Dünyanın en delirmeye müsait yazında nasıl delirmemiş olabilirim? Hadi diyelim ki gerçekten delirmedim, peki aynı zamanda dünyanın bu en sıcak yazında nasıl erimedim? Güneşe ateş etmeden nasıl durabildim? Çırılçıplak sokağa fırlayıp, uzaylılar beni alın diye neden bağırmadım? İşte yazacaklarım tam olarak bu akıl sağlığı muhafaza metotlarımı içeriyor. Sinema sayesinde kafamı nasıl serin tuttuğumu anlatacağım size. Bu yazıyı okumanın en etkili yolu, kendinize buzlu bir içecek hazırlayıp, vantilatörün karşısına oturmaktır. Ben öyle yaptım.
Olaylı bir yaz geçirdiğimiz kesin. Sonsuza kadar uzayan son dakikaların ortasında, asla sonu gelmeyen bir dizi izler gibiyiz. Mesela Prison Break. (Görünüşe göre Michael Scofield ölmemiş!) Gündemde, hala tam olarak kavrayamadığımız birtakım politik saklambaç oyunları dönüyor. Ülke en sürreal zamanlarını yaşıyor. Üstelik evler süt mısırı tezgahı gibi. Ateşler basıyor, (Aman yanlış anlaşılmasın, ben Salo’cuyum.) perde kımıldamıyor, etkinliklerin çoğu iptal olduğu için herkes kendini pokemon kovalamak için parklara, bir şeyler içmek için teraslara, deniz kenarlarına atıyor. Bende de durum bundan pek farklı değil. Sadece biraz daha sinema soslusu.
Yaza damgasını vuran hit şarkılar gibi benim de yazıma damgasını vuran filmler oldu. Yaz daha bitmediğine göre olmaya da devam ediyor. Hazırladığım özel kokteyller eşliğinde (Pinterest patentli) film izlemek; bütün kapılar açık olduğu için cereyanda kalmak, duştan sonra saçları kurutmak zorunda olmamak, bir terlik bir elbiseyle koca mevsimi geçirmekle aynı etkiye sahip. Hatta daha da abartırsam, Türkiye’de değil de İzlanda’da yaşamak gibi. Yani benim yazım mentollü sakız ferahlığında geçiyor diyebilirim. Özellikle Amy’yle zirve yapan yaşam belgeselleri ve IMDb’de adeta bir çukur gibi olan, üstten aldıkça alttan yenileri çıkan 60’lar, 70’ler ve 80’ler korku filmlerinden bahsediyorum. Bir Serdar Ortaç bestesi değiller belki ama onlarda da poşete atılan sevgililer var. Bu yaz beni asla tatmin etmeyen gişe filmleri (Son zamanlarda iyi oyunculuk ve iyi senaryo bulmak zor mirim. Kore filmleri de olmasa napacağız bilmiyorum.) şöyle dursun; fahiş fiyatlı, içinde sadece alkol buharı olan kokteyller yüzünden böyle bir yöntem geliştirdim. Yani tamamen el emeği göz nuru içecekler ve eski filmler.
Gin Fizz
H.R. Giger’ın karanlık ve fütüristik dünyasını anlatan Dark Star: H.R. Gigers Welt tek kelimeyle ürkütücüydü. H.R. Giger zaten kendisi başka dünyalarda yaşayan bir sanatçı olduğu için, hayatının bu en derin noktalarını anlatan belgesel de onun gibiydi. Belgeselin yazarı ve yönetmeni Belinda Sallin. Bence bir belgeselin metnini bu kadar iyi ve felsefik bir şekilde yazmak hayranlık uyandırıcı. Filmin içinde öyle cümleler geçiyor ki, hayatınızın bir kesitinin bir yazar ya da yönetmen tarafından yorumlandığını hissediyorsunuz. H.R. Giger’ın dünyasında en çok dikkatimi çeken şeyler şunlar oldu: Kendisine mahzen gibi bir oda yapmış. Her şey siyah ve duvarlarda çizimleri var. Burada rahatlıyormuş. Evin içine raylı bir sistem kurmuş ve vagonuyla turluyormuş. Bu da çocukken ailesiyle gittiği lunaparktan esinlendiği bir sistemmiş. Ayrıca çizimlerinden ve Oscar’ın şanından kazandığı paralarla kendisine gerçek mumyalar ve kuru kafalar almış. Çünkü ölümün gerçekliğini hatırlamak istiyormuş. Burada bahsedeceğim ikinci belgesel What Happened, Miss Simone? Voodoo büyücüsü olduğundan şüphelendiğim Nina Simone’un hayatını anlatıyor. Nina Simone’un zaten kendisi inanılmaz bir söz yazarı. Duygularını blues’la anlatan, asabi ve fevri bir kadın. Belgesel -kızının da anlatımıyla- bize onun en girilmez odalarını, kafasının içindeki kapanları sunmuş. Aktivist, aptallığa tahammülü olmayan bir dahi ve köklerini özleyen bir kadın. Belgeselin yönetmeni Liz Garbus. 