aslında sonrasında sunulacak fantastik dünyaya hazırlıyor. Hele sislerle kaplı toprak yola girdiklerinde karakterlerin artık başka bir boyuta geçtiklerine tamamen emin oluyoruz. (Bir tabut taşıyan sürücüsüz at arabasından bahsetmiyorum bile.)
Seksenlerin mizah anlayışıyla harmanlanan Graveyard Disturbance, korku komedi olarak sınıflandırılabilir. Finale doğru iyice kayışları koparan film, zaman zaman tekrara düşse de vadettiği eğlenceli dakikaların sözünü tutmayı başarıyor. Özel efektler bir televizyon filminden beklenmeyecek denli iyi. Rock ağırlıklı müzikler dönemi yansıtması açısından önemli. Filmle ilgili tek sorunum finali. Biraz daha iyimser bir final uğruna belli bir mantık dizgesine oturan çember onarılmayacak biçimde kırılmış. Gerçi bu denli uçuk bir filmde böylesi bir final çok da fazla sırıtmıyor.
Until Death
“There must be ghosts all over the world. They must be as countless as the grains of the sands.” (Bütün dünyada hayaletler olmalı. Kum taneleri kadar çok sayıda olmalılar.) Henrik Ibsen
Linda, hamile olmasına rağmen sevgilisi Carlo ile bir olup kocasını öldürür ve ormanın derinliklerinde bir yere gömer. Aradan sekiz sene geçer. Carlo ile beraber kocasından kalan göl kıyısındaki restoranı işletmeye devam eden Linda, bir yandan da oğlu Alex’in bitmek bilmeyen kâbuslarıyla baş etmeye çalışır. Yağmurlu bir gecede evlerine sığınan Marco isimli yabancı, süregiden düzeni bozmaya niyetli gibidir.
The Postman Always Rings Twice (Postacı Kapıyı 2 Defa Çalar, 1981) ve Teorema’nın (1968) bileşimi şeklinde tarif edebileceğimiz Until Death, Graveyard Disturbance ile beraber serinin yüz akı filmlerinden. Bava, çok az sayıda karakter ve gösterişsiz bir mekân kullanmasına rağmen muhteşem bir atmosfer yaratmayı başarmış. “Bir yabancı gelir ve bütün düzen altüst olur” kalıbını doğaüstü imgelerle süsleyen film, gerilimi son ana kadar zirvede tutmakta hiçbir sıkıntı yaşamıyor. Finali çok tatmin edici değil belki ama kalan her şey deneyimlemeye değer.
The Ogre
Cheryl, çocukluğundan beri korkunç kâbusların esiridir. Yaşı ilerlediğinde bu durumu lehine kullanır ve rüyalarını kaleme alarak çok tanınmış bir korku-gerilim yazarı olur. Kocası ve oğlu ile İtalya’nın küçük bir köyündeki eski bir şatoya gelir. Burada hem tatil yapmayı hem de yeni romanını tamamlamayı amaçlar. Ancak uzun zamandır yakasını bırakmış olan kâbuslar, şatoda kaldıkları ilk geceden itibaren yeniden ortaya çıkar. Şatonun mahzenine inen Cheryl, şaşkınlıkla burasının çocukken rüyalarına giren mekânın ta kendisi olduğunu görür ve rüyalarında doğuşuna tanık olduğu, bir türlü kaçıp kurtulamadığı ‘ogre’nin burada gerçekten yaşadığına inanmaya başlar.
İtalya kırsalında geçen filmin görselleri, Lamberto Bava’nın iş bilir varlığını da hesaba katarsak sorunsuz olmaktan öte etkileyici bir arka plan olarak filme olumlu katkı sağlıyor. Hiç fena olmayan senaryoyu da üstüne koyunca ister istemez kalburüstü bir işmiş gibi duruyor ama ucuza kaçan özel efektler ve makyaj ile zayıf kalan final, filmin yumuşak karnını oluşturuyor. Sonuç Lamberto Bava hayranları için bile hayal kırıklığı oluyor.
Dinner with a Vampire
Monica, Rita, Sasha ve Johnny, yapılan seçmeleri kazanıp korku sinemasının ünlü yönetmenlerinden Jurek’in son filminde rol almaya hak kazanmıştır. Özel bir arabayla alınıp yönetmenin yaşadığı şatoya getirilen gençler, Jurek ile akşam yemeğinde tanışır. Yemekte bir vampir olduğunu açıklayan Jurek, gençlerden gün doğana kadar kendisini öldürmenin bir yolunu bulmalarını, yoksa onların kanını emeceğini söyler.
Serinin son filmi olan Dinner with a Vampire, işin mizahi boyutuna yüklenen bir korku komedi. Hatta bütün korku öğelerinin üzerlerinin mizahla örtüldüğü göz önüne alınırsa, sadece komedi bile denebilir. Bütün bir gece boyunca süren şatodaki kovalamacadan mizah üretmeye çalışan film, hafif bir komedi olmaktan öteye gidemiyor. Hatta filmin içinde güya Jurek’in yönettiği siyah beyaz bir vampir filmi gösteriliyor ve Murnau’nun Nosferatu’sunu (1922) andıran bu sessiz film, A Dinner with a Vampire’ın tamamından çok daha ilgi çekici. Bu arada bir sahnede Roman Polanski’nin The Fearless Vampire Killers (1967) isimli filminin VHS’sini ısıran Jurek’in ne demek istediği ise tartışmaya açık.
-*-
80’li yılların sonunda finansman sıkıntısı nedeniyle sinema filmleri çekme fırsatı bulamayan Lamberto Bava, kendi deyişiyle mecburen televizyona yöneldi. Bir röportajında söylediği gibi asla sinema filmi olarak çekmeyeceği, belli bir derinlikten yoksun ve daha az şiddet içeren öyküleri kullanarak vücuda getirdiği Brivido giallo serisi, yönetmenin elindeki eksik malzemeyle “izlenebilir”in ötesinde filmler çekme hünerini görmek adına önemli.
Murat Kızılca
Not: Daha önce CineDergi Mart 2016 sayısında yayınlanmıştır.