2015’in ender güzel yapımlarından biri. (Evet, 2015 ve 2016 güzel yapım yönünden çok kısırdı, kısır.) Son olarak Listen to Me Marlon’dan bahsetmek istiyorum. Gelmiş geçmiş en iyi oyunculardan biri kabul edilen vahşi ve seksi Marlon Brando’nun -birtakım teknolojik araçlar sayesinde- kendisinin sunduğu bir belgesel bu. (Yüz tarama ve konuşturma) Zaten “dinle beni” derken de kendisine sesleniyor. En büyük hayali mezarına bir ses sistemi kurmak ve oradan kendisine “farklı yaşa” demekmiş. Meditasyonun gücüne ve tekrar geleceğine inanıyormuş. 60’larda siyahilere destek vermiş, Oscar’ını sırf film endüstrisinin siyahileri görmezden gelmesi yüzünden reddetmiş, savaş karşıtı, her şeyi bırakıp Tahiti’de yaşamak isteyen, yalnız ve güçlü bir adammış. Her şeyden önemlisi çok çok iyi bir oyuncuydu. Sadece duruşuyla bile bir filmi alıp yükseklere taşıyordu. Bu belgeseli de Stevan Riley yazıp yönetmiş. Yine 2015 yapımı. Bence 2015’te filmler (korku filmleri de dahil) vasatken, belgeseller gerçekten çok iyiydi. Ben birkaç tanesinden bahsettim. Siz diğerlerine de bakarsınız.
Bu bölümü Marlon Brando’nun felsefesiyle bitirelim madem: “Tıkandığın her seferinde nefes al, o gerçeklikten çık ve farklı bir hayat yaşa.”
Bloody Mary
Gelelim korkunun dizginleyici ve “zaten daha ne kadar delireceksin” etkisine. Her yaz, her kış, her zaman olduğu gibi bu yaz da korku filmlerini katık ettim kendime. Önce mısır sonra film döngüsüyle, günde 3 olan film izleme rekorumu, 5’e çıkararak kırdım. Bu yaz özellikle daha önce izlemediğim 60’lar, 70’ler ve 80’ler korku filmlerine yöneldim. Kategori sinema, konu kan. Çok fazla oldukları için hepsinden tek tek bahsedemeyeceğim. Ama ikişer cümleyle gündüzümü gece, gecemi daha da gece yapan birkaç filmi listeleyebilirim. Evet, sizin için bunu yapabilirim.
Premature Burial (1962): Edgar Allan Poe’nun katalepsi takıntılı hikayesinin film hali. En büyük korkularımdan biri diri diri gömülmek olduğu için Guy Carrell’ı çok iyi anladım. Benim için filmin en korkutucu sahnesi, Carrell’ın ufak penceresi olan tabutundan, “ben ölmedim sadece katalepsi. Lütfen beni duyun” diye bağırdığı kısımdı. Aslında sadece gözleri hareket ediyordu…
Twins of Evil (1971): Vincent Price’dan sonra, en sevdiğim korku filminde oynamak için yaratılmış oyuncu Peter Cushing’dir. 70’ler erotizmiyle harmanlanmış bu filmde, gotik kültürün ağır taşlarını görürüz: dönüm dönüm şatolar, dogmatik din adamları, şeytan çıkarma ayinleri, beyaz gecelikler, vampir kadınlar… Film, konusundan ziyade gotik atmosferi ve tabi ki şeytani Gellhorn ikizleri için izlemeye değer.
They Live (1988): Bir John Carpenter klasiği. İzlediğim en aklı başında filmlerden biri. Yöneticilerin ve medyanın bizi nasıl kandırdığını korku tricik’leriyle bir güzel anlatmış. Evsiz Nada, bir güneş gözlüğü bulur ve gözlüğü taktığı an gerçekleri görmeye başlar. İnsanların da bunu görmesini ister ama bazıları uyumayı tercih etmektedir. Ne kadar da günümüz değil mi? Güneş gözlüklerini çok severim. Zaten koleksiyonum da var. Gerçeği gösteren güneş gözlükleri ise tadından yenmez.
Lynchbourg Lemonade
Her şeye rağmen delirmemek sizin elinizde. İyi anlamda delirecekseniz, insanların üstüne araba sürmeyecekseniz, delirin ama. Bunun için filmlerden yardım alabileceğiniz gibi müziğin de faydası olabilir. Önemli olan kendinize olaysız bölgeler yaratabilmek. Bu; kimine göre bir ağacın altı, kimine göre bir dev ekran, kimine göre renkli bir içki, kimine göre de başka bir ülkedir. Merak etmeyin siz takip etmeyince gündem küsmüyor. Uçan arabaları ya da cinsel devrimi de kaçırmayacaksınız. O yüzden sakin olun ve yelpazeleyin. Ferah günler.